- Kültür-Sanat
- 15.05.2025 16:11
Yazar Halit Payza ile yazarlık ve kitapları üzerine konuştu. Payza’nın yayınlanmış bir öykü, iki deneme, dört roman türünde kitabı bulunuyor
ONURHAN ALPAGUT-RÖPORTAJ
Yazar Halit Payza’nın çocukluğunda yazıya ilgisi başladı. Erken yaşlarda her eline geçirdiği kağıda öyküler yazmaya başlayan Payza’nın yazıya olan ilgisi sürekli devam etti. Mesleğinden emekli olmasına yakın bir süre kala ilk profesyonel işlerini üretmeye başlayan yazar bir öykü, iki deneme, dört roman türünde kitabın altına imzasını koydu. Yazar Halit Payza yeni kitaplarında müjdesini verdi.
Kimliğinizi ve yazarlığınızı nasıl tanımlarsınız?
Behçet Necatigil’in güzel bir şiiri var. ‘Kitaplarda Ölmek’ şiirinde şöyle der; “Adı, soyadı açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır parantez. / O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı / Bir parantez içinde doğum, ölüm yıllara. / Ya sayfa altında, ya da az ilerde / Eserleri, ne zaman basıldıkları – Kısa, uzun bir liste. / Kitap adları / Can çekişen kuşlar gibi elinizde. / Parantezin içindeki çizgi / Ne varsa orada / Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orada. / O şimdi kitaplarda / Bir çizgilik yerde hapis, / Hâlâ yaşıyor, korunamaz ki, / Öldürebilirsiniz.” Bir insan yaşamını bundan daha güzel bir biçimde betimlenemez. Necatigil’in dediği gibi, ne varsa, buna kimliğiniz ve yazarlığınız ya da diğer nitelikleriniz o iki parantez arasındadır. Mezar taşı yazıtları da öyledir. Bazen iki parantez içerisinde, bazen parantez de yoktur. Ama bir doğum, bir de ölüm yılı vardır. Bunları birbirinden ayıran bir de çizgi. Öyleyse iki parantez arasına sıkıştırılmış yaşam öyküleri ile mezar taşı yazıtları bir ve aynıdır. Size yaşanmış ve tükenmiş bir ömrü anlatırlar. Kitap adları gibidirler onlar da; kimi kısa, kimi uzun, kimi doğduğu an başlar, kimi doğduğu an biter, hiç yaşamamıştır. Delphi’deki Apollan tapınağı girişi alınlığında Latince’Kendini bil’ yazar. Bu söz ilk kez Spartalı Khilon tarafından söylendiği düşünülür. Platon bunu ‘Sadece bir insan olduğunu bil’ biçiminde kullanır, Sokrates’in de sıklıkla ‘Kendini bil’ dediği bilinir. Onun en önemli sözlerinden biri aynı anlama gelmek üzere ‘Sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez’dir. Bu bizim iyi bildiğimiz ancak en çok yanılgıya düştüğümüz ikilemimizdir, bildiğimizi düşünürüz ama aslında bilmediğimizi bilmeyiz. Kâhine insanların en bilgesinin kim olduğunu sorduklarında Sokrates’in adı verilir. Bu Sokrates’in kulağına kadar gider. Sokrates bu sözün doğruluğunu sınamak için önce kendini sonra insanları sorgulamaya başlar. Kiminle konuştuysa yaşamın anlamı, kendini bilmek üzere söylenilenlerin aslında içeriklerinin boş olduğunu fark eder. Bilir geçinenler bildiklerini ileri sürürler ancak bilmediklerini bilmezler. Sokrates bunun üzerine bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğu yarısına vararak kahini doğrular. Hiçbir şey bilemediğini bilmek hiç değilse bir şeyi bilmek anlamına gelir. Marks, “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler” der, ben de öyle düşünüyorum. Kimliğimi içinde bulunduğum maddi koşullar belirliyor. Bunlar içerisinde okumaya ve yazmaya olan tutkumun yaşamak tutkusu kadar ağır baktığını görebiliyorum. Yazarlığımın tanımı da buradan çıkıyor. Eğer iyi yemek yapabilen biri olsaydım yazmak yerine yemek yapmayı, iyi dikiş dikebilseydim terzi olmalı, ya da başka özel niteliklerim olsaydı onları yapabileceğim bir kemlik inşa ederdim kendime. Bütünsel olarak yapabildiklerimin en iyi okumak ve yazmak olarak baskın çıktığından önce iyi bir okur, sonra yazarım.
Yazıyla olan maceranız nasıl başladı? Profesyonel anlamda yazmaya ne zaman başladınız? İlk ne zaman kendinize ‘Yazar oldum’ diyebildiniz?
Yazınsal anlamda yazı yazmaya başlamak, ilkokulda abc’yi sökmekle başlamıyor. Yazınsal anlamda yazmak ya yoktan yeni bir metin üretmektir, ya da var olan bir başka metin üzerine, yeni bir şeyler söylemektir. Yoktan var ederken daha özgürsünüz, var olan bir metini yeniden yorumlar, eleştirir ya da onu değerlendirirken, ondan ayrılmadan ama ondan bütünüyle de kopmadan üretirsiniz. Ortaya çıkan metin sav, karşıtsav ve bileşimdir. Yoktan var ediyorsanız bu ilk savdır. Bir başka metin üzerine yazıyorsanız, ilk metin savdır ve siz karşıt savınızı ortaya koyarak ya da o savı destekleyerek bileşime ulaşırsınız. Metin tamamlandıktan sonra okur sizin savınızı, kendi savı ile yeniden karşılaştırır ve artık kendi karşıt savını söyler ya da o da sizin savınızı onar. Yazmak eylemi biriktirmekten geçer. Yazmak için biriktirmek zorundasınız. Nasıl biriktirilir? Bir ömürdür söz konusu olan. Başlar ama bitmez, ucu açıktır. Kitaplar, dergiler, gazeteler, görsel işitsel medya bunun içindir. Okumadan yazamazsınız. Çin atasözü “Güneş altında söylenmedik söz yoktur” der, yazan söyleneni yeniden ve kendine göre, hem en güzel, hem en doğru ve hem de en söylenmedik biçimde söyler yazar. Hala biriktiriyorum ve öğreniyorum. Çocukluğumdan beri de yazmaya çalıştım. Elime geçen her boş sayfaya öyküler yazardım. Hatta bilet koçanlarının arkasına roman diye yazılar yazdığımı anımsarım. Ama asıl bilinçli yazışım, emekliliğime bir kaç ay kaladır. Ondan önce de yazıyordum ama yazmak eylemi bencildir, yalnız kendisi ile ilgilenilsin ister. Yirmi dört saat yazmayı düşünmeli, sonra yazmalısınız. Yazmak iş olmalıdır ve yaşamın her anını içermelidir. Şimdilik yedi kitabım yayımlandı, yayımlanmayı bekleyen başka dosyalar var. Yazmak dışında bir beklentim ya da başka bir unvana gereksinim duymuyorum. ‘Yazar’ unvanını yazan kendine paye olarak biçmemeli, o okurun görevi ve hakkıdır. Yazar olup olmadığımıza okur karar verir.
Daha çok ne türde yazılar yazarsınız. Nasıl yazmaya başlarsınız?
Bu yazının türüne göre değişir. Öykü yazarken, roman yazarken, deneme yazarken ya da gazete yazısı yazarken farklı konulardan söz edersiniz. Her yazar insanı anlatır, metin aynadır, kendi yansınızı orada görürsünüz. Bütün yazarlar tek bir metin için yazarlar. Metinler metini’dir bu. Birbirini tamamlar ve yazıların aktığı dereler, yazı denizlerine, Yazın okyanuslarına karışırlar. Toplumcu gerçekçi bir yazın emekçisi olduğumu söyleyebilirim. Hangi konu söz konusu olursa olsun, insanlık durumundan söz ederim. Emile Zola’nın ya da Balzac’ın bütün romanlarını tek bir başlık altında toplamasının gerekçesi de budur. Latin yazınının büyülü gerçekçiliği özellikle öykü anlayışıma karışmıştır. Ancak ne yazarsam ve nasıl yazarsam yazayım, bilimkurgu ya da gerçeküstü esintiler taşıyan bir öykü de olsa, asıl yazacaklarıma toplumcu gerçekçilik yön verir, ağır basar. Yazdıklarımda baskın olan tür tarihsel toplumculuktur.
Bugüne kadar yazdığınız kitaplardan okurlarımızı bilgilendirmek adına kısaca bahseder misiniz?
Şimdilik yedi kitabım yayımlandı; bir öykü, iki deneme, dört roman. İlk iki kitap biyografik denemelerden oluşuyor. İlki ‘Kelebeğin Ömrü ve Ölümü’, ikincisi ‘Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzük’ Adlarından da anlaşılacağı gibi yazar/şair biyografilerine denemeci olarak yaklaşımlarımı içeriyor. Öykü kitabım “Emine’yi Öldürmek’ o da ölümün kucağına bırakılan kadınları anlatıyor. Romanlara gelince; İlk romanım İzmir’in işgalini ve işgalden kaçan eski İttihatçıların Ege yöresinde (Ödemiş’te) Kuvva-yı Milliye’nin örgütlenişini ve ilk kurşunu anlattığım ‘İşgal ve İsyan/İzmir’in İşgalinden Milli Mücadeleye” adını taşıyor. Olası olsa basım hatalarını giderip yeniden basılmasını çok isterim. Ama Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın romanlaştırılmamış başlangıcını anlattığım romanıdır, çok önemserim. İkinci roman ‘Çerkes Ethem/Puslu Hava’ Bu romanda Çerkes Ethem’in, Eski İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırıp fidye isteyişini, arka planda birkaç hafta sonra gerçekleşecek olan İzmir’in işgalini anlatıyorum. Rahmi Bey İngilizlerin istediği üzerine Bekirağa Bölüğü’nde Malta’ya sürgüne gönderilmek üzere tutsaktır. Kayınpederi Hareket Ordusu Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ile Teşkilat-ı Mahsusa’dan arkadaşı, Çerkes Ethem gibi namlı bir Çerkes olan Sapancalı Baki Bey’den biricik oğlu Alparslan’ı kurtarmalarını ister. Roman, Rahmi Bey ailesinin bu acılı çöküşünü, İzmir’in işgaliyle özdeşleştirerek puslu bir hava eşliğinde ilerler. Üçüncü romanım da ilginçtir: “Hiroşima’daki Küçük Çocuk Nagasaki’deki Şişman Adam” adını taşır. ABD 6 Ağustos 1945 Pazartesi günü Hiroşima yerel saatiyle 08.15’te Uranyum-235 tipi Litte Boy/Küçük Çocuk adı verilen atom bombasıyla nükleer bir saldırı gerçekleştirdi. Hiroşima’da yaklaşık 140 bin kişi yaşamını yitirdi, 1milyon kişi yaralandı. ABD üç gün sonra 9 Ağustos 1945 Perşembe günü Nagasaki yerel saatiyle 11.02’de Pülütonyum-239 tipi Fat Man/Şişman Adam adı verilen atom bombasıyla ikinci bir nükleer saldırı gerçekleştirdi. Yaklaşık 143 bin 124 kişi yaşamını yitirdi. Romanımda Japonların Pearl Harbor saldırısından başlayarak, Hiroşima ve Nagasaki’nin yaşadığı iki nükleer katliamı anlatıyorum. Son romanım “Çöl Fedaisi Kuşçubaşı Eşref”. Bu romanımda Osmanlı İmparatorluğu’nun, bir oldubittiyle kendini hazırlıksız ve donanımsız olduğu Birinci Dünya Savaşını’na nasıl adım adım girmek durumunda bırakıldığını anlatıyorum. Teşkilat-ı Mahsusa’nın ileri gelenlerinden biri olan Kuşçubaşı Eşref’in İngiliz altınları ve silahlarıyla donatılmış iki bin kişilik Hicaz Ordusu’na karşı kırk kişiyle nasıl karşı koyduğunu, Birinci Paylaşım Savaşı’ndan Malta sürgünlüğüne uzanan serüvenini konu ediniyorum. Yazıyorum ve yazarken öğreniyorum, bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir, bilmeye çalışıyorum.
Hazırlığında bulunduğunuz yeni bir kitabınız var mı?
Birkaç dosya yayınevinde, bu koronalı günlerin geçmesi için demleniyor. Resneli Niyazi bunlardan biri. Bir diğeri 31 Mart Vakası olarak bilinen ilk gerici askeri darbeyi anlatıyor. İsmi şimdilik bende kalsın. Bir diğer roman yine İzmir’in işgalini bu kez İzmir’in içinden anlatıyor. Kitaplaşmadığı sürece yok varsayıyorum, bekleyip göreceğim.
Okur-yazar buluşmaları hakkında neler düşünüyorsunuz, her iki grup içinde bu buluşmalar nasıl bir önem teşkil ediyor?
Yazarın okurla buluşması için ille de aynı mekanda olması, bir imza gününde bir araya gelmesi ya da kitap fuarlarında birlikteliğine gerek yok. Elbette diğer türlü de değerlidir ancak karşı olmamakla birlikte ben yazarın değil kitabın okurla buluşmasına değer veririm.
Yazarlık sizin için hayatınız boyunca devam ettireceğiniz bir eylem mi? Yoksa ulaşmak istediğiniz bir uç nokta var mı?
Yazarın görevi Giordano Bruno gibi odun ateşinde yanmayı göze almaktır. Zaten yazar/şair vs. tekinsiz sokaklarda dolaşır. Nikolas Kopernik ya da Charles Darwin gibi diyeceğini demek için tozun dumanın yatışmasını bekler. Külhanbeylik/kabadayılık ona buna sataşmak değil, güçlünün karşısında güçsüzden yana olmak, yalanın karşısında doğruyu savunmaktır. Yazar bunu yapmayacaksa anlamsızdır, işlevini yitirmiştir ve bu ömür boyudur. Yazarların uç noktası yoktur, onlar noktasızdırlar, belki birazcık virgül denebilir.
Son olarak söylemek istediğiniz nedir?
Yazınımızda değer aşınmasını, kapitalizmin ortaya çıkışıyla başlatmak olasıdır. Bu egemen düzen içinde; tarihsel ve toplumsallıktan kopulmuştur. Düşünsel eylemlilikten kaçınılmıştır. Tarihsel ve toplumsal olandan kopuş, düşünsel eylemlilikten kaçış, egemen ideolojinin politikasıdır. Bütün bu olumsuzluklar yaşamı yaşanılmaz kılmış, bütün insansal değerleri dışlamıştır. Yaşamı ve insanı dışlayan bu anlayış, insanın evrenden ve evrensel birikimden yararlanamamasına, dolaylı olarak kültürel üstyapının çöküşünü hızlandırmıştır. Çağımız kapitalizmin en üst ve daha vahşi olan emperyalizm çağıdır. Yaşadığımız çağ, güdümlü, yönlendirilen, yönetilen, yönetenlerin ve yönlendirenlerin kurallar koyduğu, kendi koydukları kuralları çiğnemekten kaçınmadıkları bir dönemdir. Sermayeden yana işleyen bir sistem olarak karşımızdadır. Sanatın kuralları değildir bunlar. Hiçbir sanatsal ve toplum yararcı politikalar, ilkeler değildir geçerli olan. Sanat, işlevini yitirmiş, anamalcı düzeni erekleyen saldırı imha silahlarıyla donatılmış, metalaştırılmıştır. Bedeli ödenerek kullanılabilen, alınıp satılabilen bir maldır şiir, resim, roman, vs. İçi ne kadar kötü olursa olsun, yapılan ve satışı gerçekleşen yalnızca ambalajıdır. Sanatın yerel, evrensel yasaları yok sayıldığında, geride orman yasaları kalıyor. Böylece yazar ve okur ortadan kalkıyor, meydan alıcı ve satıcıya kalıyor. Menkul Kıymetler Borsası gibi Kerameti Kendinden Menkul Kıymetler Borsası olmaya doğru hızla yol alıyor yazın. Bu borsayı sermayenin ticari kaygıları ve çıkarları belirlemektedir. Ticaret Yasaları yaratıcılığın yerine geçmektedir. Belirleyici olan paranın gücü ve satın alma özelliğidir. Yazarlar ve şairler kendilerine tanınan sınırlar içinde ve ona bu olanakları sağlayanların çıkarlarına dokunmaksızın yazarlık ve şairlik yapmak zorundadırlar. İçlerinden gelen ses, yaratıcılıklarının sesi değil, ona fısıldayanların sesidir. Bu ses kapitalizmin, yenidünya düzeni, küreselleşme adı altında dünyaya dayattığı sistemin sesidir. Bu ses, düşünmemeyi, sorgulamamayı, üretmemeyi önermektedir. Kapitalizmin sahte peygamberler ve sahte kutsal kitaplar aracılığı ile insanlara getirdikleri yeni dindir!