Türklerin beşte dördü şair doğmuştur!

Düzce Üniversitesi Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Ahmet Uludağ ile şiir üzerine konuştuk. Uludağ, bilim zihniyeti ve sanatçı duyarlılığının korunması gerektiğini ve bunların bir ideolojiye, bir lidere, bir şeyhe teslim edilemeyecek kadar önemli olduğunu söyledi


  • Oluşturulma Tarihi : 11.09.2016 07:36
  • Güncelleme Tarihi : 11.09.2016 07:36
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Türklerin beşte dördü şair doğmuştur! haberinin görseli

TANER UYANIKER - ÖZEL RÖPORTAJ

Düzce Üniversitesi Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Ahmet Uludağ ile şiir üzerine güzel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Edebiyat dergilerinde yazı ve şiirleri yayınlanan Uludağ’ın kaleme aldığı “Demek Vakit Erkendi” şiir kitabı edebiyat dünyasında ilgiyle karşılandı. Başarılı bir akademisyen olarak hayatını sürdürürken şiiri de hayatının içinden çıkarmayan Uludağ, yeni şiir kitabı için ise hazırlıklara başlamış durumda. Türkiye Yazarlar Birliği İzmir Şubesi üyeliğini yürüten şair en beğendiği şairin Mehmet Âkif Ersoy olduğunu belirterek, “Ama ben Âkif nesli olamadım, hep sesim kısık çıktı. O aruzu düz yazıya döktü, biz düz yolda tökezledik” dedi.

Kendinizi tanıtır mısınız?

Galiba en zor soru bu. İnsanın kendini anlatması oldukça zordur. Bazen kelimelerin büyüsüne kapılıp veya kendi güneşimizin etkisiyle gözlerimiz kamaşıp ne olduğumuzdan daha fazlasını anlatabiliriz. Bencilliğin derin sularında boğulup gidebiliriz. Bazen de Yunus’ça “Ete kemiğe büründüm” diyebiliriz. Bu ilkinden de zor. Hem Sehl-i mümteni olması itibariyle hem de melamet hırkasının ağırlığı itibariyle… Şu dünyada bir garibiz aslında, annemizden ayrıldığımız andan itibaren gurbete çıkmış garipleriz. Yolculuğumuzun sonuna geldiğimizde soğuk suyumuzu belki de bir sultanın ellerinde hissedeceğiz veya suyumuz bile olmayacak. İşte ben buyum, kullardan bir kul, sultanlardan bir sultan…

Mesleğimin ziraat olması sebebiyle ve çalışma hayatım içinde tabiatla devamlı hemhal oldum. Fakat bu ekip biçtiğim manasına gelmesin. Araştırma amaçlı olarak küçücük parsellerde yaptığım tarımı yok sayabiliriz. Bir de Amerika’da yüksek lisans yaptığım yıllarda üniversite lojmanlarında tahsis ettikleri küçük bahçemizde ekip biçtiğim iki yıl hariç… Tabii bunlar benim ergenlik ve gençlik yıllarımda çok da bilinçli olarak seçtiğim yollar değil. Mesleğimizi daha imtihana girmeden yaptığımız tercihlerle, üstelik öndersiz, yol göstericimiz olmadan belirledik. Bunlar şikayet değil, rüzgarın önünde yuvarlanışımızı anlatmak istiyorum. Bilim sadece mesleğimin bir parçası değil, olması gerektiği gibi hayatımın yolunu çizmede zihniyetimi de oluşturdu. İlkokula giderken kendime ikinci isim olarak Bilgin’i seçmiştim, bunu kimse bilmez. Yıllar sonra bir arkadaşım göndermişti ortaokul birinci sınıfta onun hatıra defterine bir şiir yazmışım: Bilim Adamı… Bilim, ziraat ve tabiat benim önümde koskoca bir dünya açtı. Zihniyet olarak da hayat olarak da… Amerika ve Danimarka’da toplam beş yıl yaşadım, hem öğrencilik hayatım oldu hem iş hayatım. Çoğu işimle ilgili olmak üzere onlarca ülke gördüm, neredeyse bütün Türkiye’yi dolaştım.

12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI ÇOK ŞEY ÖĞRENDİK

Benim kişiliğimin oluşmasında Sivrihisar’daki çocukluk yıllarımın, anne ve babadan fazlası olan geniş ailemin, ortaokul ve liseyi kapsayan yatılılık yıllarımın etkisi çok büyüktür. Öğretmen olacağız, hayata kısa yoldan atılacağız düşüncesiyle başladığımız, diğer 30 kadar arkadaşım gibi Anadolu lisesine gitmekten vazgeçtiğimiz yatılı okul, kendi kendimize yetmeyi öğretti. Belki de köy enstitülü olmaktı bunu sağlayan. Köy enstitüleri çok kısa hayatı olmuş okullardır, ama zihniyeti (asla komünizm değil) devam edegelmiştir. Ta ki, yaz çalışması, köyle, zanaatla ve sanatla iç içelik kalkıncaya kadar. Demokrasiyi de, edebiyatı da, müziği de, tabiatı da, insanlığı da, şu an aklıma gelmeyen birçok şeyi öğrendiğim. Okuma zevkini, araştırma iştiyakını orada kazandım. Divan edebiyatını orada öğrendim. İzcilikle uğraştım lise sonrasında… Bazen insan hayatında kötü gibi görülen şeyler, başka kapıların açılmasını sağlıyor. İlk işsiz kalan (daha doğru bir tabirle kamuda görev alamayan) ziraat mühendislerinden biriyim. O yıllarda bir arkadaşımın yeni açtığı büroda vakit geçiriyorduk. Emekli öğretmen olan babası Necati Amca ile değişik tavla oyunları oynadığımız kadar, okuduğumuz kitapları tartıştığımız o günler de okuma iştahımı artırdı. Yazları çalıştığım kahve bana hayatı ve insanları öğretti. Fotoğrafla uğraştığım yıllar ve hala kendim için devam ettiğim müzik çok şey kattı bana… 12 Eylül öncesi ve sonrası çok şey öğrendik. Ama o kavgalı ortamdan bize kalan olumlu yönleri sayamam galiba? Bugünün bencil ve içine kapanık dünyasıyla kıyaslanamaz. Arkamdaki kadınları da burada zikretmeden geçemeyeceğim.

ŞİİR; BİR BAKIŞ, BİR GÜLÜMSEME, BİR HIÇKIRIK

Şiirle tanışmanız nasıl oldu? Şiir sizin için ne ifade ediyor?

Türklerin beşte dördü gibi ben de şair doğmuşum. Şarkıcıların tamamının müzisyen doğmasından daha büyük bir oran bu…  Babaannemin o zaman söylediği, öğrettiği dini ve din dışı tekerlemeler, manzumeler hem imanımızı sağladı hem de şiiri sevmemizi. Kafiyeli söyleyiş, şiir olsa da olmasa da bütün hepimizin hayatında, geleneğimizde yer tutmuştur. Şiirle olmasa da şiirimsi ile tanışmış olduk hayatımızın erken devrelerinde.

Ben akranlarımın aksine divan edebiyatını sevdim. Özellikle lise yıllarında çok şiir okudum. Belki de iki kutuplu dünyada taraf olunca okuduğumuz şiirlerle kendimiz ifade ettik. Ortak hissimiz gür bir sesle okunan bir şiirde kendini buluyor, bizim için bütün dünyada o ses yankılanıyordu sanki…

Şiir benim kendimi ifade etme, duygularımla dünyayı, hayatı algılama yolum. Bazen söylemek istediğimizi saatlerce anlatırız, bazen bir bakış, bir gülüş bütün o saatlerce söylenenin yerini alır. Şiir de böyle bir şey: Bir bakış. Bir gülümseme, bir hıçkırık… Ben öyle çok üretebilen bir insan değilim. Ben çok az şiir yazarım. Bugüne kadar topu topu bir şiir kitabım yayınlandı. Bir kitaplık şiir de bir yerlerde bekliyor. Bir ara tekrar elden geçirip, yayınlayacağım inşallah. Her şeye soyununca hiçbir şey üretilmiyor. Biraz kendimi kontrol etmeyi öğrenip birer birer planladıklarımı yapmam lazım. Edebiyatla ilgili şiir dışında da fikirlerim var ama dediğim gibi, bunları hayata geçirmeye gücüm yok.

HOROZ ÇOK OLUNCA SABAH OLMUYOR

Son zamanlarda Türkiye’de şair yetişmiyor diye bir kanı var. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk şiir tarihinde bu dönem hangi çağını yaşıyor?

Şair yetişmez olur mu? Hayatın olduğu her yerde sanat da, edebiyat da, şiir de vardır. Bugünün daha materyalist olmuş dünyasında mecnunî aşklar azalmış olabilir, medyada ve internette aşkın, sevginin kutsiyeti, güzelliği iğfale uğramış olabilir ama bir noktaya gelinir, kalbin derinlerinden gelen bir tıkırtı alır insanları hayata, aşka, şiire götürür. Bazen iyi şiir kötü şiir diyorlar. Yok, öyle bir şey! Eğer bir şey şiirse, onun iyiliği kötülüğü izafidir. Hatırlamıyorum şimdi, bir müzede görmüştüm ünlü bir ressamın sadece bir çizgiden oluşan resmini. Bu resim değil mi? Kötü resim mi? Bence resimdi, bana göre fena değildi. Ama birileri için fevkalade idi ki, getirip müzeye koymuşlar: bir başkası da hadi oradan der geçebilir. Tabii ki, şunu demiyorum: Her yazılan, her çizilen bir sanat eseridir. Sanatta algı da önemlidir. Fotoğrafla uğraştığım yıllarda sergilerde insanların şu davranışını görmüştüm: Fotoğrafçı ünlü ise bir şey kapmak, ünsüz ise adamı kapmak hevesi içindeydi insanlar… Bu şiirde de böyle, romanda da böyle…

Ben bir süre fotoğraf sanatıyla da uğraştım. Şunu gördüm herkes fotoğrafa ve şiire dudak büküyor. Herkes şair herkes fotoğrafçı… Horoz çok olunca sabah olmuyor dersek, öz olarak ifade etmiş oluruz.

Şiir veya genelde sanat bir insanın kendini ifade etme tarzı dersek, bunun alıcısının olup olmamasının önemi yoktur. Adamın elinden sanattan başka bir şey gelmiyorsa, onun işi zor. Sanattan para tabii ki kazanılabilmelidir tıpkı bilimden kazanıldığı gibi. Sadece bilim zihniyeti ve sanatçı duyarlılığı korunmalıdır. Bunlar bir ideolojiye, bir lidere, bir şeyhe teslim edilemeyecek kadar önemlidir ve korunmalıdır. Namus korunmalıdır. Buradan şuna gelmek istiyorum. Ülkemizde birkaç ünlü sanatçının eseri alıcı bulur, şiir de buna dahil. Alıcısı olamayınca da (şimdiler de okuyucusu, ilgilisi de yok pek) sanatçı da üretemez duruma geliyor. Sanatçılar ve bilim adamları şak şaka, aferine çabuk kanar, o da yok. Hatta sonunda zulüm var… Velhasıl her şey şiire karşı ama şiir yine de hayatın içinde, buluta asılmış bir yağmur damlası, siyaha düşmüş bir kar tanesi, daldan gelen bir cik sesi, pazar tezgahına düşmemiş bir yeşil yaprak… Koskoca bir yürek, küçücük yürekli insanlar…

Sizi en çok etkileyen şair kimdir? Neden?

Bir tek şairden söz etmek zor şairler var beni etkileyen. Fuzuli, aşkın sesi; Yunus, Yesevi, Türk’ün imanının sesi; Mehmet Âkif Ersoy, Hakk’ın, milletin eğilmez sesi; Ümit Yaşar, günümüzün aşkı; Arif Nihat, bayrağımın şairi; Abdurrahim Karakoç, Anadolu’nun sesi; Ülkü Eri, Dilaver Cebeci, Hun Aşkı, Attila İlhan, milletimin yılmaz savaşçısı; Yahya Kemal, aruzun usta sesi; Tevfik Fikret, fikrinin yolcusu; Niyazi Yıldırım, çağın tekbiri; Nazım Hikmet, gurbetin şiiri; Necip Fazıl, büyük şair…. Daha birçok şair… Bunlar ilk aklıma geliverenler. Bunların şair yönleriyle bana etkilerinden bahsediyorum. Yoksa fikri manada örtüşmediğim noktaları çoktur. Ama hepsinin içinde kim derseniz ben Âkif derim, Asım’ın değil Âkif’in nesli derim. Ama ben Âkif nesli olamadım, hep sesim kısık çıktı. O aruzu düz yazıya döktü, biz düz yolda tökezledik.

ÇOK SATAN NE ÇOK İYİ OLANDIR, NE ÇOK LAZIM OLANDIR

Türk edebiyatının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle çok satan kitaplar üzerinden toplumun okumadaki seçiciliğine nasıl bakıyorsunuz?

Çok satanlar okumayı kapitalizmin bir parçası yapmaktan başka bir şey değildir. Bir kitabı çok sattığı için değil, her bir şahsın kendini tamamlamak için okuması gerektiğinden dolayı okuması gerekir. İsim, reklam vb. durumlar çok satışı sağlıyor. Hatta güdümlemeler olduğu da biliniyor. Çok satan ne çok iyi olandır, ne çok lazım olandır, ne gereksizdir ne de en kötüdür… Kapitalizmin veya faydacı ahlakın en ufak hücrelerimize kadar işlediği, yaşamak yerine koşmayı, yetinme yerine daha fazlayı, mutluluk yerine başkalarının mutsuzluğunu tercih ettiğimiz bu çağda, insanlar kitapları da moda ile, çok satan ile, sizin için seçilen ile okuyor. Çünkü kafa yoracak zamanı yok. Yağ kötü idi, yumurta kötü idi, şimdilerde ekmek kötü, dayatılan bilinçaltına işlenen bu. Niçin diye sormak aklına bile gelmiyor. Uzmanı buğdayın kromozom sayısı asırlardır aynı diyor, çok satanların müşterileri “Vay namussuzlar, sağlığımızı bozmak için ekmeğimizle oynamışlar” diyor. Herkes her otun her derde çare olduğunu zannediyor. Sebep çok satan programlar, çok satan adamlar, çok satan kitaplar. Benim okuma alışkanlığı ve zevki kazanmamda çizgi romanların (çoğu Amerikan Tarihi) çok rolü var. Şöyle bir düşünüyorum da, o benim seçimimdi; çok satan, don modası gibi bir şey…

Edebiyat ve kültür yazıları konusunda sıkıntı çok… Üretim çok, alıcı yok. Üretilenin kalitesiyle ilgili bir şey söylemiyorum. Genel beğeninin dışında kendine has tavrıyla, tarzıyla okuyucusu olanlar var. İşte burada iş çok... Üslup sahibi olabilmek, tavrı olabilmek, çizgisi olabilmek… Günlük tüketime, modaya uygun bir şeyler yapmak yerine tarz olabilmek… Yine kısa fotoğraf yıllarımdan bir örnek vermek istiyorum: Bir fotoğraf sanatçısı/kuramcısı dünyada hiçbir şeyin kesin çizgilerle ayrılmadığını, net olmadığını söylüyordu ve bu tarzda üretimler yapmıştı; bizse kesin net çizgili fotoğraflara yönlendiriliyorduk. Kendimce netsiz denemeleri yaptım. Ama üstatlar hep onları çizdi, ben de kendimi anlatamadım, hevesim kaçtı. Benden de bir üslup sahibi fotoğrafçı çıkmadı. Ben fotoğrafla uğraşacak olsam netsizliği, resimle uğraşacak olsam soyutluğu seçerim. Şiirime de yansıyordur diye düşünüyorum. Tam aksine bilimle ilgili ürettiklerimde ve kültür üzerine yazdıklarımda somut olmaya çabalıyorum.

Genç yazar adaylarına ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

Yeni bir ses olmak, kendi tarzını oluşturmak... Bu tarza da estetik ve felsefi bir mana yüklemiş olmak. Yoksa ben yaptım oldu, diyerek bu iş olmaz. Bu hedef yani… Peki, bu hedefe nasıl ulaşılacak? Her dalda okumak, kuramlarla ilgili bilgi sahibi olmak, diğer sanat alanlarının üretimlerine ilgi duymak, tabiattan ve insandan hiç kopmamak…  Zor tabii… Kolay olsa herkes şair, herkes sanatçı olurdu. Parantez içinde şunu da söylemek istiyorum, bir atımlık barutu olur insanların, bir tek şiir, bir tek fotoğraf, bir tek şarkı yapabilirler ama bu onları şair, sanatçı yapmaz. Sanat, uzun soluklu bir iştir. Hayata, kainata, insana bir mana verme işidir. Ona bilimin gözüyle değil, kalbin gözüyle, fikrin gözüyle bakabilmektir, bu gözlükle üretebilmektir. Sanatçı okuyacak, sanatçı gözleyecek dedik, okumama alışkanlığına inekler süt içmez diyerek cevap vermek, çok derinmiş gibi görünse de bir yanlışın saklanma çabasıdır. Büyük bir zekanın, manasız bir ürünüdür. Ama bu hâliyle bile insanı düşündürür. Bu zeka bizde olmadığına göre biz okumaya devam etmeliyiz (olana lafım yok). Ama hep yanlış ve eksik bilgiyle, insanları da yanıltırız. Bunun vebali çoktur. Hadi bütün bunları bir tarafa bırakalım, inekler süt içmesin. Fakat buzağılar ağızla (ilk gelen süt) başlar hayata ve onları analarının memelerinden biz insanoğlunun bencilliği ayırır.

Size 10 kitap seçin desem bu listeye neleri koyarsınız? 

Durmuş Hocaoğlu (seri yazılarını, hatta bütün yazılarını bir kitap gibi algılarım)

Elveda Gülsarı (Aytmatov)

İnsan Düşüncesinin Boyutları (Yılmaz Özakpınar)

Fazıl Gökçek (Âkif üzerine kitapları)

Afrikalı Leo (Amin Maalouf)

Safahat (Mehmet Âkif)

Bozkurtlar (Nihal Atsız)

Alıç Ağacı ile Sohbet (Hikmet Birand)

Tüfek, Mikrop ve Çelik (Jared Diamond)

Yalnızız (Peyami Safa)

Taş Ustaları (Mahir Adıbeş) 

Bunlar ilk aklıma geliverenler. Bir de bu yazarların başka kitapları da var. Hepsini okumak lazım. Bir Erol Güngör, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Memduh Şevket, Seyyid Ahmet Arvasi, Mevlana, Attila İlhan, Sezai Karakoç, İsmail Gaspıralı, Cemil Meriç, İskender Pala ve daha niceleri ve onların eserleri bu listeye eklenebilir.