İnsanlık onuru üzerine bir film

Kıvanç Sezer ilk uzun metraj filmi olan ‘Babamın Kanatları’ için, “Filmde daha çok ön plana çıkarmak istediğim şey insanlık onuruydu” diyor


  • Oluşturulma Tarihi : 13.01.2017 08:02
  • Güncelleme Tarihi : 13.01.2017 08:02
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
İnsanlık onuru üzerine bir film haberinin görseli

E. ÇAĞLA GENİŞ-ÖZEL HABER

Yönetmen Kıvanç Sezer'in ilk uzun metraj filmi olan, “Babamın Kanatları” inşaat işçilerinin gündelik hayatlarını konu edinerek, iş kazalarını ve inşaata dayalı büyümenin yarattığı toplumsal tahribatı anlatıyor.

İlk gösterimini Çek Cumhuriyeti'nde 51. Uluslararası Karlovy Vary Film Festivali'nde yapan ve yapımcılığını Nar Film'in üstlendiği 'Babamın Kanatları', 23. Adana Film Festivali’nde SİYAD 'En İyi Film' ödülü dahil, toplamda 7 ödül birden almıştı. Filmin yönetmeni Kıvanç Sezer, Başka Sinema’nın katkılarıyla Karaca Sineması’nda seyirciyle buluşan filmin hikayesini gazetemiz İLKSES’e anlattı.

BİR GAZETE HABERİNDEN YOLA ÇIKTIK

Yönetmen Kıvanç Sezer, gazetede okuduğu bir haberden etkilenerek Türkiye’deki iş kazaları ve işçi ölümleri üzerine araştırma yapmaya başlamış. Her gün en az 3 işçinin iş kazaları nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrenince işçi ölümlerini ve bunun arka planını anlatan bir film çekmeye karar vermiş. Filmin ön hazırlık sürecinde çok sayıda şantiye gezerek inşaat işçilerinin çalışma koşulları hakkında bilgi edinen Sezer, “Beni en çok etkileyen şey Ömer Çetin isminde bir üniversite öğrencisi gencin çalıştığı inşaatta hayatını kaybetmesiydi. Onunla ilgili haberler okudukça neden böyle şeyler oluyor diye düşünüp yavaş yavaş araştırmaya başladım şunu gördüm; Türkiye’de günde en az 3 işçi çalışırken hayatını kaybediyor. İşçi ölümlerini ve bunun arka planını anlatan, bu insanların hangi koşullarda çalıştığını gösteren bir film yapmak için yola çıktık. Özcan Alper, projenin danışmanı oldu, yurtdışında da bir senaryo danışmanımız vardı. Bu süreçte çok sayıda şantiye gezdim. Araştırma yaparken üniversitede yüksek lisans yaparken inşaatlarda çalışmış biriyle tanıştım ve arkadaş olduk. Senaryo aşamasında onun fikirlerini de aldım. Başka işçi arkadaşlarla da görüştük. ‘Bir Umut’ diye ailelere destek veren bir dernek var. Derneğin avukatları ile görüştüm. İlk başta ailelerle de görüşme gibi bir fikrim vardı fakat sonra bunu çok etik bulmadım. O insanların acısından bir şeyler çıkartmaya çalışan birisi gibi durmak istemedim. Final sahnesini de sezgilerimle yazmaya çalıştım” dedi.

UZAKTAKİ BİR BABA FİGÜRÜ

İbrahim karakterini sessiz ve aza tamah eden bir adam olarak betimleyen Sezer, “Aslında pek bu dönemin insanı değil. İşçi olarak doğmuş ve öyle kalmış bir adam. Onu tanıdığımız yerde aslında hayatın sillesini yemiş ve ölüme doğru yokuş aşağı son hızla giden bir adam. Fakat aynı zamanda fedakar ve ailesi için kendini bir şekilde feda etmeyi düşünen bir adam. Bir baba figürü ve aslında uzaktaki bir baba. Uzaktaki baba kavramının Türk toplumunda çok yaygın olduğunu düşünüyorum. İlla işçi olması gerekmiyor genelde baba figürleri uzakta bir yerdedir. İbrahim, bir şekilde onun için üzüldüğümüz, bu işin içinden çıkmasını istediğimiz ama bu işin içinden de çıkamayan bir karakter. Yusuf ise, zokayı yutmuş bir genç. Nihal’in söylediği gibi özenti. Aslında en temelinde iyi bir yaşam istiyor. Bu iyi yaşama da işçi kalarak ulaşamayacağını düşünüyor bu yüzden de bir şekilde sınıf atlaması gerektiğini yükselmesi gerektiğini başkalarının sırtına basarak da olsa yükselmesi gerektiğini düşünüyor. Bu açıdan da hem iyiliği hem kötülüğü kendi içinde barındıran bir karakter” diye konuştu.

İKİNCİ FİLM KOMEDİ, ÜÇÜNCÜ TRAJİKOMİK

Türkiye’de emlak döngüsünü anlatan bir üçleme çekmek istediğini kaydeden Sezer, “Babamın Kanatları, lüks siteleri yapan işçilerin hikayesiyken, ikinci film o site bittikten sonra oraya taşınan orta sınıf bir çiftin hikayesi olacak. Üçüncü film ise o siteleri yapan müteahhidin hikayesi olacak. İkinci filmde komedi, üçüncü filmi ise trajikomedi şeklinde çekmeyi planlıyorum. Özellikle orta sınıf beyaz yakalı hayatın yakından bakılınca dramatik görünen taraflarının uzaktan bakılınca komik olduğunu düşünüyorum. Çılgınlar gibi gülmekten, kahkahalar atmaktan bahsetmiyorum ama bir mizahın o komedinin insanı da içine çeken ve aslında hayattaki birtakım ortak yaşadığımız şeyleri anlatan bir hikaye yazıyorum şuanda. Üçüncü film için de ufak ufak notlar alıyorum kafamda. Çekimlerin ne zaman başlayacağı fon bulabilmemize bağlı. Şuanda bir şey diyemiyorum. Gönül ister ki senaryo biter bitmez başlayalım ama bunun olup olmayacağını bilmiyorum” ifadelerini kullandı.

SORUNUN BİR BAŞKA BOYUTU MESLEK HASTALIKLARI

İşçi ölümlerinin yanında meslek hastalıklarına da dikkat çeken Sezer, şunları söyledi: “Güvencesizlik, sigortasızlık, kötü şartlar, bu şartların iyi sağlanmıyor oluşu, denetlenmeyişi. Hepsi üst üste biniyor. Ama Türkiye’de meslek hastalıklardan bir yıl içerisinde ölen işçi sayısı 2 bin civarında. Bunu diğer ülkelerdeki meslek hastalığı/işçi ölümleri arasındaki rakamlarla karşılaştırdığımız ve Türkiye’deki işçi ölümlerine uyarladığımız zaman bir yılda bin 500 işçi ölüyor olarak düşünecek olursak Türkiye’de meslek hastalıklarından ölen işçi sayısının olması gereken rakam en az 2 bin. Bu tür riskli sektörler tamamen oradaki patronun inisiyatifine bırakılmış durumda. Örneğin, işçi güvenliği uzmanı geliyor ve ‘Bunlar, bunlar yanlış düzeltin’ diyor ama bunların bir yaptırımı yok.”

DÜŞME SAHNESİNİ DAHA FARKLI ÇEKMEK İSTERDİM

Filmde, işçi ölümlerini anlatıyor olmanın dışında şantiyenin içinde çekim yaparak o binaların bitmemiş halini de göstermeye çalıştığını belirten Sezer, “İçinde yaşadığımız binaların ilk halini bilmeyiz. Oradaki ‘gri’lik, oradaki o geometri, bunun filmsel olarak daha belgeselvari bir kamera üslubu ile anlatılıyor oluşu beni bu filme çeken temel unsurlardan bir tanesiydi. Çünkü büyük bir çoğunluğu şantiyede geçen bir film ve bunun çok da fazla örneği yok. Bizim filmin büyük bir bölümü şantiyede geçtiği için bunu bir atmosfer unsuru olarak kullanmak istedim ve görüntü yönetmenimle birlikte bunun çalışmasını yaptık. O çirkinliği güzelleştirmeye çalışmadım ama onun kendi griliği içerisinde filme uygun bir atmosfer yaratmaya çalıştım. Tabii ki, istediğim her şeyi istediğim gibi çekemedim ama zannediyorum ki her yönetmen neredeyse her filminde bunu yaşar. Bir şey istersiniz ama prodüksiyon olarak o mümkün değildir. Örnek verecek olursam düşme sahnesini daha farklı çekmek isterdim. O sahneyi çekerken çok zorlandık, tam olarak yüzde 100 istediğim gibi olmadı ama yine de izleyicide bir şok etkisi yaratıyor. Ama çok daha iyi bir dublörle, çok daha iyi bir sistemle -tabii ki daha maliyetliydi- o sahneyi daha iyi çekebilirdim” dedi.

EĞER FİLMİN İÇİNDE KIYMETLİ BİR ŞEY VARSA…

Türkiye’de son 5-6 yılda özellikle Köprüde Buluşmalar ile beraber başlayan ortak yapım ve filmin bilinirliğini arttıracak çalışmalar geliştiğini dile getiren Sezer, “2012 yılında bu filmi yazmaya başladığımda bunları öğrendim ve başvurdum. Bu arada film geliştirme atölyelerine katıldım. Sadece Köprüde Buluşmalar değil, yurt dışından da bazı yerlere başvurduk. Erivan’da Altın Kayısı Film Festivali’nde ve yine Almanya’da, İtalya’da bir ortak yapım atölyesine seçildik. Biz buralara başvurduğumuzda henüz bakanlık desteği çıkmamıştı ama bakanlık desteğiniz çıktıktan sonra bütçenin geri kalanını da tamamlamanız gerekiyor. Onun için Almanya’dan, Fransa’dan fon yetkilileri, filme ortak olmak isteyen, filme fon bulma ihtimali olan yapımcılarla tanışıp onlarla bir ortaklık gerçekleştirme imkanınız oluyor. Tabii ki ilk filmlerde kolay değil, bizim bir ortaklığımız oldu ama yurt dışından bir yapım desteği alamadık. Ama bu süreçlerin hepsini öğrendik. Şöyle de bir şey var, biz 15-20 tane ortak yapım atölyesine başvurduk ama dört tanesine seçildik. Aslında birçok yerden ret aldık. Belki söyleyebileceğim şöyle bir şey olabilir festival anlamında, bu tür ortak yapımlarda pes etmemek lazım, yılmamak lazım. Eğer filmin içinde kıymetli bir şey varsa, onu bir yer görmez ise başka bir yer mutlaka görecektir. Türkiye’de bu anlamda Köprüde Buluşmalar gerçekten çok iyi. Çok iyi projeler seçiyorlar. Misal, biz 2013 yılında Albüm filmi ile film geliştirme atölyesinde beraberdik. Ve şimdi her festivalde beraberiz” diye konuştu.

İKİNCİ BİR SEÇENEK YOKTU

İbrahim karakteri ortaya çıktığı andan itibaren benim kafasında oyuncu Menderes Samancılar isminin olduğunu anlatan Sezer, şunları kaydetti: “İbrahim duygularını açığa vurmayan ve gözleriyle duruşuyla ifade eden bir karakterdi ve bunu en iyi yapacak oyuncu da Menderes Samancılar'dı. Senaryoyu ona yolladım ve projeyi çok severek sürece dahil oldu. Onun gibi bir oyuncuyla bu süreci beraber yaşamak da bana ayrıca çok şey kattı. Menderes Samancılar’a rol teklif ettim direk İbrahim rolünü. Çünkü Türkiye sinemasında İbrahim’i kim oynayabilir diye düşündüğümde aklıma Menderes Samancılar geldi. İkinci bir seçenek yoktu. Resul karakteri de Tansel’e de direk rol teklif ettim. Fakat Yusuf ve Nihal karakteri için evet bu diyebileceğim kimse yoktu. Dolayısıyla genç oyuncular olsun istedim. Mesela öykü karayel güzel şeyler bizim tarafta diye bir oyunla duyuldu. İyi bir oyuncu ve orada başörtülü bir kızı oynuyor. Fakat böyle bir kategorik olarak, ‘Aaa bak başörtülü kız hadi onu alayım’ gibi bir yaklaşımdansa Türkiye’de çok genç ve yetenekli oyuncular var. Bütün oyuncularla bir yıla varan bir ön hazırlık süreci geçirdik.”

Filmin Konusu: Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen inşaat işçisi İbrahim için yaşamdaki en değerli şey uzaktaki ailesidir. Yeğeni Yusuf ise yükselme hırsıyla dolu genç bir işçidir ve amcasının durumunu anlamaktan uzaktır. Çalışma şartlarının giderek zorlaştığı bu toplu konut şantiyesinde kendini giderek daha değersiz hisseden İbrahim’in zihninde şu soru daha belirgin hale gelir: Geride ailesine bırakacağı ne vardır: Yaşamı mı, ölümü mü?