“Doğru slogan iktidarın mülteci politikalarını istemiyorum olmalı!”

Günden güne artan mülteci düşmanlığı ekseninde “Ülkemde mülteci istemiyorum” sloganını eleştiren Akdeniz, “Doğru slogan iktidarın ve emperyalizmin mülteci politikalarını istemiyorum olmalı” dedi


  • Oluşturulma Tarihi : 23.08.2021 08:56
  • Güncelleme Tarihi : 23.08.2021 08:56
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
“Doğru slogan iktidarın mülteci politikalarını istemiyorum olmalı!” haberinin görseli

ÇAĞLA GENİŞ-RÖPORTAJ

Afganistan’dan yaşanan gelişmelerin ardından patlak veren göç dalgası Türkiye’de korkutucu gelişmelere zemin oluyor. Günden güne artan göçmen-mülteci karşıtlığı, nefreti şiddete ve linçlere dönüştürüyor. Geçen hafta Ankara Altındağ’da Suriyelilerin ev ve işyerlerine saldırıda bulunuldu, büyük bir linç girişimi yaşandı. Halkın büyük bir kısmı da artık açık bir şekilde mültecileri istemediklerini, mültecilerin gelişine karşı olduklarını dile getiriyor. Mülteciler ise tüm bu yaşananları büyük bir endişe ile takip ediyor. Peki ne oldu da nefret şiddete, şiddet lince dönüştü? Ortaya koyduğu politika ya da politikasızlıkla iktidar, ‘göndereceğiz’ ekseninde gelişen duruşuyla ise muhalefet nasıl bir sınav veriyor? Sağlıklı bir mülteci/göçmen politikası nasıl şekillenmeli? Medya, bu süreçte nasıl bir rol oynuyor? Toplumun tüm bileşenleriyle gidişat ne kadar korkutucu duruyor? Uzun yıllar mülteciler ve göçmen emeği üzerine saha çalışmaları yapan, haber ve makaleleri çeşitli gazete yayınlanan EMEK Partisi (EMEP) Genel Başkanı Ercüment Akdeniz ile konuştuk.

ENDİŞENİN KENDİSİ IRKÇILIK DEĞİLDİR
-Yoksul kesimlerden, ‘eğitimli’ kentli-orta sınıflara kadar geniş bir skalada seslendirilen mülteci düşmanlığına tanıklık ediyoruz. Türkiye’de ırkçılığın böylesine yaygın kabul görmesinin köklerini nerede aramalıyız? Ne oldu da nefret şiddete, şiddet linçe dönüştü? Bu sadece Afganistan’daki şiddet ortamı nedeniyle Türkiye’ye artan göç dalgası ile açıklanabilecek bir tablo mu?

Küresel iklim değişikliği, kuraklık, savaşlar, ekonomik kriz ve pandemi ile beraber hem dünyada hem de Türkiye’de toplumlar çok yoğun göç alıp verecekler. Bu sosyolojik gerçekle toplum yüzleşmiş görünmüyor. Son orman yangınları, sel ve depremlerde de görüceğiz ki özellikle iç göç çok yoğun yaşanacak. Türkiye’den dış göç de belirli bir ivme kazanacak. Dolayısıyla dünyamızın önümüzdeki 30 ve 50 yıllık geleceği çok büyük göçlerin yaşanacağını gösteriyor. Bu sosyolojik gerçek üzerinden hareket edilemez, sadece Afganistan ile Suriye denkleminde bakılırsa olgunun kendisini kabul etmek ve ona dair kalıcı çözümler bulmak konusunda çözümden iyice uzaklaşırız. Suriye göçünün 10. yılındayız. Bu 10 yıllık göç ve mültecilik serüveninin geldiği nokta hem mültecileri hem de Türkiye halkını çift taraflı olarak mağdur etti. Her iki taraf da ‘Bu daha ne kadar sürecek?’ diyor. Suriyeliler kandırıldıklarını düşünüyor. Çünkü savaş bir türlü bitmedi, verilen sözler yerine getirilmedi. Türkiye halkı da bence endişeleri taşıyor. Bütün bunların üzerine Afganistan’daki durum ve göç de bu endişeyi büyüttü. Araştırmalar zaten son Afganistan göçünden önce çok büyük bir toplumsal endişenin nefrete giderek öfkeye ve şiddete yönelebileceğine dair uyarılar veriyordu. Üstelik bu, mecliste bulunan partilerin tabanında neredeyse yüzde 50’nin üzerinde bir oranla dikkat çekici şekilde kendini gösterdi. Açıkçası bu tablonun çeşitli kaynakları var. 10 yıllık mültecilere herhangi bir statünün verilmemesi, Avrupa kapılarının kapanması, Türkiye’nin göçmen deposu haline gelmesi, geri dönüş yollarının açılmaması geleceğe dair endişeleri artırıyor. Dolayısıyla buradaki endişeyi toplam bir ırkçılığın ve şovenizmin beslendiği bir sosyolojik gerçek zemin olarak kabul etmek lazım. Ama endişenin ve tartışmanın kendisi ırkçı değildir. Irkçılık kendiliğinden oluşan bir şey de değildir. İşçilerin, emekçilerin, yoksul halkların ya da kentlilerin hükümet politikalarına ya da çözemedikleri sosyal sınıfsal çelişkilere dair tepkilerini bir siyasi yöntem olarak en alttakilere, toplumun en dezavantajlı kesimlerine yöneltilmesi neticesinde yaşanmaktadır. Dolayısıyla bunu bir siyasal müdahale ya da yönlendirme olarak okumak gerekir. 

-Sizce mültecilere karşı sömürünün, nefret suçlarının hatta linçlerin tavan yaptığı günlerde ortaya koyduğu politika ya da politikasızlıkla iktidar, ‘göndereceğiz’ ekseninde gelişen ve lokal meclislerde anayasaya aykırı kararlar almaya kadar uzanan duruşuyla ise ana muhalefet nasıl bir sınav veriyor? Bu fotoğraftan soruna dair bir çözüm, herkes için eşit ve insanca bir yaşam çıkabileceğini düşünüyor musunuz?

İktidar ümmet siyaseti doğrultusunda uzunca süredir dış politikasını bu eksene oturttu. Libya’dan Afganistan’a, Suriye’ye kadar uzanan bir çizgi... Ve maalesef Türkiye’yi maceralara sürükleyen bir çizgi... Biz şimdi buradan soruna göç boyutuyla baktığımızda şunu görüyoruz. Bu çizgi ümmet toplumu yaratmak ve bu toplum içerisindeki toplulukların bir parçası olarak göçmenleri ya da sığınmacıları bir teba toplumu olarak görme anlayışıdır. Bu anlayışın kendisi din kardeşliği gibi argümanları kullansa da aslında burada gerçek olan mültecilere hakların verilmediği, eşit haklar kavramının hiç gündeme gelmediği, haksız hukuksuz bir teba kardeşliği dayatılmaktadır. Yani işçi sınıfı içerisine karışan ve onun bir parçası olan mülteci göçmen işçiler en ağır, en pis, en tehlikeli işlerde, kuralsız çalıştırıldılar ve bunun üzerinden çok büyük zenginlikler yaratan bir Türkiye burjuvazisi hatta onunla birlikte hareket eden savaştan kaçmış bir Suriye burjuvazisi var. Dolayısıyla bu açıklamaların kendisi iktidarın aslında göçmenleri ne şekilde sömürdüğünün ve sermayeye hizmet ettiğinin de bir fotoğrafıdır. Muhalefet partisi CHP ya da İYİ Parti’ye baktığımızda açıkçası Millet İttifakı içerisinde göçmen düşmanlığı ya da mülteci karşıtlığıyla öne çıktığı görünen İYİ Parti’nin Millet İttifakı’na rengini vermeye başladığını, toplumda oluşan endişeleri şoven kışkırtmalarla oy deposuna çevirmeye çalıştığı ve bu konuda Millet İttifakı partilerini de etkilediğini görüyoruz. Yani İYİ Parti CHP’ye yaklaşmıyor, CHP İYİ Parti’ye yaklaşıyor. Bu son derece sıkıntılı bir durumdur ve bütün sosyal demokratların bunu tartışması gerekir. CHP parçalı bir duruş sergiliyor, tutarlı bir duruş sergileyemiyor. Bolu Belediye Başkanı’nın açıklamalarında da bunu gördük. ‘Hangi CHP?’ diye bir soru sorulabilir. Suya 10 kat zam yaparak sürgünü dağıtan, ırkçılık yapan bir belediye başkanını temsil eden bir CHP mi, yoksa Tunç Soyer’in yaptığı gibi mültecilere sahip çıkmaktan söz eden bir CHP mi? Bu tartışmanın tüm parti içerisinde yapılması gerekiyor. Aksi takdirde kararsız, tutarsız, çelişkili açıklamalar Altındağ’da da gördüğümüz gibi ne kadar tehlikeli provokasyon çağrısı yapılırsa yapılsın ırkçı, şoven şiddete yardımcı olan bir pozisyon doğuruyor. 

MÜLTECİLER GERİ GÖNDERİLMEYE ZORLANAMAZ
-Sağlıklı bir mülteci/göçmen politikası nasıl şekillenmeli? Yani bir devlet neleri yapmalı ki hem insanca yaşamı kusursuz korumalı hem de faşist tepkilere fırsat tanımamalı?

Bizim EMEP Partisi olarak çözüm önerilerimiz şudur. Derhal AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması iptal edilmelidir. Türkiye AB’nin göçmen deposu yapılamaz. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği üzerinde basınç oluşturulmalıdır. Türkiye ve Türkiye sınırlarında iltica ve göç büroları açılmalıdır. Çeşitli kıtalardan Türkiye’ye gelen mültecilerin uluslararası devletler tarafından eşit ve güçleri oranında paylaşılması gerekir. Türkiye’de kalmayı düşünen özellikle burada doğmuş 700 bin Suriyeli çocuk başta olmak üzere kalıcı ve eşit yurttaşlığa yönelen karşılıklı entegrasyon politikasının devreye girmesi gerekir. Dönmek isteyenler için güvenli geçiş yollarının olması gerekir. Bunun için de komşu ülkelerle kardeşlik ve onların dönüşünü sağlayan uluslararası gözlemcilerin de olduğu bir güvenlik atmosferinin oluşturulması gerekir. Aksi halde mülteciler geri gönderilmeye zorlanamaz. Ve mutlaka göçmen emekçiler için, yerli işçilerle göçmen işçilerin birbirine düşmanlaştırılmasını önlemek üzere oturum ve çalışma izni verilmesi gerekir. Sendikalaşma özgürlüğünün yerli işçilerle beraber göçmen işçilere de verilmesi gerekir. 

-Klişe tabirle dördüncü güç olan medya, bu süreçte nasıl bir rol oynuyor? Ana akım ve ana muhalefete yakın medyanın nefreti körükleyici bir rol oynadığını düşünüyor musunuz?

İktidar medyası, havuz medyası diye tabir ettiğimiz kesim mültecileri AB ile pazarlık konusunda enstrüman haline getirme siyasetinin borazanlığını yapıyor. Ayrıca hak temelli bir yayın yapmıyor. Sahte bir sahiplenme çizgisi içerisinde. Buna karşılık ulusalcı ya da milliyetçi medya diye tabir edilen burjuva medyada da maalesef mültecileri dışsallaştıran, ötekileştiren, düşmanlaştıran bir yayıncılığa tanık oluyoruz. Bu fasit çemberin kırılabilmesi için kardeşlik ekseninde ve kalıcı çözümler çerçevesinde özgür basının Türkiye’de güçlenmesi gerekir. 

DOĞRU SLOGAN İKTİDARIN MÜLTECİ POLİTİKALARINI İSTEMİYORUM OLMALI
-Türkiye yeni ‘Altındağ’lar yaşar mı? Genel geçer bakışı, iktidarı, muhalefeti, toplumun tüm bileşenleriyle gidişat ne kadar korkutucu duruyor?

Ankara Altındağ olayları kanımca Türkiye’nin dördüncü büyük linç dalgasının başlangıcıdır. Korkutucudur. İlk üçü 2006, 2009 ve 2014’te yaşanmıştır. Bu kadar nefret siyasetinin ve propagandasının köpürtüldüğü bir yerde bu tür vahim saldırıların olması ve zincirleme gelişmesi olasıdır. Herkesin şapkasını önüne koyup bu çerçevede sonuçlar çıkartması gerekir. 

-‘Misafir’ kelimesi etrafında şekillenen, büyük sorun ilan edip göndermeyi çözüm gören dil de başlı başlına bir tartışma konusu. Bu bakış açısı ırkçılık mıdır, değil midir?

Bir kampanya oldu, ‘Sessiz işgale hayır. Ülkemde ülteci istemiyorum’ diye. Bu çok yanlış bir slogan. İyi niyetle hükümetin ve emperyalizmin çarpık göç ve mülteci politikalarını eleştiren insanlar bu tuzağa düşmemeli. Doğru slogan iktidarın ve emperyalizmin mülteci politikalarını istemiyorum olmalı. Geri gönderme diye bir tartışma olamaz. Geri gönderme zora dayanır, zoru getirir. Zorun olduğu her yerde de ırkçılık vardır. Geri gönderme değil, güvenli geri dönüş koşullarının sağlanmasıdır tartışılması gereken. Türkiye’de kalmak zorunda olan ya da kalmak isteyenler için de kalıcı çözümler, entegrasyon politikalarının devreye alınması gerekir. Misafir kavramı içi boş, uluslararası evrensel hakları yok sayan ve sürdürülemez bir stratejidir. İnsan, hakları ile var ise mülteciler de hakları ile birlikte vardır. Geri göndermeyi değil güvenli geri dönüş koşullarının sağlanmasının, isteyenlerin üçüncü ülkeye geçebilme hakkını, Türkiye’de kalanların da hakları ile birlikte bir arada yaşam ve entegrasyonunu savunursak o zaman bu tartışma ırkçı bir tartışma olmaktan kendini kurtarır.