Sayfa Yükleniyor...
Türk edebiyatının kaybolmaya yüz tutmuş aşıklık geleneğinin yaşayan son isimlerinden biri olan Aşık Turabi Yılmaz, üniversite tezlerine konu olan hayat hikayesini bizimle paylaştı
BURCU YANAR/RÖPORTAJ
Modern çağın orta yerinde eski zamanlardan kalmış bir adam. Çok şey görmüş geçirmiş, yaşamış, tam anlamıyla yaşadığı tüm zorluklara rağmen insan kalabilmiş biri Aşık Turabi Yılmaz. Yeni nesil, edebiyat dersleri dışında pek bilmez fakat aşıklık geleneği çok eski zamanlardan beri süregelen bir derdini anlatma çabasıdır aslında. Fakat günümüzde bu geleneği devam ettirebilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az kalmış durumda. Aşık Turabi Yılmaz’da üniversite bitirme tezi araştırmalarına konu olmuş hayat hikayesiyle İLKSES Gazetesi okuyucuları ile buluşuyor.
Aşık Turabi kimdir bize kendinizden bahseder misiniz?
İran’ın Nişabur şehrinde doğdum ama Türkiye’de yaşıyorum. Kim olduğumu ben de tam olarak bilmiyor olabilirim. Bana anlatılanlara göre 1940 yılında iki tane acemi usta tarafından imal edilmiş ruhsatsız bir yapıyım. Plan ve projeden yoksun, üstelik de malzemeden çalmışlar ufak tefek icat etmişler beni. Annem kız olsaydın adını Nevruz koyacaktık demişti. Oğlan olduğun için Turab koyduk dedi. Turab, toprak demek. Turabi ise, mütevazı demek. Ben de adımın anlamını düzgün taşımaya ve buna uygun olarak yaşamaya çalışıyorum.
Adınızın anlamını düzgün bir biçimde taşıyabilmek için neler yapıyorsunuz?
İnsanlar birbirlerini duygularıyla, dış görünüşleriyle, hal ve hareketleriyle tanıma imkanına sahiptirler. Düşünmeye başlamadan ve aklı baliğ yerinde olmadan önce bile ben hep ‘Acaba söylediklerim insanların zoruna gider mi’ diye aklımdan geçirirdim. Empati yapmayı çok küçük yaşlarda öğrendim.
Biz ailecek Yesevi Ocağı’ndanız. Dedem Alevi dedesiydi ve bize çok öğütler verirdi. Cemlerde hep beni yanına alırdı. Ondan çok şey öğrendim. Deyişleri, insana yaklaşımları bakımından hayatımda örnek aldığım bir insandı o bakımdan dedemin benim hakkımda bir hikayesi var.
Bize bu hikayeyi anlatabilir misiniz?
Bizim oralarda öküz arabaları olur. Ben henüz anamın karnındayken, babam tarladaki ekinleri biçtikten sonra annemi de üzerine bindirmiş yolda giderken annem yere düşmüş ve ben daha o zamanlarda annemin karnındayken başımda bir çatlama meydana gelmiş. Bu olay olduğunda henüz doğumuma 22 gün varmış. Bu olay dedem bizde misafirken olmuş, dedem de bu olaydan sonra benimle ilgili bir rüya görmüş ve anneme demiş ki, “Ali verdi, Veli gönül gördü. İsteyen kullara veriyorum dedi. Bir oğlan çocuğu elindeydi. Fakat başı sarıklıydı. Dedim ki; Veli bunun başı niye sarıklı o da dedi ki; işte sana böyle garametli bir kul verdik” (Garamet: Osmanlıca bir şeyin borcunu ödeme, vergi.) işte o zamandan beri benim başım garametli ve bu dedemin hikayesi de bana cuk diye oturuyor. Ben doğuştan kederliyim. Ama kedere alıştım. Çünkü dertsiz insan meyvesiz ağaca benzer. Benim meyvelerim de biraz ağır basıyor ama katlanıyorum.
Nasıl bir ortamda büyüdünüz?
Ben arınmış bir toplum içerisinde büyüdüm. Biz ibadetlerimizi cemal cemale yaparız. Bizim kıblemiz insandır birbirimize bakarak ibadet ederiz. Ben onların etkisinde büyüdüm. Babamlar 4 kardeşti ve 4’ü de demirciydi. Biz 9 kardeş Ankara’da büyüdük. Sonra Aşık Dursun Cevlani bizim 2 göbek önceden dayımız sayılır. Onun da bana çok faydası oldu. Türkiye’de TRT’de aşıklığı yayan ilk kişi de Aşık Dursun Cevlani’dir. Kiziroğlu Mustafa Bey’de bu dayımın türküsüdür.
Peki, şiir yazmaya ne zaman başladınız?
Ülkemizde değişik hırsızlar var; sanat hırsızları var, namus hırsızları var. Hırsız çok. Bende bir hırsızım. Bende saz çalıyorum. Ama çaldığımı da söylüyorum. Bizler insan olarak aynı toprağa bağlı kalmalıyız ama modernleşmeliyiz. Kökümüzü değiştirmeden güzelleşmeliyiz. Ben 7 yaşından beri şiir yazıyorum. Behzat Kemal Çağlar Şiir Ödülleri yarışmasında birinci oldum. O zamana kadar düz şiirler yazıyordum. Fakat bu yarışmadan sonra düz şiirler yazmayı bırakarak kafiyeli ve vezinli şiirler yazmaya başladım.
Çocuklarınız da sizin izinizden yürüyor mu?
Ben öğrendiklerimi topluma aktarmak istediğim zaman bunlar suç oldu. Türkülerimden, yazılarımdan, şiirlerimden hep zarar gördüm. Eşim her zaman aman babanıza benzemeyin diyerek çocukları hep uzak tuttu sanattan. Şimdi torunlarım da böyle büyüyor. Bu yüzden hiçbiri sanata merak sarmadı ve hiçbiri de benim yolumdan yürümedi.
Aşıklıktan başka bir de güreşçiymişsiniz…
Evet. Ben aynı zamanda sporcuydum ve güreş dalında Tokyo olimpiyatlarına kadar yükseldim. Ayağım kırılınca elendim. Sonra bu işin antrenörlüğüne ve hakemliğine başladım. 17 sene boyunca da bu işi yürüttüm.
Özel hayatınızda işler nasıl gidiyor?
Yüzde 70 engeli bulunan bir oğlum var, gelinim de oğlumu terk edince torunlarımı üzerime alarak onları ben büyüttüm. Mide kanseri oldum. Midemin bir kısmını aldılar. 45 kür kemoterapi gördüm. Bende çok yan etkisi olmadı saçım ve sakalım dökülmedi. Şimdilerde kemoterapiyi 17 Ocak’ta kestiler. Düzenli olarak kontrole gitmeye devam ediyorum.
İlginç bir anınızı anlatır mısınız?
Kemalpaşa’da tiyatroda 25 tane öğrencim vardı. Bir gün yavaş yavaş öğrencilerim azalmaya başladı. Gittim ailelerine dedim ki çocuklarınızı neden tiyatroya göndermiyorsunuz artık. Dediler ki sen dinsizmişsin. Bunun üzerine topladım tüm öğrencileri gittim hep beraber Cuma namazına. İnandığım tüm düşüncelerle bir vaaz verdim. Caminin bahçesinde bile boş yer kalmadı. Bu olaydan sonra aileler çocuklarını daha çok tiyatroya gönderdi ve 75 öğrenciye çıktık. Sadece yatıp kalkmakla, şekilcilikle ibadet olmaz. Güzel ahlak böyle kazanılmaz. Abdest almakla insan temiz olmaz. İnsanlar huyu ile hayvanlar tüyü ile temiz olur demişler. Halbuki ben tiyatromda çocuklara insan olmayı ve empati yapmayı öğretiyorum. Bu olayı da asla unutmadım.