- Kültür-Sanat
- 26.04.2025 14:47
“Kitapta serçe ile ilgili bir bölüm var. Aslında kitabın özü o; bir serçenin yaşama inadı. Zayıf olabilirsiniz ama bir vatanınız, alanınız ya da fikriniz varsa onu savunarak hayatta kalabilirsiniz” diyen Ahmet Büke, ilk romanı Deli İbram Divanı’nı anlattı
ÇAĞLA GENİŞ-RÖPORTAJ
Çağdaş öykücülüğün önde gelen isimlerinden Ahmet Büke, geride kalan yılın kasım ayında ilk baskısı gerçekleşen kitabı Deli İbram Divanı ile konu roman olunca da ne kadar güçlü bir kalemi olduğunu ortaya koyuyor. Yoksul bir balıkçı ailenin öyküsünü, adaletsizlik ve gelir eşitsizliği gibi kavramlarla harmanlayarak gözler önüne seren romanın fonunda da İzmir kültürü ve semtleri boy gösteriyor. “Kitapta serçe ile ilgili bir bölüm var. Aslında kitabın özü o; bir serçenin yaşama inadı. Serçe çok narin bir kuştur. Zorlu koşullarla baş etmeye çalışır ve hayatta kalır. Kendi alanında yaşamayı çok sever, bölgesini bırakmaz. Aslında kitabın kalbi, yaşama inadı. Zayıf olabilirsiniz ama bir vatanınız, alanınız ya da fikriniz varsa onu savunarak hayatta kalabilirsiniz” diyen Büke, deniz edebiyatının klasikleri arasına girmeye aday gösterilen kitabı hakkında sorularımızı yanıtladı.
Fotoğraf: Birol Üzmez
TEKNEDE TAYFALIK YAPTIM
‘Deli İbram Divanı’ yetişkinler için yazdığınız ilk roman. Neydi size bu hikayeyi yazdıran?
Bir arkadaşım adada tek başına yaşayan bir adamın hikayesini anlamıştı. Ada, doğa ve balıkçının mücadelesi çok ilgimi çekmişti. Ben de adada yaşayan balıkçı bir ailenin birkaç kuşak öyküsünü yazmak istedim. Oturdum, ilk 5 sayfasını yazdım. Ben kara çocuğuyum, denizi 7 yaşımda gördüm ilk kez. Yüzmeyi de çok iyi bilmem. Deniz kültürü ve balıkçılık bildiğim bir alan değildi. Yazmadan önce denizciliği öğrenmek için araştırmaya başladım. Bu süreçte deniz edebiyatı ile ilgili yüze yakın kitap okudum muhtemelen. Bir o kadar da tez ve makale... Baktım yine olmuyor. Denizcilerle tanışmaya karar verdim. Deniz kültürünü çok iyi bilen yelkenci bir arkadaşım vardı. ‘Gel ben sana öğreteyim’ dedi. Bir süre onun teknesinde tayfalık yaptım. Birlikte tamirat ve boya işleri yaptık. Dümen tutmayı, yelken basmayı öğrendim. İki kez tüple dalış yaptım. Teknem yok ama amatör kaptanlık belgesi ve telsiz ehliyeti aldım. Tüm bunlar yaklaşık 1,5 yılımı aldı. Sonra oturdum yazmaya başladım. 1,5 ayda da romanı bitirdim.
KİTABIN KALBİ YAŞAMA İNADI!
İzmir kültürünü ve semtlerini romanınızda bir fon olarak sıklıkla kullanıyorsunuz. Nedir İzmir’in sizdeki yeri?
İzmir... Ege... Benim doğduğum, yetiştiğim topraklar. Ben buraların hem kültürüne hem de insanına çok bağlıyım. Kendimi burada anlamlandırdım. Dolayısıyla İzmir ve Ege bir fon olarak hep geçiyor öykülerimde de romanda da. Ama yerel bir şey de anlatmıyorum aslında. Orada bir insanlık meselesi var. Memleketi anlatabiliyorum İzmir ya da insan ilişkileri üzerinden. Bu yalnızca bir balıkçı hikayesi değil. Kitapta serçe ile ilgili bir bölüm var. Aslında kitabın özü o, bir serçenin yaşama inadı. Serçe çok narin bir kuştur. Göç etmez, yazın da kışın da kendi evinde kalır. O koşullarla baş etmeye çalışır ve hayatta kalır. Çünkü korkunç bir inatçı kuştur serçe. Kışın gider kırlangıç yuvalarına girer, orada kışlar. Ama bölgesini bırakmaz. Kendi alanında yaşamayı çok sever. Aslında kitabın kalbi yaşama inadı. Zayıf olabilirsiniz ama bir vatanınız, alanınız ya da fikriniz varsa onu savunarak hayatta kalabilirsiniz. Mücadele şart ama nasıl? Akıl da lazım. Deli İbram da diyor ya, ‘Yiğit olmak yetmiyor kafa da lazım...’ Mücadele şart ama akıl da cesaret kadar önemli.
Romandaki karakterlerin yaşamınızla, geçmişinizden size kalan izlerle bağı var mı?
Romandaki temel karakterler Gördes’te geçen çocukluk dönemimden tanıdığım insanlar. Mesela babamın manifaturacı dükkanına hep deliler gelirdi. Babam onlarla ilgilenir, karınlarını doyururdu. Her Mayıs ayının ilk Pazartesi günü gelen bir deli vardı. Sadece o gün gelirdi, nasıl ayarlardı bilmiyorum. Hatta o gelince babam, ‘Bizim deli geldiyse bahar geldi’ derdi. Ben onların arasında büyüdüm.
KÖSTENCE KADERİNİ ELİNE ALIRSA...
Mekan olarak neredeyse 100 yıldır sivillerin girişinin yasak olduğu askeri bir bölge olan Körfez’deki Köstence, diğer adıyla Uzunada’yı seçmenizin bir sebebi var mı?
Orada geçen bir hikaye ama kurmaca. Adada öyle bir kasaba yok aslında. Hikayedeki mekanların hemen hepsi daha çok memleketim Gördes’ten. Ama Köstence İzmir’de neredeyse sadece askerlik yapanların bildiği bir yer. Burnumuzun dibinde Türkiye’nin dördüncü büyük adası var ama bilmiyoruz. O zaman dedim ki, orada bir kurmaca evren kurayım, orası da öyle kıymetlensin.
Romanın sonunda artık kimin ‘siyaset’ olacağı sorunun yanıtını okuru işe dahil edecek şekilde açık bırakılıyor. Köstence’de kimin tarihi yürüyecek?
Deli İbram, Köstence’ye ‘Siyaset olma sırası sizde’ diyor. Şimdiye kadar hep Eczacı Süleyman’ın hikayesini dinlemiş Köstence ama şimdi bir imkanı var. Süleyman gitti, Osman var. Eğer kendi kaderini eline alırsa yeni bir hikayesi olacak. Ve kitap öyle bitiyor. Ondan sonrasını bilmiyoruz. Orası biraz okuyucuya ve oradan ne almak istediğine bağlı.
İYİ HİKAYENİN KARŞILIĞI VAR
Bir ay içinde ikinci baskısını yapma başarısı yakalayan romanın bu kadar çok sevileceğini tahmin ediyor muydunuz?
Biraz hissediyordum aslında. ‘Bu iyi bir hikaye oldu’ demiştim bittiğinde. Hatta yayınevine “Bunu biraz fazla basın” dedim. Ben hikayeciyim. Öykü de yazıyorum, roman da. Ama benim amacım iyi bir hikaye bulup onu anlatmak. Edebiyatın hikayeden oluştuğunu düşünüyorum. Hep büyük hikayelerin çağı bitti diye anlatılır bize. Ama öyle değil. Siyasette, insan ilişkilerinde, yaptığınız işte... Her şeyde bir hikaye vardır. Dolayısıyla bugün bile iyi bir hikayenin karşılığı var.
Hikayeciliğiniz nereden demir aldı? Hangi limanlarda beslenerek güçlendi? Ufukta yeni bir deniz hikayesi var mı?
Deniz edebiyatına dair başka bir hikaye yazmayı düşünmüyorum şimdilik ama bir aile hikayemiz var bizim. Kurtuluş Savaşı döneminde geçen... Onu anlatmak istiyorum. Çocukluğum hep bu hikayelerle geçti. Ailemiz hikayecidir. Memlekette insanlar babamın dükkanına gelip onu dinlerdi. Ya da sobanın etrafına doluşup babaannemi... Dolayısıyla sözlü edebiyatın çok güçlü ve gelişmiş olduğu bir ailede büyüdüm. Bu da dinlemeyi gerektiriyor. Konuşmaktansa dinlemeyi daha çok severim. Dinleyerek ve gözlemleyerek çok şey öğrenebiliyor insan. Yazarlığın ana malzemesi de insan olduğu için çok işe yarar bir özellik. Bir yere gittiğimde istemsiz olarak oturur, izlerim. Hatta bazen ‘Ne bakıyorsun birader’ diye uyarırlar.