Sayfa Yükleniyor...
Yazar Şevki Özdemir ile kitapları ve edebiyat üzerine konuştuk. Dokuz kitabı yayınlanan Özdemir yakın bir süre sonra yeni anı kitabı ile okurları ile buluşacak
ONURHAN ALPAGUT-RÖPORTAJ
2016 Yılında Uluslar arası Aktivist Sanatçılar Birliği’nin bir etkinliğinde tanıştığım Yazar Şevki Özdemir ile kitapları ve edebiyat üzerine konuştuk. Görüştüğümüz yıl ‘Alfabesiz Sevişmeler’ ve ‘Boynun Bükük Kalmasın’ kitaplarını yayınlayan Özdemir, ardından dört kitaba daha imza attı.
Özellikle ‘Boynun Bükük Kalmasın’ kitabıyla edebiyat dünyasında ses getiren yazar yakın bir zamanda yeni bir anı kitabıyla daha karşımıza çıkacak.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
1968 yılında Adıyaman’ın Gölbaşı İlçesi’nde bağlı Belören Kasabası’nda doğdum. İlkokulu ve ortaokulu doğduğum yerdeki okullarda, lise öğrenimimi ise İzmir Gürçeşme Lisesinde tamamladım. 1991 yılında Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden mezun olduktan sonra, aynı üniversiteye bağlı Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Siyaset ve Sosyal Bilimler bilim dalında master yaptım. Halen Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliğinin yönetiminde görev yapıyorum. Bugüne kadar 9 kitabım yayımlandı ve şiir kitaplarımdan biri Azeri diline çevrildi.
İlk ne zaman bir şeyler yazmaya başladınız? Profesyonel anlamda verdiğiniz ilk edebi eserinizin hikayesini ve oluşum sürecini gazetemizle paylaşır mısınız?
Yazma yetimi, okuma tutkumun açığa çıkardığını düşünüyorum. Okuma yazmayı yeni yeni öğrenmeye başladığım günlerde, sokaklardan topladığım gazete parçalarını bir padişah fermanı gibi açar, yüksek sesle okurdum. İlkokul ve ortaokul yıllarında koyun, kuzu otlatırken de azık torbamda kitap eksik olmazdı. Ortaokul 2. sınıf öğrencisiyken, Türkçe dersimize giren Remzi Öğet öğretmenimin, Orhan Veli’nin şiir kitabını armağan etmesiyle başladı şiirle ilk tanışmam. İlk şiir karamalarıma işte o yıllarda başladım. Lisedeyken, edebiyat öğretmenimiz Sevim Arslan öncülüğünde, edebiyat kulübündeki arkadaşlarla birlikte okul gazetesi çıkarıyorduk. Yazdığım bir şiirin sonunda gazetenin yayın kurulu tarafından ‘en iyi şiir seçilmesi’ beni gönendirmişti. Sonraki yıllarda yazma serüvenine, deneme ve öykü çalışmalarıyla devam ettim. 1995 yılında İzmir’deki sel felaketinde daktiloyla yazdığım onlarca öykümü bir gece vakti sular, seller alıp götürdü. Sel felaketinde Girne Caddesi’nde bir apartmanın giriş katında oturuyordum ve karnı büyük Ege Denizi, öykülerimi büyük bir iştahla yuttu. Kamuda çalışmaya yeni başladığım yıllarda bir gün, bir üstadımın referansıyla çalıştığım daireye, işi dolayısıyla Y. Bekir Yurdakul geldi. Sohbet ediyorduk, konu döndü dolaştı edebiyata geldi. Yurdakul, beni orada, İzmir’in değişik mekanlarında toplanan Dumansız Buluşmalar Grubu’na katılmaya davet etti. Gruba ben de katıldım ve orada, birbirinden değerli edebiyatçılarla tanıştım. İşte “Pusularda Bekliyor Zaman” adlı ilk şiir kitabım, gündeme ve edebiyata ilişkin tartışmalarının yapıldığı o buluşmalara başladığım günlerde yayımlandı.
İlk görüşmemizin ardından 4 kitaba daha imza attınız. Okurlarımıza bu kitaplarınızın içerikleri hakkında bilgi verir misiniz?
Evet, öyle oldu. Boynun Bükük Kalmasın ve Alfabesiz Sevişmeler adlı kitaplarımın piyasaya yeni çıktığı günlerde yapmıştık ilk görüşmemizi. 2016’dan sonra masallara yöneldim bir süre. Tasarımımda, ta çocukluğumdan beri masal yazma isteği vardı ve sönmek nedir bilmeyen bir çıngıydı, her an harlamaya içkin bir çıngı. O esinle, iki masal kitabım çıktı. O kitaplarda; siyah olduğu için, tamamı beyaz olan koyun sürüsünden atılarak ölüme terk edilen küçük, siyah bir kuzunun, geri dönüş serüvenini ve sürüdeki egemen düşünceye karşı verdiği mücadeleyi anlattım. “Boynun Bükük Kalmasın” adlı kitabım olumlu geribildirimler alınca yeniden deneme yazmaya yöneldim ve 2018 yılında “Mutlu Aşk Şarkıcısı” isimli deneme kitabını çıkardım. Bu kitabımdaysa: Aşk, ayrılık, ölüm, sevgi, önyargı, okumak, hedefler, inanmak gibi yaşama dair pek çok konu hakkında yazdığım çok sayıda deneme var. Bu kitabımın imza gününde okuyucularla söyleşiyordum. Salonda oturanlardan biri söz alarak, “Bundan sonraki hedefimin ne olduğunu” sormuştu. Ben de “Hayalini kurduğum romanı yazmak.” demiştim. Okuyucuyla geçtiğimiz hafta buluşan “Yüreğimin Götürdüğü Yerdeyim”, adlı romanın yazımına o imza gününden başladım. Bu kitabın içeriğini daha sonra anlatayım isterseniz.
Son romanınız ‘Yüreğimin Götürdüğüm Yerdeyim’in detayları hakkında kısa bir bilgilendirmede bulunur musunuz? Kitabı elimize aldığımızda nasıl bir içerik bizi karşılıyor?
Yüreğimin Götürdüğü Yerdeyim’de, hayallerinin peşinden giden bir gencin mücadelesini anlatıyorum. Gerçek bir yaşam öyküsünden esinlendim bu kitabı yazarken. Yaşanmış bir öykünün hamurunu kurmacayla birlikte yoğurduğumu söylemeliyim ve bu yoğurma işinden uzun soluklu, enteresan bir roman ortaya çıktı. Romanın kahramanı, salt içinde doğup büyüdüğü topluma karşı vermiyor tabii mücadelesini; içsel çelişkilerine ve arkaik tutum ve davranışlarına karşı da veriyor. İçinde doğup büyüdüğü toplumun kendisine dayattığı katı kurallara karşı savaşımını verirken ister istemez çevresiyle çatışıp ayrışıyor, kimileyin düşüyor, ürküyor, kimileyin de suskunun dağında yapayalnız kalıyor. Kahramanımız başkaldırıyor aslında. Verili olan bir yığın ıvır zıvır kuralları, içinde o bitim tükenmez bir enerjiye dönüşen okuma tutkusuyla aşıyor. Roman boyunca okuma aşkını, güçlü bir meşale gibi elinde tutuyor, hayallerinin elini hiç bırakmıyor ama düştüğü anda bile. 1980’li yılların Antep’inden yola çıkıyor roman. Bu kentin hamamlarını, yemeklerini, semtlerini, sosyal ve kültürel yaşamını es geçmiyor, bir solukta okuyucuya anlatıveriyor. Sonra da batıya çeviriyor yüzünü. Romanın örgüsüne birkaç ilmek de Uşak’ta atılıyor ve son ilmekleri atılmak üzere İzmir’e yöneliyor. Birbirinden ilginç, gündelik yaşamın içinden fırlayıp gelmiş, birbirinden renkli karakter boy gösteriyor. Şiirden geçen dil, anlatıyı lirikleştiriyor. Yer yer okuyucuya “Bu kadar da olmaz ki,” dedirten olaylar dizgisi, kitabın sonunda kadar okuyucuyu canlı tutuyor. Son olarak şunu söyleyebilirim. Kitabın taslağını merak edip okuyan 5 kişiden 4’ü, ağlamışlardı. Hüznün romanı değildi yazmak istediğim. Yaşam düz bir çizgiden ibaret değil sonuçta. Önemli olan da her şeye rağmen kalkmasını ve devam etmesini başarabilmektir.
Şiirden romana geçişiniz nasıl oldu?
Biz insanlar bir aile ortamına doğarız ve tanıdıklarımız, ailemizin üyeleridir. Sosyalleşmeyle birlikte yeni, farklı insanlara açarız kapılarımızı. Zamanla, genişledikçe genişler evrenimiz. Yazma serüvenimi, soyalleşme sürecine benzetirim. Ailenin o bilindik, sınırlandırılmış, dar yapısı içinde yaşamaya devam edecek olsaydım, sıkıştırılmışlık duygusunun boğazıma yapışan parmaklarından kurtaramayacaktım kendimi. Yaşama dair söyleyeceklerimi, anlatının olanaklarını kullanarak bir roman yoluyla daha geniş kitlelere ulaştırabilirim. Türkiye’de -ki dünya genelinde de bu böyle… Şiiri okuyanların sayısı alabildiğine az. Kitleleri etkileme konusunda güçlü bir dile sahip olan şiir, okuyucuyla buluşamayınca yalnızları oynuyor ve gözden düşüyor. Şiirden romana geçme nedenlerimden biri de budur. İlk göz ağrım olan şiirin bendeki yeri, bir başkadır yine de. Ayrıca Hegel, “Şiir, bütün sanatların anasıdır.” sözünü öylesine söylememiş, değil mi?
Korona günlerinde zamanınızı nasıl geçirmektesiniz?
Caddelerden, bulvarlardan taşan insan selinin evlere çekildiği günleri hep beraber yaşadık, korona günlerinde. Düşünebiliyor musunuz? Meydanlara sığmayan insan yığınları, birdenbire dört duvar arasına kapanmak zorunda kaldılar. Uygarlığımız, Kovid-19’a, gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir virüse karşı çaresiz kaldığını itiraf etmiştir. Salgından dolayı evden pek dışarı çıktığım söylenemez. Ev eksenli çalışıyorum. İş dışı zamanlarda, gelecek yılın başlarında yayımlanacak olan benim ve meslektaşlarımın anılarından oluşan kitabı hazırlıyorum. Pandemi günlerinin her bir diliminde okumalar var tabii. Okumadan yaşanmıyor zira.
Bu süreçle beraber edebiyat ne noktaya evrilecektir?
Tarih, olağanüstü dönemlerde insanların kitaplara yöneldiğini söylüyor bize. Savaş yıllarında silahların gölgesinde yaşayan insanlar, kitaba daha çok sarılıyor. Yakın zamanlarda olağanüstü günler yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Salgın dolayısıyla evine kapanmak zorunda kalan insanlar, kitaplara yüz vermedi ne yazık ki. Neye yüz verdiler peki? Cep telefonlarına, bilgisayarlara, tabletlere, televizyonlara yüz verdi. Kendi eliyle yaptığı küçücük elektronik aygıtları, tapınağı haline getirdi. Bütün zamanını derleyip toparladı ve bu aygıtların egemenliğine sundu, kendi elleriyle hem de. Uyku dışı zamanlarını, yeme içme zamanlarını ve dinlenceye ayırdığı zamanlarını bu nesnelerle geçirdi tamamen. Bu nesne bağımlılığı, Kovid-19 gibi yaşadığımız çağın hastalığı haline geldi. Biz insanlar, kolayın peşinden koşmaya meyilliyiz. Şanımıza yakışır bir biçimde davrandık, kolay olanı seçtik bu süreçte de. Okuma eylemi, görece daha zordur çünkü. Salgın sürecinde, kültür sanat etkinliklerinin yasaklanmasının edebiyatı olumsuz yönde etkilediği gerçeğini de göz ardı etmemeli. Edebiyatçılar halkla buluşamıyor, kucaklaşamıyor, ağız tadınca söyleşemiyorlarsa eserlerini kime anlatacaklar? Kısacası, eve kapanmak edebiyata iyi gelmedi.
Devam ettiğimiz günlerde edebiyattaki çizginiz nasıl olacaktır?
Bilincimin çıkınını okumalarla doldurmaya devam ettiğim ve çalıştığım sürece, rotamda herhangi sapma olmayacaktır. Akan su, siz ne yaparsanız yapın, eninde sonunda yolunu bulur.
Yeni bir kitap hazırlığınız var mı?
Şu sıralar, bir anı kitabı çıkarmaya hazırlanıyorum. Bir şiir dosyasıyla bir deneme dosyası da sırada bekliyor, ancak yakın zamanda şiir kitabı çıkarmayı düşünmüyorum. Roman isteği ağır basıyor nedense. Şu sıralar, insanların birbirine ürküntüyle baktığı ve vebalıymışçasına birbirinden kaçıp saklandıkları pandemi günlerinde geçen bir aşk hikayesi yazmak istiyorum.
Eklemek istedikleriniz?
Keyifli bir röportaj oldu. Edebiyatın ve sanatın ötelenip yalnızlaştırıldığı şu günlerde gazetenizde edebiyata yer vermenizi önemsiyor ve size teşekkür ediyorum. Daha çok okuyalım, daha çok gülelim. Kendimiz için, çocuklarımız için ve daha güzel bir dünya için…
Haber Merkezi