Kapitalizm çağında ahlak, sorumluluk ve iletişim üzerine derin bir yüzleşme: Etik yoksulluğu

Gündelik hayatın sıradan anlarında karşımıza çıkan etik kararlar, sadece bireysel değil toplumsal bir vicdanın aynası. Kapitalist sistemin şekillendirdiği yaşam tarzı, insan ilişkilerini ve ahlaki değerleri nasıl dönüştürüyor? Taşradan kentlere, sanattan siyasete uzanan çok katmanlı bir sorgulama...

  • Oluşturulma Tarihi : 11.06.2025 09:34
  • Güncelleme Tarihi : 11.06.2025 09:34
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Kapitalizm çağında ahlak, sorumluluk ve iletişim üzerine derin bir yüzleşme: Etik yoksulluğu haberinin görseli

SEMİ TEKTAŞ-SÖYLEŞİ/ Günümüzde etik, sadece felsefe kitaplarında tartışılan soyut bir kavram değil; her gün sokakta, evde, iş yerinde verdiğimiz kararların merkezinde yer alıyor. Ancak bireylerin birbirine karşı sorumluluk duygusu, kapitalist yaşam biçiminin etkisiyle giderek zayıflıyor. İnsan ilişkileri yabancılaşıyor, nezaket unutuluyor, tüketim göstergeleri ahlaki değerlerin önüne geçiyor. Taşrada büyüyen bir gözlemcinin kişisel deneyimleri ve düşünsel referanslarla örülü bu sorgulama; bireyin kendine ve topluma karşı sorumluluğunu yeniden hatırlaması gerektiğini vurguluyor. Habitus, dikeylik, askese gibi kavramlar eşliğinde yapılan bu çağrı, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan herkese sesleniyor. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü emekli Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sıdıka Yılmaz ile etik ve ahlak üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Toplumsal etik kurallarının bozulmasından kapitalizmin dünyada başarılı olma sebebine kadar bir çok konuda verimli bir röportaj gerçekleştirdik.

Etik ve ahlak kavramları gündelik hayatımızı nasıl şekillendirir? Bu kavramların teorik tanımlarından çok, günlük yaşamdaki somut etkilerine odaklanmak neden önemlidir?

Gündelik hayat etik meselesi ile doğrudan alakalıdır. Her ne kadar felsefenin alanı ise de, birbirimizle kurduğumuz ilişkilerde ister istemez bu kavramla karşı karşıyayız. Birbirimizi bunun üzerinde yargılıyor ve anlamaya çalışıyoruz. Etik neyin iyi ve neyin kötü olduğuna ilişkin ahlaki meseleleri tartışır, kavramsallaştırır. Bizler ise birbirimizi her gün her an değer yargılarımız üzerinden yargılar sorgularız. Felsefe kitaplarını okumasak da birlikte oluşturduğumuz bilgiler bizi iyiye ve kötüye doğru iter. Dolayısı ile günlük yaşamda sürekli olarak ahlaki yargılarda bulunuyoruz. Örneğin birileri için ‘hiç ahlaklı davranmadı’ diyoruz. ‘Ahlak’ bu anlamda gündelik hayatın ürettiği, orayı anlamak için kullandığımız bir kavram. Bu nedenle, kavramın etimolojisinden ya da nasıl tanımlandığından çok, günlük hayatta nasıl kullandığımıza odaklanmamız gerekiyor. Genel olarak ‘etik’ ya da ‘ahlak’ denildiğinde büyük meseleler akla geliyor: İnsan öldürmek, şiddet gibi büyük olaylar bu alanın konuları olarak görülüyor; oysa insanlar çok küçük şeylerle, hatta küçük görünen davranışlarla da birbirini incitebilir, ömür boyu kalıcı hasarlara neden olabilir. Çocukluktan itibaren bazı davranışların doğru, bazılarının yanlış olduğunu öğreniyoruz. Bourdieu buna habitus diyor. Yani hep birlikte üretilen bilgiler, alışkanlıklar doğrultusunda oluşturulan ahlaki kurallar bütünü, davranış haritalarıdır bunlar.  Ahlaki değerler böylelikle nesiller boyu üretiliyor ve biz de doğallıkla onların içinde kendimizi var ediyoruz. Böylelikle, toplumda nasıl davranmamız gerektiğine dair belli kalıpların içine doğuyoruz. Bunların hepsi birer yargı üretimidir. Bu nedenle ahlak ve etik, biz iletişimcilerin de ilgi alanında merkezi bir yerde durmaktadır.

Kapitalizmin bireyler arası ilişkileri dönüştürmesi, toplumsal sorumluluk duygusunu nasıl etkiliyor? Eskiden var olan birlikte yaşama kültürü günümüzde neden zayıfladı?

Bu konuya bir çözüm önerip öneremeyeceğimi bilmiyorum, ama üzerinde düşünüyorum elbette. Dostoyevski’nin bir sözü vardır: ‘İnsan yaşamdaki her şeyden sorumludur’ der. Biz bu sorumluluğu unutmuş durumdayız. Bencil bir dünyanın içinde savrulup duruyoruz. Kapitalizm oluşturduğu yaşam tarzı bir ötekiyle kurduğumuz ilişkiyi de değiştirip dönüştürdü. Ben taşrada büyüdüm, orada yetiştim. O çevrede komşular beni uyarabilirdi ve annemle babam bu duruma karşı çıkmazdı. Hatta ‘Ah, ne kadar ayıp etmişsin’ diyerek beni eleştirirlerdi. Taşrada herkes birbirini tanırdı ve herkes, bir şekilde, birbirinden sorumluydu. Çevrimiçi yaşam tarzında ise kimse kimseden sorumlu değil. Sokak bizler için yabancıların yer aldığı insani ilişkilerin işlemediği bir çerçeve sunuyor. Kağıt toplayan çocuk her an suç işleyebilir, sokak hayvanları potansiyel bir şiddet unsuru olarak görülüyor. Böylesi bir yaşamda ne ağaç, ne kuş ne çocuk ne de yaşlı güvenli bir ortamda kendisini var edemez.

Tüketim kültürü bireylerin kimliklerini ve birbirleriyle kurdukları ilişkileri nasıl şekillendiriyor? Nesneler üzerinden kurulan bu ilişkiler toplumsal ahlakı nasıl etkiliyor?

Bizi son derece bencil bir hayata hapsettiler. Kapitalist düzende ne kadar çok tüketirsen, o kadar varsın. Tüketim toplumu, insanlar arasındaki hiyerarşiyi daha görünür hâle getirdi. İnsanlar arasında mesafeler oluştu; birbirlerine yaklaşamaz, soru bile soramaz oldular. Kullandığı araba, yaşadığı mahalle, oturduğu site birer göstergeye dönüştü. Oturduğumuz mahalleler bile artık birbirimize olan bakış açımızı etkiliyor. Ben ilkokuldayken ya da ortaokuldayken, arkadaşlarımın anne babalarının ne iş yaptığını, zengin olup olmadıklarını bilmezdim. Siyah önlüğümü giyer, okula öyle giderdim. Ama şimdi, elimizdeki telefon bile bir gösterge hâline geldi. Bir insana ‘Merhaba’ deyip diyemeyeceğimiz bu sembollere bağlı. İyilik kötülük meselesinden çok edindiğimiz nesneler bizi temsil ediyor artık. Bu göstergelere göre birbirimizle ilişki kuruyoruz, ya da kuramıyoruz. Yoksulluk artık sessizliğe bürünmüş durumda, onların dünyası halının altına süprülmüş durumda, tüm dünyada bu böyle görünmezler ve hissedilmezler ve sevilmezler kategorisinde yaşıyorlar. Onlar büyük bir kesim için yoklar.

Kapitalist düzen insanı sadece maddi ihtiyaçlarla sınırlı, derslerinizde söz ettiğiniz ‘yatay’ bir yaşam biçimine mahkûm mu ediliyorlar? Sanat ve içsel derinlik (dikeylik) bu koşullarda nasıl mümkün olabilir?

Tüm dünya artık para üzerine dönüyor, siyaset işlevini yitirmiş, göstermelik bir oyun alanı. Siyasi partiler popülizm üzerinden varlıklarını devam ettirmeye çalışıyor; bu insan onurunun kalmadığı bir dünyadır. Eskiden insanın içinde bir utanma duygusu bulunurdu. Eğer toplum sizi utanılacak bir duruma düşürmüşse; pazara gittiğinizde domatesi, fasulyeyi alamıyorsanız, çocuğunuza bir şey götüremiyorsanız, gelirler azalmış ve yaşam standartları giderek düşmüşse; fakirlik ile zenginlik arasındaki fark uçurum gibi artmışsa burada utanma artık çoklu bir alanın duygusu haline geliyor; çocuklarımız, anne babalar, hala merhameti olanlar, yoksullar utanıyor. Yediklerinden utanıyor, yiyemediklerinden utanıyor, eksikliklerden utanıyor.  Nihan Kaya insan varoluşunun iki halinden söz eder: ‘Yataylık’ ve ‘dikeylik’ gibi iki yönümüz vardır. Yatay taraflarımız, bize dayatılan gündelik rutinleri ifade eder. Dikey taraf ise iç dünyamızdaki zenginlikle ilgilidir. Tiyatro, sinema, resim, edebiyat bu dikeyliği besler. Bize dayatılan hayat yatay düzlemdir, çalışırız, çocuk yetiştirmeye gayret ederiz, tatile çıkamayız, çocuklarımız okula gidemediği için çalışmaya başlar, kızlarımızı erken evlendiririz.  Bizler, sanatsal konularla ilgilenemiyor, başka dünyalara açılamıyor, deniz kenarında bir kentte oturup, denize giremiyor isek dikey yanımız gelişmiyor aksine köreliyor. Bunun adı mutsuzluktur, yokluk yoksunluktur, insanın insana zulmüdür. Eşlerini ya da sevgililerini öldüren insanların yataylık ve dikeylik durumu nedir? diye düşünme alanları açabiliriz kendimize. Hayatlarında hiç roman okumuşlar mı? Hiç sinemaya gitmişler mi? Biz, gerçekliği Dostoyevski’den, Tolstoy’dan öğreniyoruz. O romanlarda, insanın inceliklerini; kusursuz insan diye bir şeyin olmadığını, herkesin bir zaafı, bir tıravması olduğunu görüyoruz. İnsan, dikey hikâyesini geliştirdikçe bu tıravmalarla baş etmeyi öğreniyor. İçinde bulunduğumuz hayat insanlara diledikleri hayatı oluşturma izni maalesef vermiyor. Herkes kendi çukurunda var olmaya çalışıyor. Pek çok düşünür, kapitalizmin sonuna yaklaştığımızı söylüyor, umarım öyle olur. Çünkü insanın en kötü hâlini ortaya çıkaran, onu yataylıkta hapseden şey kapitalizmdir. İnsan oraya hapsoldukça ne siyaseti anlar ne de başına geleni.

Sizce bu yataylık durumundan insanlık nasıl çıkabilir? Bu yataylık durumundan çıkabilmek için bireylerin ne yapması gerekiyor?

Bu çok kapsamlı bir mesele. Öncelikle ailenin mutlu olması gerekiyor. Ayrıca, bir çocuğa sahip olmanın sorumluluğunu alamayacak bireylerin yer aldığı bir dünyadayız.  Sokaklarda dikkat edin anne ve babalar çocuklarına nasıl davranıyor. Metro’da bir anneye ayakta duran çocuğuyla otursunlar diye yer vermek istedim. Anne elindeki telefona öyle gömülmüştü ki beni bir türlü duyamadı. Hep söz edilir anne baba okulları açılsın diye… En başa dönüyoruz, bu da insanın insanı hatırlaması meselesi. Kant’dan yola çıkarak kibarlık konusunun etik bir mesele olduğunu hatırlamak gerekiyor. Ahlaki olmak Foerster’den yola çıkarak (Fransız Filozof) söylersek eğer bir egzersiz işi. Yani ahlaki olmak çalışmayla elde edilecek bir hal. Buna da “askese” diyor. İnsan, kendini ne kadar sorgular, yargılar ve daha iyiyi tekrarlamaya çalışırsa, o kadar ahlaki bir zemine ulaşır. İnsanın insandan uzaklaştığı bu toplumda ilişkileri onarmak için yeni projeler üretilmeli. Yeniden, insanın insana muhtaç olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bir şeylerin ancak sevgiyle kurtulabileceğini bilmemiz, öğrenmemiz gerekiyor. En önemlisi insanlara insanca yaşayabilecekleri bir hayata kavuşmaları gerekiyor. Ancak o zaman hayatın güzelliklerini yakalamaya başlayabilir, çocuğuyla keyifli alışverişe çıkabilir, bir başkasının hikayesini dinleyebilir. Kapitalizm bizi dikey hayatımıza kitlemiş durumdadır.

Bu bahsettiğiniz yataylık bir yaşam biçimi ve etik kavramının tanımın yanlış anlaşılması durumu sizce sadece Türkiye’de mi mevcut? Yoksa diğer dünya toplumları içinde aynı durumdan bahsedebilir miyiz?

Bence bu durum tüm dünyada böyle.  O hayal kent Paris’in gece yarısından sonra sokaklarını anlatan bir belgesel seyretmiştim. Bambaşka bir evsizler ortamı oluşuyor. Sabaha karşı da oradan uzaklaşmak zorundalar.  Türkiye’de de Dünya’nın her yerinde de bu sorun giderek artıyor. Onları görmezden geliyoruz. Parlatıp süslediğimiz yerleri gösteriyoruz sadece. Oysa dünyanın her köşesinde gettolar ve yoksulluk giderek artıyor. İnsan ilişkilerinin düzelebilmesi için bireylerin birbirini görmesi şart. Ancak bu gettolarda insanlar birbirini görmedikçe iletişim tamamen kopuyor. Gazeteci Johann Hari Kaybolan Bağlar kitabında yoksulluğun ve insanlar arasındaki iletişimsizliğin onlara ne yaptığını sorgular. Dünya’nın pek çok bölgesinden gündelik hayat hikayeleri ile de bu durumu sergiler. Almanya’da Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra iki taraf arasında Kotti adında bir  getto kurulmuştur. Almanya’da ne kadar yoksul, evsiz, ötekileştirilmiş insan varsa orada yaşamaya başlamış. Yaşam şartları oldukça zor olan, her türlü öteki’nin yaşadığı bir bölge olmuş Kotti. Bir gün bir Türk kadın, ‘Eğer kiramı ödeyemezsem intihar edeceğim’ diye penceresine bir yazı asıyor. O güne kadar birbirinden korkan, insani hiçbir ilişki kurmayan insanlar arasında konu yayılıyor.  Ondan sonra oluşturulan iletişim ağı inanılmaz insani ilişkilerin doğmasına sebep oluyor. O güne kadar birbirinden korkan insanlar bir araya gelip toplantılar yapıyorlar. Gece kulübünde çalışan, dekolte giyinen, eşcinsel olan ve birbiriyle çelişen ahlaki yargılara sahip insanlar, bu olaydan sonra birbirleriyle konuşmaya, muhabbet etmeye başlıyor. Bu örnek çok çarpıcıdır. İletişim her şeyin ilacı gibi düşünebiliriz. İnsan, ancak bir ‘diğeri’ varsa vardır. Bağlarımız çok önemli ve eğer bu hikâyede ahlaklı olmak gibi bir derdimiz varsa, yapılan şey kadın için üzülebilme, ona ilgi göstermek ve birbirlerine karşı olan sorumluluklarını hatırlamak olmuştur. Bu ilgi sadece kadını değil, tüm Kotti halkının insani bağlar kurmasına neden olmuştur. Burada da dikeyliğe geçiş var illa sanatsal bir şey değiştirmiyor ya da derinleştirmiyor bizi, insani bağları hatırlamak ve o yönde davranmaya başlamak da dikey yanlarımızı güçlendiriyor ve başka bir insanlık yaratma şansı yaratıyor.

Yasalara uymak her zaman ahlaki olmak anlamına gelir mi? Bireyin egemen güce karşı doğruyu söylemesi neden etik bir sorumluluktur?

Bourdieu’nün ‘İnsanın ahlaklı olabilmesi için yasalardan kaçması gerekiyor’ diye bir sözü vardır. Yasaları  da yorumlayan uygulayan insanlardır ve her an onları kendi istekleri doğrultusunda uygulamaya sokabilirler. Bu anlamda ahlaki olmak ile yasalar arasında da bir gerilim mevcut. Hayatımızın her alanı ideolojik ve politiktir. Yasalar genellikle belli çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda şekillenir. Michel Foucault, ‘Egemenin karşısında doğruyu söylemek esas olandır’ der. Birey, kendisinden üstün gördüğü birine karşı ahkâm kesebilir. Ama egemenin karşısına geçip ‘Bunu yapamazsın’ diyebilmek, gerçek bir etik duruşu gösterir. Fucoult’un kullandığı kavram perhessia bizlerden derin bir okumayı talep eder. Onun doğruyu söylemek, yani perhessiası olan kişiler dünyanın geleceği için önemlidir. Hiçbir şeyin etkisinde kalmadan sadece ve sadece doğruyu aktarmaktır önemli olan. Ben bunun gazeteciler için öneminden yola çıkarak bir makale yazmıştım. Gazetecilik etiği de sıradan beş on etik yasası içinden değerlendirildiği için bu konuda eleştirilerim olmuştu. Göstermelik olarak bulurum bu maddeleri. Sanki onlara uymak gazeteciyi ahlaklı kılacak gibi bir yanılsama vardır. Mesele sadece gazeteci değil, onun bağlı oldukları egemenlerdir. 

İnsan onuruna yaraşır bir yaşam için mevcut toplumsal ve politik yapılar yeterli mi? İktidarların insan onuruna yaraşır yaşama dair çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanı önemseyen, insan onuruna yakışır bir hayatın sürdürülebilmesi için kafa yoran, adaletli bir dünya talep eden bir anlayışa ihtiyacımız var. Sosyalizm uzun yıllar oyunun dışına itilmeye çalışıldı. Ancak adil bir dünyayı savunanlar onlardı. Mevcut politik yaklaşımlar ile daha iyi bir dünyaya ulaşmamız mümkün değil. Foucault’nun dediği gibi: İktidar her yerde. Gücün olduğu her yerde iktidar vardır. Daha çok biliyorsan, bilmeyeni tahakküm altına alıyorsun; Çeşitli göstergelerin sana güç verdiğini düşünüyorsun. Bütün bir hayatı toplumca kabul edilmiş değerler sistemi üzerinden yaşıyoruz. Habitus dediğimiz şeyle birlikte bir hayat kurguluyoruz ve o hayatı da olabilecek tek hayat gibi görüyoruz. Oysa başka bir hayat mümkün. Başka bir gazetecilik mümkün, başka bir ebeveynlik mümkün, başka bir dünya mümkün. Şapkalar öne eğilmeli ve insan onuruna yaraşır bir yaşamın nasıl sağlanabileceği üzerine düşünülmelidir.

Sizin bir kurtarıcı olduğunu varsaydığımızda sizin ‘İdea’nız nedir? Nasıl bir yaşam mümkün?

Bir kurtarıcı fikrinden vazgeçmek gerekiyor. Bir kurtarıcı arama düşüncesi kirli bir yerden besleniyor. Zor bir soru ama, aslında bencillikten nasıl kurtulabileceğimize kafa yormamız gerekiyor. Dayatılan bu -onursuz- yaşama karşı mücadele etmek şart. Bütün meslek yaşamım öğrettiği kimi şeyler var, son olarak diyebilirim ki, iletişim basit bir mesele değildir. Bir hadise olarak ele alıyorum ve bu hadisenin gerçekleşmesi için insanın insana ihtiyacı olduğu her zaman hatırlanmalıdır. Bir diğerine göstereceğimiz en önemli davranış ise nezakettir. Diğerkam olmak ve herşeye rağmen diğerini öncelikli olarak düşünebilme yetisine ihtiyacımız var. Bu bencilliklerimizle yüzleşmeyi getirecektir. Askese de burada işimize yarayacak ve kindimizi sorgulamayı unutmayacağız. Ahlaklı olmak her an hayatı ve kendini sorgulamaktan geçer. Biz örnek oldukça ahlaklılık da virüs gibi yayılma potansiyeli olan bir şeydir. Ayrıca, mütevazı ve sade olmaya ihtiyacımız var bunun ne kadar büyük bir özgürlük olduğunu kavradığımızda hiç şüphesiz dünya daha iyi bir yer halini alacak.