Sessiz sedasız ‘Ah Mana Mu’

İzmirli Yazar Handan Gökçek, mübadeleyi konu alan romanı ‘Ah Mana Mu’ ile sessiz sedasız okuyucunun gönlünde taht kurdu. Gökçek, ‘Filler tepişir, çimenler ezilir’ sözüne atıfta bulunarak, “Bu nedenden ve sözden  ötürü Ah Mana Mu da çimenleri yani bizleri anlatmak istedim. Umarım olmuştur” dedi


  • Oluşturulma Tarihi : 11.12.2015 09:55
  • Güncelleme Tarihi : 11.12.2015 09:55
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Sessiz sedasız ‘Ah Mana Mu’

ÖZKAN PEKÇALIŞKAN

Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan’da yaşayan Rumlar ve Türkler karşılıklı olarak göç etmek durumunda kalmıştı. İki ülkeden de çok sayıda insan yaşadığı yeri terk ederek göç etti. Bu göç yollarında çeşitli hikayeler ve konular ortaya çıktı. Her iki ülkeden yazarlar dönem dönem bu konuları yazılarında ve romanlarında işlediler. İzmirli Yazar Handan Gökçek’te yazdığı ‘Ah Mana Mu’ kitabında bu konuyu derinlemesine işledi. Kitabı, oldukça ilgi gören Gökçek, kendisine ve kitabına karşı duyulan ilgiden oldukça memnun olduğunu belirtti. Ah Mana Mu ile belli bir döneme ışık tutmaya çalışan Gökçek ile kitabı ve kitabın öyküsü üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

“MÜBADELE HİKAYELERİ İLE BÜYÜDÜM”

Gökçek, ailesinin Yunanistan Yanya’dan Türkiye’ye gelen bir aile olduğunu belirterek, “Ben hep büyükannemin hikayesi ile büyüdüm. Mübadele zamanında Selanik’ten kalkan gemi Mersin Limanı’na geliyor. Büyükannem için memleket dedikleri yer Yanya idi. Daha sonra İzmir’e gelmişler önce Hatay’da kalmışlar fakat memleket dedikleri yer her zaman için Yanya idi. İkinci üçüncü kuşaktan itibaren artık Hatay memleket olarak kanıksanmaya başlandı. Bizim büyüklerimiz oranın hayali ile yaşadılar. Oradaki hikayeler ile büyüdük. Anne tarafım Arnavutluk’tan göç eden bir ailedir. Bu yüzden evde Arnavutça, Rumca ve Türkçe olmak üzere üç dil konuşuluyordu. Bu sebepten ötürü de bu diller birbirinin içine geçti. Çocukluğum bütün bunların arasında geçti. Babaannemin hikayesi de çok vurucudur. İkiz bebeklerden bir tanesini dede evlatlık veriyor. Ve bebeklerden biri kayboluyor. Bu babaannemin hayatı boyunca yaşadığı derin bir izdir. Evlatlık verilen bebek hiçbir zaman bulunamıyor. Onun hayali ile torununu onun yerine koyuyor. İnsan bu hikaye ile büyüyünce ister istemez yazma yetisi de ortaya çıkınca aklımda bunu yazma fikri kendiliğinden oluşuverdi. Ancak bunu yazma fikri önceden beri hep aklımda olan bir şeydi” dedi.

“HİKAYE ROMAN OLMAK İSTEDİ”

Bunun öncesinde edebiyata başlangıcının öykü ile olduğunu ifade eden Gökçek, “Kafamda önce on iki öyküden oluşan bir kitap fikri vardı. Mübadele öykülerinden oluşan bir kitap yazmak istemiştim. Ama bazen hangi konularda yazacağınıza hangi türde yazacağınıza o konu karar veriyor. Bir zaman sonra bütün hikayeyi öykü ile ifade edemeyeceğime karar verdim. Fakat roman yazma fikri de bana oldukça uzak geliyordu. Çünkü öykü kısalığı ve yoğunluğu ile çalışmayı daha bir sevdiğim bir türdü. Roman ise biraz daha uzaktı. Konu çok genişti. Konu geniş olunca kesik kesik olacağını fark ettim. İki ana karakterim babaannem ve dedemin yaşamları var. Kalan diğer karakterler de kurgu karakterlerdi. Sonuçta bu hikaye roman olmak istedi ve roman oldu” şeklinde konuştu.

“KALEM ÖYLE BİR AÇILDI Kİ…”

Kendini korkutmamak adına novella gibi bir şey yazmak istediğini belirten Gökçek, “Ne öykü ne de roman olsun istedim. Romandan kısa ama öyküden uzun olan bir şey çıktı ortaya. Fakat yazmaya başladıktan sonra kalem öyle bir açıldı ki tanıdığım bildiğim karakterler üzerinden de yazmaya başladığım için konuya daha çok hakim oldum. Buna rağmen yine de eksikler vardı. Bu romanı yazmaya karar vermeden önce iki yıl benim okuma ve araştırma sürecim oldu. Bu hikayeyi anlatacaksam eğer dedim 1919’larda başlayan ve 1924’lere kadar süren hikayeyi anlatabilmek için o dönemin Yanya’sını ve Yunanistan’ın siyasi, mimari, ekonomik ve güncel yaşamı hakkında da benim bilgi sahibi olmam gerekiyordu. Sadece hikayeyi bilmek yetmiyordu. Bu hikayeyi yazmak için dönem bilgisine de ihtiyacım vardı. Birde aynı zamanda Türkiye’de neler olduğuna da bakmak gerekiyordu. Aynı pencereden Türkiye’ye de bakmalıydım. Bunun sonucunda uzun bir okuma ve görsel süreci de içinde barındıran bir araştırma sürecine girdim” diye konuştu.

“MÜBADELE İLE İLGİLİ ÇOK ARAŞTIRMA BAKTIM”

Gökçek, Yanya’ya gitmeyi hiç düşünmediğini çünkü ihtiyacım olanın 2000’li yılların Yanya’sı olmadığını belirterek, “Eğer bugünlerin Yanya’sını anlatacak olsaydım o zaman gerçekten gitmem gerekiyordu. Ben Evliya Çelebi’nin Yanya üzerine yazdığı notlara baktım. Aynı zamanda Fazıl Bülent Kocamemi’nin Yanya’nın Gözyaşları eserine de bakma fırsatım oldu. Türkiye’den mübadele üzerine çeşitli sempozyum ve tezleri inceledim. Bunları araştırdıktan sonra o dönemde yazılmış romanlara bir bakmak istedim. Çünkü mübadelenin etkilerine bakıldığı zaman Türkiye’de ve Yunanistan’da farklı etkileri olduğunu görüyorsunuz. Şöyle ki Türkiye’den Yunanistan’a giden nüfus Yunanistan’ın yarısı kadar iken oradan buraya gelenler Türkiye nüfusunun dörtte biri kadar idi. Dolayısıyla savaştan yenilgi ile çıkmış bir ülkenin nüfusunda bu kadar büyük bir patlamanın olması orada daha büyük bir travmaya yol açtı. Biz savaştan kazançlı çıktık. Bizim toparlanma sürecimiz Yunanistan’ın toparlanma sürecine göre daha farklı oldu. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen mübadiller oranın köylü kesimi idi. Orada denizden anlayan deniz kıyısına topraktan anlaması gereken toprağa yerleşmesi gerekirken çok büyük bir karmaşa yaşandı ve insanların yerleşmesi konusunda ciddi sıkıntılar yaşandı. Türkiye’den Yunanistan’a giden mübadiller ise Osmanlı Dönemi’nin ve Cumhuriyet Dönemi’nin burjuva kesimi ve ticaretle uğraşan kesimi idi. Dolayısıyla Türkiye’den gidenler Yunanistan’ın kalkınmasına çok büyük katkıları oldu” ifadelerini kullandı.

“1940’LARA KADAR SES SOLUK YOK”

Gökçek, mübadelenin edebiyattaki etkilerine bakıldığı zaman ise, “Yunanistan’da mübadele sonucunda 1930 kuşağı edebiyatı ortaya çıkıyor. Bu edebiyatçıların yüzde 80’i Anadolu kökenlidir. Ama Yunan Edebiyatı’nı etkiliyorlar. Türkiye’ye baktığımızda ise 1940’lara kadar ses soluk yok. 1940’larda çeşitli makale ve köşe yazıları çıkıyor. 1960’lara doğru Necati Cumalı ve Sabahattin Ali çıkıyor. 1980’de ise Suyun Öte Yanı ile Feride Çiçekoğlu ana tema olarak mübadele konusunu işliyor. Daha sonra ise Yaşar Kemal ve Kemal Arı gibi yazarlar ana tema olarak mübadele konusunu işlemeye başlıyorlar. Bunun nedenini ise Tarih ve Toplum Dergisi’nin çalışmaları olarak açıklayabiliriz” şeklinde konuştu.

“BENİM DERDİM ÇİMENLER İLE OLMALIYDI”

Gökçek, yapılan bütün araştırmalardan sonra mübadele konusunun nasıl anlatıldığına baktığında ise birinci kuşak yazarların yazılarında ‘biz’ kavramını kullandığına değinerek, “İkinci kuşak mübadillerin yapıtlarına bakılınca ‘biz ve onlar’ diye bahsediliyor. Üçüncü kuşağa baktığımızda ise ‘biz ve öteki’ kavramı ile karşılaşıyoruz. Bunları gördükten sonra ben hangi bakışla anlatacağım sorusu önem kazandı. Ben romanımı ‘biz’ diye anlatmak istedim. Benim derdim filler ile değildi. Benim derdim çimenler ile olmalıydı. Çünkü biz ötekiler yüzünden sıkıntı yaşıyoruz. Şu anda içinde Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu da biraz buna benzetiyorum. Birilerinin hırsları, birilerinin acıları oluyor. Dünya tarihine baktığımızda bunun böyle olduğunu görmek mümkündür. ‘Filler tepişir, çimenler ezilir’ sözünü bu yüzden ben çok önemsiyorum ve tam da bu nedenden ötürü çimenleri yani bizleri anlatmak istedim. Umarım olmuştur” dedi.

“YAZAN İNSANLAR SUYA SABUNA DOKUNMALI”

Gökçek, bütün sınırlar, diller, ırklar ve dinler silindiği zaman geriye sadece insan ögesinin kaldığını belirterek, “Ayrıştırmaya neden olacak her şeyi silin. Geriye sadece insan kalıyor. Bende o insan kalan taraftan baktığımda öteki diye bir şeyin olmadığını gördüm. Biz diğerini ötekileştirdiğimiz takdirde kendi yaşam alanımızı daraltıyoruz. Eğer bunun farkına varabilsek aslında kendi yaşam alanımızı daraltıp kendimize zarar verdiğimizin farkına varabilsek öteki diye bir kavram oluşmayacak. Bunu görmek gerekiyor. Ben Ah Mana Mu’dan sonra yazdığım roman olan Elenika’da da bunu yazmaya çalıştım. Bu yüzden yazan insanların biraz suya sabuna da dokunması gerektiğini düşünüyorum. Bence bir şeylere ulaşma şansınız varsa bir şeyleri anlatma derdiniz de olmalı. Hayat biraz da gördüklerimizin dışında biraz da görmediklerimizdir. Benim yazarken dert edindiğim şeyler bunlardır. Öykülerde biraz daha bireyden topluma gidiyorum” şeklinde konuştu.

“KİTABI BEŞ YILDA YAZDIM”

Bu romanı yazacağım dediğimde ve kitabı elime aldığım süre arasında tam beş yıllık bir süre var diyen Gökçek, “Bir roman yazabilmek için sadece dönem bilgisi yetmiyor. Aynı zamanda teknik anlamda da donanıma sahip olmanı gerekiyor. Teknik anlamdaki donanımı kazanmak için çok fazla roman ve yazıyı incelemek gerekiyor. Karakter-mekan ilişkisi nasıl kurulmuş, zaman nasıl akıyor? Her karakterin kendine ait bir zamanı var. Sizin aynı zamanda yaşadığınız bir zaman var dolayısıyla mantık hatası yapmadan ve devamlılığı sekteye uğratmadan yazmak zorundasınız. Farklı iki zaman akışı arasındaki bağlantıyı iyi kurmak zorundasınız. Bu yüzden ikinci romanım olan Elenika’yı yazarken daha rahat yazdım. Her kitap bir şey öğretiyor” diye konuştu.

“DUYGUSAL GERİ DÖNÜŞLER ALIYORUM”

Kitap hakkında çok güzel duygusal geri dönüşler aldığını söyleyen Gökçek, “Sosyal medyanın bir taraftan iyi bir yanı olduğu gibi bir yandan kötü yanı olabiliyor. Bu sosyal medyayı nasıl kullandığınız ile ilgili bir durum aslında. Sosyal medya aracılığı ile Trabzon’dan bir kadın benim de büyükannem gemide ölmüş ve denize atmışlar sizin soyadınız neydi kimlerdendiniz diye bir soru sordu bana. Acaba akraba mıyız diye hala üçüncü kuşak düşünüyor. Birbirleri ile akraba olabileceklerini düşünüyorlar. Böyle bir şeyin olması mümkündür. Çünkü gemiden inen insanların hepsi birbirleri ile evlenmişler. Gemi karaya yanaştığında bir aile olarak yanaşmışlar. Sessiz sedasız, reklamsız kitabım üçüncü baskıya doğru gidiyor. Belli bir dönemi anlattığım için liselerde çocuklara kitabım dönem ödevi olarak veriliyor. Lozan Barış Antlaşması ile mübadeleden bir şey anlamayan çocuklar Ah Mana Mu ile karakterler üzerinden mübadeleyi daha iyi anlıyorlar” ifadelerini kullandı.

HANDAN GÖKÇEK KİMDİR?

Handan Gökçek 1968 İzmir doğumlu, öykü ve roman yazarı. Yazın hayatına Bahçe, Bir Bilet Gidiş-Dönüş, Kum, Ardıçkuşu, Ünlem, Kül, Varlık, İzmir Kültür Edebiyat gibi dergilerde yayımlanan öyküleriyle başladı. İlk öykü kitabı Düş Hırsızı 2000 yılında yayımlandı. Bunu 2008 yılında yine bir öykü kitabı, Sır Dökümü takip etti. “Egeli Kadın Yazarlar Platformu” etkinliklerine katılan Gökçek, Platform’un Savur Saçlarını Ege öykü seçkisinde yer aldı. 2010 yılında 1924 mübadelesini anlattığı ilk romanı Ah Mana Mu çıktı. Roman 2010’da İzmir Saint Joseph ve Saint Michel Fransız Liseleri tarafından düzenlenen, XI. Liselerarası Kitap Haftası ve Okuma Günleri kapsamında yılın en beğenilen kitabı seçildi. Yazar ayrıca Sakarya Valiliği ile ortak yürütülen, çocukların şiddetten uzak yetişmesini hedefleyen “Hani Her Şey Bir Oyundu” projesi kapsamında da çalışmalar yaptı. 2011 yılında "Bebek-ler" oyunu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri kapsamında, Atölye Karnaval tarafından ilk kez sahnelenmiştir. Handan Gökçek Kadın Yazarlar Derneği üyesidir.

YAPITLARI

Öykü

Düş Hırsızı (2000)

Sır Dökümü (2008)

Roman

Ah Mana Mu (2010)

Oyun

"Bebek-ler" (2011)

Haber Merkezi