Coğrafyası değil, toprağı olan bir sanatçı

Oyunculuktan pazarcılığa giden bir yol, coğrafyası değil toprağı olan ozanlara duyulan kadim bir aşk, ‘Yerli dizi yersiz uzun’ diyenlerin aksine ‘yasa’ mücadelesi veren bir oyuncu, “Oyunculuk her yerde oyunculuk değildir” diyen bir tiyatrocu: Teoman Kumbaracıbaşı


  • Oluşturulma Tarihi : 06.05.2019 10:27
  • Güncelleme Tarihi : 06.05.2019 10:27
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Coğrafyası değil, toprağı olan bir sanatçı

SULTAN GÜMÜŞ / RÖPORTAJ
‘Sevgili beyaz adam! Doğarım, siyahım. Büyürüm, siyahım. Güneşlenirim, siyahım. Üşürüm, siyahım
Korkarım, siyahım. Hastalanırım, siyahım. Ve ölürüm, hala siyahım. Ve sen beyaz adam! Doğarsın, pembesin. Büyürsün, beyazsın. Güneşlenirsin, kızarırsın. Üşürsün, morarırsın. Korkarsın, sararırsın. Hastalanırsın, yeşilsin. Ve ölürsün, grisin. Ve hala utanmadan bana renkli dersin…’

Afrikalı bir ozanın bu sözlerini hatırlatarak yaşama dair mottosunu aktaran dizi, film ve tiyatro oyuncusu aynı zamanda müzisyen Teoman Kumbaracıbaşı ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Kumbaracıbaşı’nı bir oyuncu olarak tanıyoruz, ekranlardan biliyoruz, birçok kişiye yabancı değil aslında. Fakat bilinmeyen sayısız yönleri de var. ‘Yerli dizi yersiz uzun’ kampanyasına karşı çıkarak tek çözümün ‘fazla mesai’ olduğunu ve bunun yasalaşması gerektiğini, sendika temsilcisinin yapımcıdan büyük olduğunu, oyuncuların değil, set işçilerinin sömürüldüğünü ve sette yaşanan iş cinayetlerinin yasalarla önlenmesi gerektiğini savunan Kumbaracıbaşı, kendisini endişelendiren tek şeyin ‘insan hayatı’ olduğunu vurguladı.
“BİR ÇOCUĞUN BURNU DAHİ KANIYORSA”
Yazı Tura, Aşka Sürgün, Eyyvah Eyvah, Fi-Çi, Avlu, Kördüğüm ve Bir Deli Rüzgar gibi projelerde oynayan Kumbaracıbaşı, ülkenin karanlık bir döneminde reçeller yapıp pazarda satmaya başladı; annesinin küçükken öğrettiği ve ‘içindekiler’ kısmına ‘Emek, özen, iyi niyet’ yazdığı süt reçelini köyün kadınlarına tanıttı. Arjantin doğumlu olmasına rağmen Köroğlu gibi ozanların sözlerini müzikle birleştiren Kumbaracıbaşı, farklı bir kültürün içerisinde doğmasına karşın ‘coğrafyası değil toprağı olan’ ozanların ‘alternatif müzik’ mücadelesine destek verdi. Konseri ve uçak biletleri iptal olmasına rağmen menajeriyle birlikte otobüse atlayıp İzmir’e gelmesi ve genç bir grubun evinde şarkılar söylemesi en yakın örneği. “Bana gerçek mesleğimi sorarsanız ilk önce müzisyenim sonra oyuncuyum” diyen Kumbaracıbaşı, Acaipademler ve Kara Kutu Portakaldır müzik grubunun da gönüllülerinden oldu. Attıkları her adımın bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu kaydeden Kumbaracıbaşı, canlı-cansız herkesin ve her şeyin bir yaşam hakkı olduğunu savunduklarını ve bu doğrultuda mücadele ettiklerini vurguladı. “Benim hayalim hiç fiske görmemiş, hiç kötü söz işitmemiş, bir başkası tarafından da dayak yememiş, baba korkusu taşımayan bir çocuk büyütmekti” diyen Kumbaracıbaşı, tüm insanlara şöyle seslendi: “Eğer bir çocuğun burnu dahi kanıyorsa bu memlekette, bütün insanların toplanıp ‘Biz nerede hata yaptık?’ diye düşünüp tekrar kendine bakması lazım.”
ÖNCE MÜZİSYEN SONRA OYUNCU
Bir oyuncu olarak sizi tanıyoruz, ekranlardan biliyoruz birçok kişiye yabancı değilsiniz aslında. Fakat bilinmeyen yönlerinizi de ekleyerek sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
İnsanlar en çok ne yapıyorsa oradan tanıyorlar. En çok demek ki televizyon izleyip oradan biliyorlar. Sinemadan tanıyanların sayısı da az değil. Şimdi müzikten de yavaş yavaş duyuluyoruz. Bütün Anadolu’da konserler verip müzikten de tanımaya başladılar. Ama bana gerçek mesleğimi sorarsanız ilk önce müzisyenim sonra oyuncuyum. Daha çok oyuncu kimliğimle ön planda olduğum için oradan biliyorlar ancak bu süreç zamanla değişecek.
Birçok sanatçı birileri tarafından keşfedilerek ekranlara ‘merhaba’ dedi. Siz de birileri tarafından keşfedilerek mi buralara geldiniz, yoksa başarı basamağını kendiniz mi çıktınız?
Kolektif sanatlarda aslında keşif diye bir şey yoktur. Siz iyiyseniz birisi zaten görür ve der ki, ‘Bu çocuk iyi, biz bu çocukla çalışalım’. Ben sinemaya ‘Yazı Tura’ filmi ile başladım. Ve ben bir audition kazanarak o filme seçildim. Ama o filme seçildiğimde ben zaten 15 yıl boyunca tiyatroyla ilgileniyordum. Beni auditiona alan insanlar daha öncesinde beni hiç sahnede seyretmemişlerdi. Keşif deyince aslında biraz zorlanıyorum. Keşfetmek için gidip seyretmek lazım. Filmcilerin ve tiyatrocuların birkaç belli başlı tiyatro dışında gezdikleri bir tiyatro olmadığı için zaten böyle bir keşif söz konusu değil. Vitrin tiyatrolar var, o tiyatrolara gidip oyuncu beğeniyorlar ama şöyle bir şey de var. Her sahnede iyi olan televizyonda ve sinemada başarılı olmuyor. Çünkü tiyatrocuların beynelmilel bir lafı vardır. Derler ki ‘Oyunculuk her yerde oyunculuk değildir.’ Televizyonda iş farklıdır, sinema biraz daha farklıdır, tiyatro apayrıdır. Kökeni oyunculuktur ancak nüansları vardır. Bu nedenle tiyatrodan sinemaya geçen herkes başarılı olamıyor. Olmasını da bekleyemeyiz. Ben şanslıydım. Hepsinden ayrı zevk alıyorum. Ancak bir kez daha vurgulamak gerekirse gönlümde yatan aslan müzik.
Hem film ve dizi oyuncusu, hem tiyatro oyuncusu, hem de bir müzisyensiniz. Sanatın birçok dalında yer alıyorsunuz. Farklı gömlekler giymek, bu gömlekleri değiştirmek nasıl bir duygu?
Açıkçası bunlara bir kıyafet benzetmesi yapamayacağım. Aslında insani olan bir şeyle ilgileniyorum. Yani bana orada başka bir kişinin yazdığı karakteri de canlandırsam, başka bir ünlünün şiirini de bestelesem aslında hepsi benim vicdanımla yoğruluyor. Bu vicdan bir oluşum. Oluşum da ancak sizin birlikte olduğunuz insanlarla gelişebilen bir şey. Vicdan doğuştan sizde olan bir şey değil. Küçük bir çocuk doğar doğmaz sizin elinizi ısırabilir, parmağını gözünüze sokabilir. Çünkü ne yaptığını bilmez. Vicdan gelişebilen bir şeydir. Bütün bu enstrümanlar insanı daha çok insan yapabilmek için var. Onun dışında bir amaca hizmet ediyorsa ben zaten orada olmak istemiyorum. Bu nedenle bazen bazı televizyon dizilerinde olabiliyorum bazen ise olamıyorum. Ancak konserlerimiz öyle değil. Konserlerimizde bize kimse neyi, ne kadar, nasıl çalacağımızı söylemiyor. Biz buna grup olarak karar veriyoruz. Gerçekten içimizden geçen, kalbimize sinen şarkıları söylemeye çalışıyoruz.
“FAZLA MESAİ” ÇAĞRISI
Okuduğum bir röportajınızda dizi ve film sektöründe yaşanan sıkıntılardan dolayı ara verdiğinizi söylemişsiniz. Çok özel olmayacaksa eğer bu sıkıntılardan söz açabilir misiniz? Çünkü birçok oyuncunun ‘tükenmişlik sendromu’ ifadesiyle kariyerini bıraktığını gördük. ‘Yerli dizi yersiz uzun’ mu sahiden?
Ben ‘Yerli dizi yersiz uzun’ kampanyasına karşı çıkmıştım. Çünkü dizilerde oyuncular olağanüstü yorulmuyor. Dizide yorulan insanlar set işçileri, kameramanlar, ışık ekibi, makyözler, kuaförler… Yani oyuncular dışındaki ekip sürekli çalışıyor. Ancak oyuncular sürekli çalışmıyor. Başrol oyuncuları ise zaten başlarına ne geleceğini diziye başlamaya karar verdikleri an biliyor. Dizi süresini kısaltarak bu problemi çözemeyiz. Senelerdir bunu dile getiriyorum. Bir kez daha buradan dile getireyim. Tek bir çözümü var, ‘fazla mesai’. Fazla mesai ödediğiniz anda yapımcı hesap etmeye başlar. Cebinden fazla para çıkacaksa 12 saatin sonunda seti durdurur, ertesi güne taşır. İlk 4 saati yüzde yüz zamlı, ikinci 4 saati yüzde 200 zamlı yaptığınız fazla mesaide hiçbir yapımcı set işçisini 14 saatten fazla çalıştıramaz. 14 saat çalıştırdığınız bir insanın da dinlenme süresi vardır, o dinlenme süresine de el koyamazsınız. Siz bunu kanunla bağlayamazsanız bu iş çözülemez ve çözülmüyor da. Önemli olan dizinin kısa çekilmesi değil, kaç saat çalıştığımız. Önemli olan fazla mesai ödemek. Fazla mesai ödediğiniz an set çalışmaya devam eder. Bu yasayla değişir ancak yasa da bir türlü çıkmıyor. Bütün dünya bunu bu şekilde çözmüştür. Buluşçusu ben değilim. Ancak fazla mesaiden bahseden çok nadir insan vardır. Bunlardan biri de benim.
Sizin ara vermenize neden olan tek şey bu değil sanırım…
Elbette. Ödemeler dengesi korkunç. İnsanlar TV izledikleri zaman para vermiyorlar. Ama seyrettikleri reklamlar dizilere para kazandırıyor. Ülkenin ekonomisi kötü olunca otomatik olarak birinci uğradığı yer eğlence sektörüdür. İnsanlar eğlenmeye çıkmaz fakat televizyonda eğlenmeye devam eder. Reklam veren şirketlerin ekonomileri kötü gittiği için ve vatandaş tüketimden uzaklaştığı için daha az para kazanılıyor, daha az para kazanılınca da daha az para ödeniyor, daha az para ödenince yapımcılar set çalışanlarına ve oyunculara paralarını ödememeye başlıyor. Bizim 6 saatte bir yemek yeme hakkımız vardır. Bu sürekli ihlal edilir. Yorulup bayılanlar var, dizi setinde iş cinayetine kurban gidenler var, sigortasız çalıştırılanlar var. Kanunla çözülebilir her şey. Diyeceksin ki, ‘Sigortasız işçi çalıştıran seti kapatın’. Devlet tarafından görevlendirilen sendika temsilcileri denetimi sağlayacak. Hiçbir film, hiçbir kare insan canından kıymetli değil. Sendika temsilcisi yapımcıdan büyüktür. Siz işçinin hakkını, güvenliğini, sağlığını, eve gidiş-gelişini sağlamakla mükellefsiniz. Biz sizin ortağınız değiliz. Daha çok çalışınca bize daha çok para vermiyorlar. Ama dizi az para kazanınca bizi işten atıyorlar.
OYUNCULUKTAN PAZARCILIĞA
Dizi ve film sektörünün gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Birçok dizi henüz yeni başlamışken final oluyor. Filmler ise eskisi kadar rağbet görmüyor. Bu sizi endişelendiriyor mu?
Hayır, endişelendirmiyor. Beni endişelendiren şey insan hayatı. Sektör aslında gelişiyor. Gelişirken de şunu unutuyor insanoğlu. Biz setlerde iş cinayetlerine tanık oluyorsak bir şeyleri yanlış yapıyoruz.
Oyunculuktan pazarcılığa giden bir yolculuğunuz oldu. Reçeller yapıp pazarda satmışsınız. Bu süreci bizlerle de paylaşabilir misiniz, halen devam ediyor musunuz?
Şimdi reçel yapmıyorum ama tekrar yağacağım. Özellikle süt reçeli. Onu köyde meşhur ettik, bilmeyen kalmadı. Ancak şöyle söyleyeyim ben oyunculuğa başladığım zaman annem-babam şunu söylemişti, ‘Aç kalacaksın’. Ben de demiştim ki, ‘Bir gün aç kalırsam pazarda limon satarım’. Fakat daha iyi bir fikir oluştu, süt reçeli sattım kendime baktım. Ülkenin karanlık bir dönemi, insanların ne yapacaklarını ya da ne yapmayacaklarını bilemediği bir dönemdi. Ben boyun eğmedim. Gidip büyük bir mutfak yaptım. Şimdi ise başka fikirlerim var. İstanbul’da değil İznik’te yaşıyorum. Orada başka hayallerim var, onlarla ilgileniyorum.
71 Arjantin doğumlusunuz. Anneniz oralı. Köroğlu gibi ozanların sözlerini müzikle birleştiriyorsunuz. Farklı bir kültürün içerisinde doğmanıza rağmen sizi bu ozanlara iten nedenler nedir?
Bütün büyük ozanların sadece dilleri ve coğrafyaları farklı, söyledikleri şeyler aynı. Eğer siz biraz gözünüzü açmak isterseniz ya da gözünüzü açıp da yolunuzu kaybetmişseniz başvuracağınız ilk insanlar ozanlardır. Çünkü ozanlar bütün hayatları boyunca biriktirmiş oldukları deneyimleri ilmikten defalarca geçirdikten sonra size söyleyeceklerini söyler. Düşünmeden, hissetmeden, içine sinmeden bir şeyleri söylemezler. O yüzden ozanın coğrafyası yoktur. Toprağı vardır. O toprakla ifade edilir. O ülkenin adı yüzyıllar boyunca değişmiştir. Ama topraklar değişmemiştir. Burası Anadolu toprağı. Toprak binlerce yıldır domates veriyor. Siz bir tane ekiyorsunuz, o bin tane veriyor. Size bakar, büyütür, ozanları yetiştirir. Dünyanın her coğrafyasında ozanlar yetişiyor, yetişmek zorunda. Başka alternatifi yok insanın. Biz aslında bugün barış içerisinde nasıl yaşayacağımızı biliyoruz. Sadece uygulamıyoruz.
“HER YERDEN BESLENİYORUM”
Dinleyici kitlesinden aldığınız tepki nasıl?
Şaşırtıcı derecede çok iyi. Evet, şu an siz de şaşırdınız. Ama halkı sakın küçümsemeyin. Halkı sadece politikacılar küçümsüyor, sanatçılar asla küçümsemez. Siz Neşet Ertaş’ı bugüne kadar birinin küçümsediğini gördünüz mü? Küçümseyebilme ihtimalini düşündünüz mü? Hayır. Çünkü yakıştıramazsınız.
Peki, siz kimleri dinlersiniz?
Birini söylesem diğeri eksik kalacak, diğerini söylesem öbürüne ayıp olacak. Çok büyük ozanlar, çok büyük gitaristler, saz ustaları, ney ustaları var. Klasik müzikten, halk ezgilerine kadar dinleyemeyeceğimiz müzik yoktur. İçimize sinen vardır, sinmeyen vardır. Ben iyi bir müzik dinleyicisiyim. Her yerden besleniyorum. Sevmediysem eğer yanılma ihtimaline karşı bir dinlediğimi bir kez daha dinlerim. Hatta sevdiğim bir arkadaşım öneriyorsa onu hiç imtina etmeden defalarca dinlerim. Müzik dinleyerek insan kötüleşmez, güzelleşir. Müzik şu anda bizim hayatımızı kapsayan tek şey. Gözümüze sokulmayan, maruz kalmadığımız müziklerin peşinden gitmemiz lazım.
Müzik, film, dizi, tiyatro… Bu alanlara ilişkin yeni projeleriniz / hedefleriniz var mı?
Dizi ve film ile ilgili benim çok fazla projem olamıyor. Ama müzik için çok projemiz var. Bizim şu an ki grubumuzun adı ‘Kara Kutu Portakaldır’. ‘Acaipademler’ ise eski grubum. Biz bu dünyadan göçüp gittiğimizde arkamızdan bir kara kutu bırakacağız ve rengi portakal olacak. İçinde yaptığımız bütün şarkılar, konuşmalar, sohbetler, yazılar, fotoğraflar yer alacak.
Eminim ki tüm rolleriniz sizin için değerlidir. Fakat muhakkak ki iz bırakan bir karakter olmuştur. Sizi en çok etkileyen film ve diziniz?
Beni en çok etkileyen değil de, içinde olmaktan en çok hoşlandığım bir filmim var. Son çektiğim film ‘Mavi Sessizlik’. Türkiye’de vizyona girmedi.
Hangi tip karakterleri oynamayı seviyorsunuz?
Ben kötü adam olmayı seviyorum. Çünkü kötü adamın nasıl olabileceğini ancak oynayınca bilebilirsiniz. Sanat bunun için vardır. Yapın bütün kötülüklerinizi, kimse zarar görmüyor.
“YAŞAM HAKKI” VURGUSU
Küçücük bir evde kocaman bir dünyaya açılıyorsunuz. Mütevazılığınız, evde yapıp motorunuzla tezgaha götürdüğünüz reçeller, oluşturduğunuz müzik grubu bunun bir örneği. Peki, yaşama dair mottonuz nedir?
Yaşam hakkı. Denizlerin, ovaların, bulutların, nehirlerin, dağların, ormanların, canlı-cansız tüm varlıkların ve en önce çocukların yaşam hakkı. Bu yaşam hakkı etrafında örgütlenen kim varsa savaştan yana olmaz. İnsanlar yaşam hakkı etrafında örgütlenebilmeli –ki bu bir ideoloji değil. Sen dağı oyamazsın. O dağ ben bakayım diye var. Sen ormanı kesemezsin. Senden bağımsız olarak yüzyıllardır o orada var. Sen çocukları savaşa sürükleyemezsin. Sen bulutlara dokunamazsın. Sen nehirlerin suyunu kirletemezsin. Sen bir gram altın için orada yaşayan köylüleri bertaraf edemezsin. Bu gün edersin yarın o doğa senin üzerine yıkılır. Eğer bir çocuğun burnu dahi kanıyorsa bu memlekette, bütün insanların toplanıp ‘Biz nerede hata yaptık?’ diye düşünüp tekrar kendine bakması lazım. Çocukları değersizleştiren ne varsa hepsinin yeniden düzenlenmesi gerekir.
‘Öncelikle çocuklar’ diyorsunuz her defasında. Siz oğlunuz Deniz’e karşı nasılsınız?
Benim hayalim hiç fiske görmemiş, hiç kötü söz işitmemiş, bir başkası tarafından da dayak yememiş bir çocuk büyütmekti. Bunu başardım. Zaman zaman şakalaştığımızda ben Deniz’e, ‘Oğlum eğitimde dayağın öneminden bahsedebilir miyim?’ diyorum. Oda gülümseyerek, ‘Sen bana kıyamazsın ki’ diyor. Hiçbir korkusu yok bana karşı. Ben baba korkusu taşımayan bir çocuk büyüttüm. Benim için yeterliydi bu. Bazı şeyleri eksik yaptım ama bunu yaptım.
Evcil hayvan besliyor musunuz?
İki köpeğim var. Daha doğrusu ben onların insanıyım.
Motosiklet özgür ruhu simgeliyor. Bir başınıza uzun yolculuklar yapmayı, doğayla baş başa kalacağınız farklı coğrafyalara gitmeyi düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum değil, yapıyorum. Ben düşündüğümü anında yaparım. Hemen gerçekleştirdiğim için de bazı durumlarda yırtıcı ve çok fazla ateşli kalabiliyorum. İletişimde de zaman zaman problemler yaratabiliyor. Ancak çok kısa bir hayatımız var. Bu şanslı hayatı ne kadar sürdüreceğimizi bilemiyoruz. Ve ben bu hayattaki en şanslı insanlardan biri olduğumu düşünüyorum. Gece yarısı bile olsa yardımıma koşacak müthiş dostlar edindim. Bu benim için oldukça önemli. Çünkü siz en yakınınızdaki insanlarla dahi iletişim kurmayı başaramıyorsanız topluma da söyleyecek bir şeyiniz yoktur.

Haber Merkezi