Sınırın siyah-beyaz hikayesi: Ölüm, hiçlik ve hüzün...

Başıboş atlar, ölü balıklar, boş araziler, kaz çobanları... Fotoğrafçı Özener’in Türkiye-Ermenistan sınırında objektifine aldığı siyah-beyaz görsellerden oluşan ‘Sınır’ adlı sergi, iki yakayı metamorfik görüntülerle anlatıyor


  • Oluşturulma Tarihi : 01.02.2022 07:33
  • Güncelleme Tarihi : 01.02.2022 07:33
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Sınırın siyah-beyaz hikayesi:  Ölüm, hiçlik ve hüzün... haberinin görseli

ÇAĞLA GENİŞ-RÖPORTAJ

Fotoğraf sanatçısı Aykan Özener’in, Türkiye-Ermenistan sınırında objektifine aldığı görsellerden oluşan ‘Sınır’ adlı sergi İzmir’de ziyaretçileriyle buluştu. İki yakadan yansıyan siyah-beyaz fotoğrafların yer aldığı ‘Sınır’, 18 Şubat tarihine kadar İzmir Soviet Gallery’de ziyaretçilerini bekliyor. Sergi, sınırların tanımı ve sınırlara yüklenen anlamların zaman içerisindeki farklılıklarını keşfederek, metamorfik görüntüler üzerinden bir anlatı kuruyor. “Orası benim sınırım. Birisi gider başka bir sınır görseli de çıkarabilir o bölgeden. Ama benden bunlar çıktı. Hep bir hüzün var o coğrafyada. Ölüm, hiçlik, hüzün...” diyen Özener, ‘Sınır’ı anlattı ve fotoğraflar üzerinden hayaller kurmaya davet etti.

-Sizden dinlemek isteriz, siz nasıl anlatırsınız ‘Sınır’ı?

Sergi modern Türkiye’nin sınırlarını anlamaya ve görseller üzerinden hayaller kurmaya yönelik okunmalı. Sergideki fotoğraflar imparatorluktan Cumhuriyet dönemine geçiş aşamasında sancılı bir sürecin yaşandığı iki toplum arasında oluşan Türkiye-Ermenistan sınır boyunda (Kars, Iğdır, Ağrı şehirleri ve Ermenistan tarafında Türkiye sınırı boyunca) çekildi. Çok uluslu imparatorluk olan Osmanlı ile bir ulus-devlet olan Cumhuriyet dönemi, sınırların tanımlanması ve sınırlara yüklenen anlamlar farklılık taşımaktadır. Ülkeler arasında kesin belirlenmiş sınırların varlığı oldukça yakın bir geçmişe sahiptir. Devletleri ayıran sınırlar geçirimsizlik anlamını ancak son 200 yılda kazanmıştır. Böylece hudut ya da sınır bir mülkü çevreleyen, geçirgen ve belirsiz bir görünümden, sınırlayan, ayrıştıran, katı ve askeri bir görünüme geçiş yapmış oldu. Geleneksel anlamıyla ulus-devlet, sınırları belli olan devlettir; egemenlik de bu sınırlar içerisinde yaşayan insanlara -ulusa- aittir. Misak-ı Milli’nin işaret ettiği sınırlar, Türk ulus-devletinin egemenlik sahasını sembolize etmektedir. Misak-ı Milli sınırları, din ve milliyetçilik kavramlarının yanı sıra askeri ve jeopolitik dinamikleri de içerecek şekilde inşa edilmiştir. Bu sebepledir ki, Türkiye’de sınırlar, hafıza yüklüdürler.

-Neydi sizi bu çalışmayı yapmaya iten?

Aslında ilk etapta bilinçli olarak proje hazırlayıp başladığım bir iş olmadı. Iğdır’a gittiğimde 1 haftalık araba yolcuğu esnasında siyah beyaz fotoğraflar çektim. Tamamen serbesttim, yalnızdım. Şansıma karlar yağdı, önüme atlar çıktı. Birçok görsellik an yaşadım. Gece oluyor Iğdır ölü bir kent, Erivan ise karşıda cıvıl cıvıl... Gidemiyorsun, gelemiyorsun! 1-2 yıl sonra Hrant Dink Vakfı ile iletişime geçtim. Ermenistan sınırından da fotoğraflar çekmek istiyordum. Proje yazdık, destek verdiler. 15 günlük bir Ermenistan yolculuğu başladı.

-Ermenistan’daki sınır çekimleri esnasında neler yaşadınız, hangi temaslarda bulundunuz, neler hissettiniz?

İnsanlar, Türkiye’den geldiğimi duyunca çok mutlu oldular. Kimle karşılaştıysam Anadolu’dan gidenlerin torunları, çocuklarıydı. Çoğu iyi derecede Türkçe konuşuyordu. Hatta dil kursuna giden gençlerle tanıştım. Çekim yaparken arkeolog olmamın verdiği bir merak da vardı içimde. Arkeolojik fotoğraflar da çektim. Türkiye sınırındaki gezimde bomboş araziler, serbest dolaşan atlar, sürü gezdiren çobanlar çıkmıştı karşıma. Orası kafamda hep siyah-beyaz kaldı hep. Ermenistan hala analog bir ülke olduğu için orayı filmli makine ile çalıştım. Türkiye tarafında hala bir hüzün, yalınlık ve boşluk var. Ermenistan tarafında ise buradan gidenler orada kendilerine başka bir hayat kurmuş, rengarenk bir ülke oluşturmaya çalışıyorlar. Bize göre fakir ama kendine göre kültürü olan yeni doğmuş bir ülke...

-Sergiyi gören ziyaretçiler, ne düşünsün, neler hissetsin ya da bu sergi onlarda nasıl bir his bıraksın istersiniz?

Sergi metaformik görüntüler üzerinden kuruldu. Bakan herkesin hayaline bıraktım. Osmanlı döneminde sınır nasıl bir şeydi, Cumhuriyet döneminde Misak-i Milli ile birlikte sınır anlayışı nasıl değişti? Fotoğraflara baktıklarında bunu görecekler. Mesela gölün içine atılmış ölü balıkların olduğu bir fotoğraf var. Orada sınırın ölülüğünü anlatmaya çalıştım. Ya da bir köpeğin sınırla ilintisi... Köpek sınırına yanaşmadığın sürece sana sadece bakıyor ama yaklaştığında sınırına sokmamaya çalışıyor. Tamamen serbest olduğum, yaratıcılığımı kullandığım ve bilinçaltıma sadık kalarak gerçekleştirdiğim bir çekimdi. Orası benim sınırım. Birisi gider başka bir sınır görseli de çıkarabilir o bölgeden. Ama benden bunlar çıktı. Hep bir hüzün var o coğrafyada. Benim için öyle. Ölüm, hiçlik, sınır, hüzün...

-Peki, fotoğrafın uluslararası dili bu iki ülke arasındaki ilişkileri nasıl etkileyebilir?

Fotoğraf elbette tek başına bunu başaramaz. Sadece anlamak için materyal arayanlara dokunur. Farkındalığın oluşmasına zemin hazırlar. Zamanla yarışan bir devirde okumaya vakit bulamayanlara görsel kanıtlar sunar. Bu kanıt elbette fotoğrafı çekenin sunduğudur. Özünde fotoğrafçının düşünce dünyasının yansımasıdır. Dediğim gibi arada kalanlara, kendisini münafık sayanlara, taraflı da olsa yakın durduğu düşünce biçiminin güçlenmesine destek olabilir. Bir insanı sevmekle başlayacak sözünün görsel biçimidir fotoğraf. Bir düşünceye, duyguya geçişin tetikleyicisidir. Görsel bir dünya içersinde kendisine bir zemin kurmak isteyene yardımcı bir araçtır sadece.