Sayfa Yükleniyor...
Rahman’ın Kavalı kitabının yazarı Sait Oral Uyan ile hayat hikayesi ve kitaplarını konuştuk. Almanca'ya da çevirilen bu eser insan kaçakçılığını ve bu yolda kaçak göçmenlerin yaşam mücadelesini okurlarına anlatıyor
ONURHAN ALPAGUT-RÖPORTAJ
Ressam Yazar Sait Oral Uyan’ın ilginç bir hikayesi bulunuyor. 2009 yılında Türkiye’den yaşadığı olay nedeniyle ayrılmak zorunda kalan şu an Zürih’te yaşamını sürdürüyor. 15 yaşında 1980 Darbesini hapishane’dekarşıyalan Uyan, burada resim, öykü ve şiir ile tanışıyor. Burada sanat aşkı başlıyor. O günden bugüne sanat ile alakasını hiç kesmeyen yazar yurtdışında’da yaşamını sürdürüyor. 2017’de Rahman’ın Kavalı adlı kitaba imza atan Uyan, bu eserinde insan kaçakçılığını ve bu yolda kaçak göçmenlerin yaşam mücadelesini okurlarına anlatıyor.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Mersin-Tarsus doğumluyum. 13 yaşımdayken öldürülen bir devrimci gencin, evinin duvarına resmini yaparak resim sanatına başladım. 15 yaşımdayken 1980 darbesinin hapishaneleriyle tanıştım. Hapishanede resim, öykü ve şiir dallarında yoğunlaştım. Mahpushaneden çıktıktan sonra Lise eğitimimin ardına üniversiteyi kazanıp Ankara’ya yerleştim. Bu süre zarfında sanatsal ve edebi uğraşlarıma devam ettim ve geliştirmeye başladım. Grafikerlik-Tasarım-Hat Sanatı ve Tiyatro alanlarına ağırlık vererek yetkinleşmeye çalıştım. Bu arada yazmaya hiç ara vermeden devam ettim. Yargılandığım davam beraatle sonuçlanmasına rağmen aynı dosyadan sayısız kere içeri alındım. Ama her defasında yılmadan kaldığım yerden devam ettim. 1992 yılında Tarsus’a dönerek ilk devrimci radyo olma özelliğini taşıyan radyolardan biri olan Özgür Radyo’yu kurdum ve 1994’e kadar yönettim. 1996 yılının başında tekrar tutuklandım. 2000 yılının 19 Aralık’ında “Hayata Dönüş Operasyonu” adı altında hayattan alışa dönüşen bir operasyonla F-Tipi zindanına yaralı olarak kapatıldım. Burada yürüttüğüm Ölüm Orucu eyleminin 205. Gününde zorla müdahale edilerek sakat bırakıldım. 2001 yılında ölmek üzereyken bıraktılar. Bu durumdayken bile üretmeye gücüm yettiği oranda devam ettim. 2008 yılında hem atölyem kundaklandı hem de kendi evimde suikaste uğradım. 2009 yılında ise yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Ve fakat hala kesintisiz üretimime devam ediyorum.
İLKOKULDAN BERİ EDEBİYATLA İLGİLENİYOR
Edebiyata olan ilginiz nasıl gelişti. İlk edebi anlamda ne zaman bir şeyler üretmeye başladınız?
Edebiyata olan ilgim, ilkokuldayken yazdığım şiirin birinci olmasıyla ve şiirimi okul sahnesinden tüm okula okumamla başladı. Ortaokulda şiir ve kısa öykü denemelerim oldu. Hapishane ise resim ve edebiyatta ilerlememi sağladı. Lisede tiyatro-resim ve şiirde çok iyi derecelerim ve ödüllerim oldu. İlk tiyatro oyunumu da lise yıllarında yazdım.
Bundan birkaç yıl önce Rahman'ın Kavalı adlı kitabınızı yayınladınız. Bu kitabı elimize aldığımızda nasıl bir içerik bizleri karşılıyor. Kitapta ne anlattınız?
Rahman’ın Kavalı’nın ilk basımı 2017’de, ikinci basımı 2019’da yapıldı. Almanca baskısı da oldu. Rahman’ın Kavalı’nda yer yer güleceğiniz, yer yer ağlayacağınız; kimi zaman içsel yolculuklarla pişmanlıkları ve çıkmazlıkları yaşayacağınız ama hiç umutsuzluğu yaşamayacağınız bir içerik karşılıyor okuru! Rahman’ın Kavalı insan kaçakçılığı ve bu yolda kaçak göçmenlerin yaşam mücadelesini anlatıyor.
BEŞ KİTAPLIK SERİ YOLDA!
Şu sıralar neler yapmaktasınız, sizden kısa bir süreçte yeni bir kitap görecek miyiz?
Beş kitaplık bir yolculuğa başladım. Beş kitaplık bir seri. Üst başlığı ‘Ankara’da Ölüm Hikayeleri’. İlk kitabın adı: “ILGIN/Yitip Gidenim Olma”. Şu anda baskıda ve Mayıs sonu çıkacak ve raflardaki yerini alacak. Editörlüğünü sevgili Derya Özmen yaptı. Diğer dört kitapta da ‘ILGIN/Yitip Gidenim Olma” kitabımda olduğu gibi editörlüğünü Derya Özmen üstleniyor. “ILGIN/Yitip Gidenim Olma” baskıya gittiğinde iki haftalık tembellik yapma hakkımı kullandım. Ama editörümün tembellik hakkımı elimden almasıyla yeni romanın çalışmalarına başladım. Aynı zamanda bir kısa film çalışmam var. Onun senaryosu tamamlandı. ‘Motor’ diyeceği günü bekliyor. Resimle ilgili bir projem var. Ama o proje biraz zaman isteyen bir proje.
Aslında ben birazda Türkiye'den göç hikayenizi merak ediyorum, buradan göç etmekteki sebebiniz ne idi?
Başta da söylediğim gibi Ölüm Orucundan kaynaklı Wernicke-Korsakoff Sendromuna bağlı olarak yaşıyorum. 2008 yılına kadar göç etme gibi bir düşüncem yoktu. Türkiye’de hayatta-ayakta kalmaya çabalıyordum. Grafik-Logo-Web Tasarım Ajansı ve Atölyesi kurdum ve çalıştırdım. Bundan rahatsız oldular. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin İstanbul’a mahkemeyi taşıyarak, benim hakkımda “gözaltına bile alınmaması…” kararına rağmen, sürekli almaya çalışmaları ve bunun daha ileri giderek ofis-atölyemin kundaklanması ve daha sonra da kendi evimde yemeğime zehir katılarak öldürülmeye çalışılmam sonucu yurtdışına çıkmak zorunda kaldım.
29 KİLOYA KADAR DÜŞTÜ
Hiç unutamadığınız bir anınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?
2001 yılının sonbaharında beni eve getirdiklerinde 29 kilodan 34 kiloya yeni çıkmış, yatalak vaziyette yatağımda uzanıyordum. 10 yaşındaki oğlumu yanıma getirdiklerinde, yılların hasretliğiyle elini tuttuğum anda kulağıma eğilerek şöyle dedi: “Babacım yanına yatabilir miyim?” Bu anı unutmak mümkün değil.
Aynı zamanda resimle de uğraşıyorsunuz. Ne türde resimler çiziyorsunuz?
Genelde tuale yağlı boya ve akrilik boya çalışıyorum. Öz-Biçim-Hedef Kitle disipliniyle Soyut-Gerçekçilik formülasyonuyla resim yapıyorum. Konularımı toplumsal olaylardan seçiyorum ve devrimci-muhalif kimliğimle sanatsal üretimimi gerçekleştirmeye çabalıyorum.
Hem Türkiye'de bulunmuş hem de yurt dışını görmüş biri olarak sanata ve sanatçıya bakış açısındaki farklar nedir?
Şöyle söylemek sanırım kestirmeden sonuca ulaşmak adına kolay olacaktır; Türkiye’de yazdığınız için, resim yaptığınız için hapishane veriyorlar, tablolarınıza el koyuyorlar ve hatta tablonuzu bile tutukluyorlar. Burada ise sanatsal üretim yapmanız için teşvik ve destek veriyorlar. Yaptıkları sanat için yakmıyorlar!
MESAFE AÇILMAYA DEVAM EDİYOR
Bizim eksiğimiz nerede?
Kültür ve Sanat üst yapı kurumudur. Ekonomik-Siyasal Sistem kendi kültürünü topluma dikte ederek yerleştirir. Doğal olarak, içinde yaşamaya mahkum bırakıldığımız sistem demokrasi yoksunu bir sistem. Demokrasinin olmadığı yerde “zor” vardır, “yasak” vardır. Toplumsal-devrimci sanatçı ise sanatıyla bunlara karşı mücadele verendir. Bizim ülkemizde sistem toplumsal-devrimci-muhalif sanat ve sanatçıyla halk arasındaki mesafeyi açmaya devam ediyor. Burada taşın altına elini koyması gereken bizler sanatımızla daha yüksek bağıramıyoruz. Ahhh… Bir bağırabilsek; kağıttan sarayları yırtılacak, saltanatlıkları yerle bir olacak ve yeniden Anadolu’muza güneş doğacak. Ama şunu da unutmayalım: O gün her zamankinden daha yakın! Yavaş yavaş o noktaya doğru geliyoruz.
Ben aslında bu konuda biraz şu şekilde bakıyorum: Bizim gibi toplumlarda sanat biraz lüks kalıyor. İnsanlar aç ve karınları doyuramıyor. Haliyle böyle bir toplumda sanata bakış açısının gelişmesini bekleyemeyiz. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Toplumsal sanatın amacı karanlığa bir ışık olmak, daha iyiyi, güzeli, doğruyu, özgürlüğü işaret etmektir. Yani sistemin elinden, topluma ait olan, sanatı koparıp almaktır. Bu anlamda halk denilen toprakta bunun tohumu gömülü ve dahi hiç olmadığı kadar var. Yoksulluk, açlık, işsizlik, ve kadın cinayetleri, çocuk istismarına kadar her şey ama her şey var. Toplumsal-Devrimci-Muhalif Sanatçıya düşen toprakla kaynaşmayı bekleyen tohumları köylü duyarlılığıyla işleyip, topraktan fışkıracak filizlere dönüştürmektir. O yüzden “elit” sanat ve sanatçı için buradan malzeme çıkmaz ama halkın gerçek sanatı ve sanatçıları için demokrasi mücadelesi verme zemini var.
Eklemek istedikleriniz nedir?
Fırtınalar içinde, keskin bıçak sırtında yaşasak da… Yokluğun, yoksulluğun yoksunluğun ve dahi açlığın pençesinde kıvransak da… Hapishaneleri, hastaneleri ve dahi mezarlıkları bizlerle doldursalar da gelecek güzel günlere umudumuzu gönderelim. Kahkahalar dolusu, yürek dolusu ve dahi uçar kanat çocuk sevecenliğiyle gülelim. Çünkü gülüşümüzden korkuyorlar! Korkanları korkularından alı koymayalım! Merhaba!
Haber Merkezi