İzmirliler, kadercilikten değil fakirlikten öldü

Araştırmacı-Yazar İlhan Pınar, İzmir tarihinde salgın hastalıklar ve karantina uygulamaları hakkında bilgiler vererek, Türklerin salgın hastalıktan çok kayıp vermesinin nedeninin fakirlik olduğunu söyledi

  • Oluşturulma Tarihi : 18.03.2018 08:29
  • Güncelleme Tarihi : 18.03.2018 08:29
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
İzmirliler, kadercilikten değil fakirlikten öldü  haberinin görseli

ÖZKAN PEKÇALIŞKAN

İzmir Tabip Odası’nın öncülüğünde düzenlenen 14 Mart Tıp Bayramı etkinlikleri kapsamında Osmanlı Dönemi’nde İzmir’de Veba ile Mücadele ve Karantina Uygulaması Araştırmacı-Yazar İlhan Pınar tarafından tarihi Basmane Gar’ında anlatıldı. Pınar, İzmir’in hafızasında yer almış veba ile ilgili Osmanlı döneminde İzmir’de nasıl mücadele edildiğine dair çarpıcı bilgiler verdi.

İzmir’in 16. yüzyılda küçük bir yerleşim yeri olduğunu belirten Araştırmacı-Yazar Pınar, “15. ve 16. yüzyılda İzmir iri bir köy gibiydi. İzmir, 1525’te 5’i Müslüman biri gayrimüslim toplam 6 mahallesi olan 3 bin nüfuslu bir yerleşimdi. 1575’de 3 mahalle daha eklendi ve 9 mahalle oldu. 17. yüzyıl başından itibaren İzmir liman kenti olarak önem ve değer kazanmaya başladı. Batı Avrupa’da gelişen ticaret anlayışının sonucu olarak İzmir’de İngiltere, Hollanda, Venedik ve Fransa’dan ticaret yapmak üzere insanlar gelmeye başladı. İngiliz, Fransız ve Hollandalılar kendi aralarında rekabet içindeydi. İzmir’in ticari anlamda liman kenti olarak önem kazanması kara ve deniz ticaretini ortaya çıkardı. Bunun sonucunda İzmir, salgın hastalıklara açık hale geldi” dedi.

VURDUMDUYMAZLIK VARDI

Araştırmacı-Yazar Pınar, İzmir’in tarihte deprem, yangın ve salgın hastalık gibi 3 ana felaketle karşı karşıya kaldığını ve deprem hariç diğerlerinin önlenebilir felaketler olduğuna dikkat çekerek, “İzmir Liman kenti olduğu için salgın hastalıklara maruz kaldı. Kolera, veba, tifüs en çok görülen salgın hastalıklardı. Veba, konusunda teşhis ve koruyucu önlem olmadığı için büyük kayıplar verildi. Şehre veba salgınını kara ya da deniz yolu ile geldiği tahmin ediliyor. 17. yüzyıl her yaz döneminde salgın hastalıkla karşı karşıya kalındı. 18. yüzyıl ortalarında Rahip Fra Luigi Pavia kendi kendine yöntem geliştirerek, İzmir’in adını veba konusunda dünyaya duyuruyordu. Erken dönem veba hastanesi Pavia Luigi tarafından kuruluyor ve şimdiye kadar hastalarının üçte ikisini kurtarıyordu. Aynı dönemde şehre gelen İtalyan hekim Eusibio Valli de veba konusunda başarılı işler yaptı. O dönemde vebaya yakalanan Türk yoktu. Valli, şehirde araştırmalar yaptı ve İzmirlinin vebaya karşı bir vurdumduymazlığı olduğunu gördü” diye konuştu.

HER MİLLETİN HASTANESİ VARDI

İzmir’de hemen hemen her yıl özellikle yaz aylarında görülen veba hastalığının, şehir idaresini önlem almaya zorladığını ifade eden Araştırmacı-Yazar Pınar konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bu bağlamda idare 1765 yılındaki, salgından sonra şehirde yaşayan milletlerin her birinin veba hastanesi kurmasını zorunlu kılmıştır. Aslında hastane olmaktan çok hastaları izole etmeyi amaçlayan bu uygulamaya İzmirliler ‘Ölümevi’ anlamına gelen Rumca ‘Mortakia’ adını verirler. Osmanlı Dönemi İzmir hastaneleri arasında; Hollanda Felemenk Hastanesi 1675, Rum Hastanesi 1723, İngiliz Hastanesi, Fransız Hastanesi, San Antuvan Hastanesi, Ermeni Hastanesi, St. Roche Hastanesi, Yahudi Hastanesi, İzmir Asker Hastanesi 1829, Gureba-i Müslimin 1851, İskoç Hastanesi, Emraz-ı Zühreviye Hastanesi, Eşrefpaşa 1908, Emraz-ı Sariye ve İstailiye Hastanesi (Suat Seren) (1910-Tecrithane) sayabiliriz.”

FRANSA’DAN YARDIM İSTENİYOR

İzmir’in 1833-1838 yılları arasındaki dönemi İzmir’in en çileli yılları olarak tabir eden Araştırmacı-Yazar Pınar, “İzmir’de 6 yıl boyunca süren bir salgın olmuş. Alman hekim Roeser, Doğu’daki hastalıklar üzerine araştırma yapmak üzere İzmir’e gelmiş. İzmir’deki veba salgınları ile önemli aktarımları var. İzmir Asker Hastanesinde çalışan doktorlar Foulle ve Parlatour ile görüşüyor. Daha sonrasında Sultan 2. Mahmut Fransa Kralından ticaret ve demografik yapıyı etkileyen veba salgını için bir hekim istiyor. Bunun üzere Fransa Kralı İzmir’e 1833 salgınında görev yapmak üzere Arsene François Bulard’ı gönderiyor. Bulard’ın İzmir’e geldiğinde gördüğü durum hoş değil. Hastaların karışık yatırıldığını görüyor ve ilk iş olarak disiplinli bir şekilde hastaları kategorize etmeye çalışıyor. En azından hastalar birbirinden etkileşmesin diye hastaları ayırıyor. Bulard İzmir’de inanılmaz bir etki yaratıyor. Hatta Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, Bulard’a bir mektup yazarak, Sultan 2.Mahmut’a karantina kurulmasını istemesi için istekte bulunuyor. 1838 İzmir’de veba salgınının görüldüğü son salgın yılıdır. Bunda Bulard’ın emeği çoktur. Bulard’ın hazırladığı ve Ticaret ve Ziraat Nazırlığına sunduğu Sağlıkta Reform Projesi 1829’da faaliyete geçiyor. İzmir’de ilk karantina uygulamasına 1840 yılında geçilir. Ancak Karantina, işlevini yitirip kalabalıklaştığı için daha sonra 1865’te Urla’daki Karantina Adası’na taşınıyor” şeklinde konuştu.

TÜRKLER, 5 BİNE YAKIN KAYIP VERDİ

Araştırmacı-Yazar Pınar, son olarak 1833-1838 5 yıl içinde Türklerin, salgın hastalıktan 5 bine yakın kayıp verdiklerini belirterek konuşmasını şöyle sonlandırdı: “İzmir’in nüfusu o dönemde; 58 bin Türk, 48 bin Rum, 8 bin Yahudi, 10 bin Katolik, 6 bin Ermeni olmak üzere 130 bin kişi olarak gözüküyor. Rumların 48 bin nüfusla salgın hastalıktan verdikleri ölü sayısı 400. O dönemde salgın hastalıktan ölen 4800 kişinin 4 bini Türklerden oluşuyor. Bulard, Türkler neden çok ölüyor diye kendi kendine soruyor. Daha önceki araştırmalarda, Türklerin bu kadar çok kayıp vermesi; kaderci oldukları ve hastalık konusunda tedavi almamalarına bağlanıyor. Ancak, Bulard sorgulamasında Türklerin kaderci olduklarına inanmıyor. Hastalıkların en büyük nedeni pislik ise bu durumda bir tezatlık olduğunu düşünüyor. Bulard, Türklerin yaşadığı yerler eğimli yol olduğu için yağmur suları burayı yıkıyor ve Türkler, zaten kültürleri gereği temizdir diye düşünüyor. Bulard, Türklerin vakit namazlarını kıldıkları için sürekli temiz olduklarını biliyor. Bulard, asıl nedenin yoksulluktan kaynaklandığını düşünüyor. Çünkü Türkler o dönemde zengin olmadıkları için ölen hastanın eşyalarını giyip tekrar tekrar kullanıyorlardı. Bu durumun da hastalığın yayılmasına ve devam etmesine zemin hazırladığını düşünüyordu.”