Sayfa Yükleniyor...
Bütün Türk Dünyasına sevinç yaşatan Azerbaycan’ın Karabağ Zaferi, yakın geçmişi bilenleri yüz yıl öncesine ışınladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaralı haldeyken bile Azerbaycan için uğraştığı, Kafkasya Dağlarında çiçek açtırdığı zaferde emeği geçen Nuri (Killigil) Paşa yine gündeme geldi.
Yakın tarihimize iz bırakan kahramanlarımızdan biri de şüphesiz Nuri Paşa’dır. İlk kez Dr.Nejdet Karaköse tarafından yazılan, Ötüken Yayınevinde 2012 ve 2019 yıllarında basılan Nuri Paşa’nın hayatı; Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarını, Trablusgarp-Balkan-Birinci Dünya-İstiklâl Savaşlarını, Cumhuriyetin ilk yıllarını, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası dönemi kapsamaktadır. Nuri Paşa bu dönemlere, askerî, siyasî ve silah sanayicisi kişiliği ile damga vurmuştur. 1890 yılında Manastır’da doğan Nuri Paşa, Enver Paşa’nın kardeşidir. Aslen Gagauz Türklerinden olup, Cumhuriyet Döneminde “Killigil” soyadını almıştır. 25. VII.1946 tarihinde Misli Melek Hanım ile evlenmiş, çocuğu olmamıştır. 2.III.1949 tarihinde fabrikasında meydana gelen patlamada şehit olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Teşkilât-ı Mahsusa’nın önemli üyelerindendir.
Nuri Paşa, ilkokul ve askerî ortaokulu Manastır’da, 1903-1906 yılları arasında İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesinde okudu. Harp Okulu’ndan 1909 yılında Piyade Teğmeni rütbesi ile mezun oldu. 4.XII.1928’de 15 sene hizmetini tamamladığı 9.IX.1921 tarihinden geçerli olmak üzere Piyade Yarbay rütbesi ile emekli oldu. Nuri Paşa’nın asıl olan
II-ATATÜRK VE DIŞ TÜRKLER
Atatürk, 1933 Mart’ında bir gece sabaha karşı Mısır elçiliğinden konukluktan ayrılırken, Elçiye söyledikleri kimselere açmadığı, uluorta dillendirmediği rüyasını açıklar: “Doğudan doğacak olan güneşe bakınız. Bugünün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün tutsak ulusların da uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak olan çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak görülecektir. Bu uluslar bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen alip çıkacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerine uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği egemen olacaktır. Size bu sözleri söyleyen Cumhurbaşkanı değildir, sadece Türk Ulusunun bir bireyi olarak, Mustafa kemal’dir. Buna özellikle dikkatinizi çekerim.”(Dirier,s.15)
“Türk Cumhuriyetleri Birliği” Atatürk’ün kimselere açamadığı, gönlünde sızıldayan bir ülküydü. Yukarıdaki deyişten anlaşıldığı gibi bunu açıkça belirtmeyip, yakınlarına dolaylı yoldan dile getirirdi. “Elbet her milletin bir ülküsü olacaktır. Ama bu ülküler, devletler tarafından açıklanmaz; millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak… Ülkü de onun gibi farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız.”
I-ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI
Büyük adamlar, ulusların sosyal, siyasî ve askerî bunalım dönemlerinde ortaya çıkmaktadır. Tarih bize pek çok büyük asker ve devlet adamlarını anlatır, fakat her iki özelliği kişiliğinde toplamış pek az kimselerden söz eder. İşte Atatürk, yetişmiş bulunan bu az kişilerden biridir. (Kinross, s.1) Dünyanın ender yetiştirdiği dâhi asker ve devlet adamı, Türk Ulusunun kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, inkılâpçı ve düşünür Atatürk; düşünceleri, görüşleri, felsefî inançları ile ulusumuza bugün ve yarın, her alanda, değerlerini asla yitirmeyecek birçok ilkeler bırakmıştır. İçinde yaşadığımız koşullar nedeniyle, Atatürk’ün -Türkiye’nin çimentosunu oluşturan- Milliyetçilik (Ulusalcılık) anlayışını ana hatlarıyla inceleyelim.
Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik gibi yeni Türkiye’nin siyasal yaşantısında olduğu kadar, sosyal ve kültürel yaşantısında da yeni bir ilkedir. Atatürk İnkılâbı’ndan önce, imparatorluğun son yıllarında İslâmcılık ve Osmanlıcılık devletçe benimsenmişlerdi. Halk kendisini “Osmanlı” veya “Muhammed Ümmeti” diye benimsiyordu. Bir avuç Türk aydını da ırk esasına dayanan bir Türkçülük peşine düşmüş bulunuyordu. (Eroğlu, s.217) Türk milliyetçiliği Balkan Savaşı’nda filizlendi, Kurtuluş Savaşı’nda şahlandı. Kutsal Savaşın, ulusal sınırlar içinde bir Anavatan oluşturması ve yeni bir Türk Devleti’nin kurulması ile sonuçlanması, Türk milliyetçiliğini oluşturan başlıca etkenlerdir. Bu bakımdan Türk milliyetçiliği bir doktrin
30 Ekim 2020 Cuma günü Cumhuriyet Bayramını birlik içinde her platformda kutlamanın coşkusu daha dinmemişken, saat 14.59’da 6.6 şiddetinde bir afet yaşadık İzmir’de… Şimdiye kadar yaşadıklarımızdan çok farklı bir depremdi. 15 saniyesi şiddetli sallanma, 20 saniyesi toprağın yerine hacıyatmaz gibi oturduğu toplam 35 saniye… Hayat ile ölüm arasında kıl gibi bir çizgide bulunmanın acziyle, tekbir ve şehadet getirmekten, yakınlarımızı düşünmekten, hayat üçgenine sığınmaktan başka bir şey yapamadık. Sarsıntı bittiğinde pencereden dışarı baktığımızda İzmir her zamanki sakinliğiyle sessizce ayakta duruyordu. Artçı sarsıntılarda enerjinin yavaş salınımının iyi olduğunu düşünerek şükür duası ettik. Televizyon ve sosyal medyada Bayraklı-Bornova arasında çöküntüleri izlerken dehşet içinde kaldık. Felâket akşam belli oldu.
ORGANİZASYON
Bütün Türkiye, Kurtuluş Savaşı ruhuyla İzmir’e akarken, İzmirliler çoktan hazırlığı yapmıştı. Valimiz Yavuz Selim Köşger başkanlığında; Kamu Kuruluşları, Belediye ve Sivil Toplum Kuruluşları hızla tedbirleri alırken; AFAD, KIZILAY, JAK, AKUT, GEO, ANDA, TDF, İHH, AKDF ve gönüllü kurtarma ekipleri imdada koştu.
Depremzedelerin aç-açıkta kalmaması için oteller, lokantalar, halk hemen faaliyete geçti. Başta Fuar, birçok alanda çadırlar kuruldu. Enkaz bölgesi güvenlik çemberine alınarak yağma ve hırsızlık önlendi. Her ekip belirli enkazlarda, belirli noktalara dağıldı. Enkazı temizlemek için ve molozları atmak için kamyonlar
Cumhuriyet’imizin 97. yıldönümü kutlu olsun!.. Atatürk’ün dediği gibi birlik ve beraberlik içinde
Türkiye’miz muzaffer, müreffeh ve muvaffak olacak, işaret ettiği hedeflere ulaşacaktır.
ATATÜRK’E GÖRE CUMHURİYET
“Dünyada yaşamış ve yaşayan milletler arasında demokrat doğan yegane millet Türklerdir.”
I
“Türk Devleti, Cumhuriyet’in millî egemenlik idealini, en iyi temsil eden devlet şekli olduğuna inanır.
Bu sarsılmaz inançla Türk Milleti, Cumhuriyeti tehlikeye karşı her vasıtayla savunur.”
“Yetkisi sınırlı olsa bile hükümdarlık şekli; demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir.”
“Cumhuriyet, demokrasi sistemiyle devlet yönetimidir.”
“Türk milletinin karakter ve âdetlerine, en uygun olan yönetim Cumhuriyettir.”
“Bütün Dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık vardır; Cumhuriyet, düşünsel ve sosyal inkılâp taraftarlığı.
Yeni Türkiye toplumunda bir kişinin bile, bunun dışında
XI. asırdan itibaren Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında, Orta-Asya ve Horasan’dan gelen Türkmen Erenlerinin önemli bir yeri vardır. Hoca Ahmet Yesevi’nin yönlendirmesiyle bir kandil gibi Fatihanların önünde ilerleyen bu Türkmen babaları, dedeleri, şeyhleri ve dervişlerinin geliş menkıbeleri, Anadolu ve Rumeli’ni yurt edinme öyküleriyle ilgili kerametler, mühür vurdukları yerlerde halâ canlılığını korumakta…
Saygı, güç, koruyuculuk anlamında kullanılan Baba ve Dedelerin yanı sıra; Zâybegler (Zeybekler), Ahiler, Gaziler, Bacılar da Anadolu ve Rumeli’ye Türk mührünün vurulmasında büyük rol oynadılar. Türkistan ve Horasan Erenlerinin anayurtlarından getirdikleri dil, din, töre, tüze, gelenek ve görenek anlayışlarıyla Gök-Tapınakları’na benzer zaviyeleri Anadolu’da açarak çevresinde köyler kurdular. Bir esnaf örgütü olan, gerçekte şövalye ruhlu Ahilerin önderliğinde; imece usulû köyler inşa ederek; birlik ve beraberlik, eşitlik ve dayanışma, ortak üretim ve adil üleşim, dirlik ve düzenlik sağlayarak yeni bir yaşam biçimi oluşturdular.
Erenler/Abdallar öncü olarak ilk keşifleri yaparken, Gaziler vurucu güç olarak fethi gerçekleştirdiler. Ardlarında Ahiler ve Bacılar yerleşme, toplumsal ilişkileri güçlendirme, güvenlikten konuk ağırlamaya kadar düzeni sağladılar. Zâybegler güvenlik ve kültüre giysi ve müzikle estetik kattılar.
ORTA DOĞU’NUN GENEL DURUMU
Selçukluların Döğer boyundan zeki, kudretli, kahraman, daima muzaffer komutanı Artuk Bey 1086 yılında Kudüs Valisi olduğu sırada, Orta Doğu tam bir kargaşa içindeydi. Alparslan’ın torunları olan çocukları saltanat iddiasında bulunmasın diye, sürekli uc bölgelere gönderilen Artuk Bey, hakkı olan Beyliği kurmasını engelleyen Sultan Melikşah ve Süleyman Şah’tan öc almak için fırsat kolluyordu. Maiyetine girdiği Sultan Tutuş’u Halep için sürüklediği 1085-Âyn Seylem Savaşı’nda Süleyman Şah’ın ölmesine yol açarak öcünü aldı, ama ölen Türkmen askerlerinin yası ruhunu bürüyünce huzuru kaçtı. O üzüntülü ruh haliyle Kudüs’e Vali olduğunda bir süre içine kapandı, hiçbir sefere katılmadı.
Tabileri arasında çıkan anlaşmazlıklara kızarak bölgeye bir sefer düzenleyip Halep yakınlarına gelen Sultan Melikşah’ın kuvvetlerine karşı saldırıya geçilmesini istediyse de, Tutuş bunu kabul etmeyerek Şam’a çekildi. Artuk Bey, Musul Emiri Müslim’in Melikşah’a karşı oluşturmaya çalıştığı ve içinde Tutuş ve Mısır Fatimileri’nin de yer aldığı bir ittifaka girdiyse de bu ittifak gerçekleşmedi.
Melikşah, Abbasi Halifesinin nadir bir komutan olarak vasıflandırdığı Artuk Bey’in gönlünü kazanmak için 1087 yılında Bağdat’a gittiğinde onu da davet etti. Dönüşte Selçuklu Melikleri ve Beylikler arasındaki sürtüşmelerden uzak durmaya çalışan Artuk Bey, işlerini yürüttüğü Davut kulesinde, kendini
I-AHÎLİK KURUMU
“Eğer bir yılsa hedefiniz pirinç ekin, 10 yılı hedefliyorsanız ağaç dikin,100 yılsa hedefiniz insan yetiştirin”
Günümüz devletleri, toplum hayatının şekillendirilmesinde sivil örgütlerin önemini kavramış ve görevlerinin büyük bir kısmını adı geçen örgütlere devretme eğilimine girmişlerdir. Sivil toplum örgütleri ve kurumlarının oluşması ve işleyişinde, toplumun kültürel değerleri önemli yer tutar.
Türk tarihini incelediğimizde, İlk Müslüman Türk devletleri’nden itibaren sivil toplum örgütlerinin toplumsal hayatını derinden etkilediği görülür. Bunların başında Ahilik kurumu gelir.
1- AHÎ NEDİR?
Ahi kelimesinin kaynağı ile ilgili birbirinden tamamen farklı iki görüş bulunmaktadır:
*Birinci görüşe göre; Ahi kelimesinin kaynağı Türkçe olup, "akı" kelimesinin Anadolu'daki söyleniş tarzından doğmaktadır. Buna göre Ahi kelimesi “cömert, eli açık” anlamlarına gelen “akı” kelimesinin “h” sesi ile okunmasından türemiş ve terimleşmiş bir kelimedir. Ahi kelimesinin reisler (başkanlar, liderler) için kullanılması, onun Türkçe "akı" kelimesindeki ses değişikliğiyle oluştuğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Nitekim, Ahi kurumunda başkanlara Ahi, diğerlerine fetâ, fityan denilmektedir.
*İkinci görüşe göre Ahi, “erkek kardeş” anlamına gelen “ah” kelimesinin sonuna birinci tekil şahıslar için kullanılan ve sahiplik ifade eden "ye" zamirinin bitişmesinden oluşan bir kelimedir. Ahi kelimesi bu haliyle
10 Muharrem’de bütün insanlık için kutlu ve mutlu olayların tecelli ettiği, İslâm Aleminin en büyük yası yaşadığı bir gün… Kerbelâ(H.10 Muharrem 61/M.10 Ekim 680)’da Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından şehid edilen Hz.Hüseyin, IV.Halife Hz.Ali’nin oğlu, peygamberimiz Hz.Muhammed’in sevgili torunu ve soyunu sürdüren, cennet gençlerinin efendisi olarak müjdelenen bir gençti.
Aşurâ, yemekle karıştırılsa da, aşâr yani on anlamına gelir. Muharrem ayının onuncu günü Hz. Hüseyin ve ailesi Kerbelâ’da şehit edildiler. Hz.Hüseyin, Yezid’in Halifeliğine karşı çıktı. Çünkü hilafeti hileyle ele geçiren Muaviye’nin oğlu, İslâmın en büyük düşmanı Ebu Süfyan’ın torunu olan Yezid; namazı terk edip, içki içmeye başlayan ilk halifeydi. Sarayındaki rezaletler ayyuka çıkmış, müslümanları rencide etmeye başlamıştı. Yezid’e karşı çıkan Hz.Hüseyin ve yandaşları, biat için sıkıştırılınca Medine’den Mekke’ye geçtiler. Kûfeliler, Yezid’e değil, kendisine biat edeceklerini bildirince, Hz.Hüseyin oraya doğru hareket etti.
Hz.Hüseyin’in Yezit’e biat etmemesinin nedeni soyunda kaynaklanan kötü kişiliği değil! Bu zayıflığı çevresindeki devlet adamları tarafından bertaraf edilebilirdi. Babası, Muaviye hileyle de olsa, seçimle başa geçmişti. Ama oğlu Yezid’i İslâm geleneğine aykırı olarak
9 Eylül 1922, 3 yıl, 3 ay, 25 gün süren Kurtuluş Savaşı’nın sona erdiği gün… Salt İzmir’in değil, bütün Türkiye’nin Kurtuluş günü... Allah o günleri bir daha yaşatmasın ve yurdumuza göz dikenlere de ibretlik bir ders olsun…
XIX. asır sonu ile XX. asır başlarında dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu; Osmanlı-Rus Savaşı (93 harbi,1877-78), Trablusgarp Savaşı (1911) ve Balkan Savaşlarında (1912-13) büyük çapta toprak yitirse de, stratejik konumu nedeniyle dünyanın sayılı güçlerindendi. I. Dünya Savaşı’nda kaybettiği toprakları geri almak için Merkezi İttifak’ın yanında yer alması, itilaf kuvvetlerini çok kızdırdı.
Avrupa’nın köklü emperyalist ülkeleri İngiltere-Fransa-Rusya, Papalık ve enternasyonal Siyonizm’in çabalarıyla açılan ekili karalama kampanyası sonuçta başarıya ulaştı. Bu başarıda, askeri güçlerden önce Gertrude Bell, Sara Aaransohn ve Thomas Edward Lawrence’in yürüttüğü 5. kol faaliyetlerinin büyük etkisi oldu.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve sömürgeci güçler bölgedeki konumlarını güçlendirdiler. Sykes-Picot ve benzeri anlaşmaları tamamlayan kararlarla Müslümanlar arasına, milliyetçilik, mezhepçilik, aşiretçilik, bencil çıkarlar empoze edilerek, birbirlerinden ayıran yapay sınırlar çizildi. Irak, Suriye,
Batılıların medeniyet düşmanı olarak niteledikleri Türkleri, Avrupa’dan atmak için 1774’te başlattıkları Şark Meselesi, 150 yıl boyunca büyük saldırılar ve hakaretlerle sürmüş; -Fernand Braudel’in deyimiyle- şiddet ve katliamlarla Müslümanları silme siyasetinin sonuncu Haçlı Seferi başlamıştır. 150 yıllık bu saldırı ve aşağılama Büyük Taarruz’la cevabını almasaydı, hiçbir kuvvet Şark Meselesi’ni onların amaçları dışında noktalayamazdı. Sevr ile Şark Meselesi’ni diledikleri gibi çözen Batılılar, Büyük Taarruz’dan 1 yıl sonra Lozan’da, hem Şark Meselesi’nin kapandığını, hem de Türkiye’nin gücünü kabul ettiler.
Dünyayı kendi çiftliği gibi yönetmeye kalkışan İngiliz Başbakanı Lloyd George, Rusya’da olduğu gibi Anadolu’da da yanlış ata oynayıp kaybetmişti. O’nun Türklüğü yok etme çabası, kendi İmparatorluk Topluluğunun temeline bomba yerleştirmekle kalmadı, hatalı siyaseti sonucunda yalnız kalarak, 19 Ekim 1922’de bir daha iktidarı görmemek üzere hükûmetiyle birlikte devrilip gitti.
Büyük Zafer, salt Türk ulusunu diriltmekle kalmadı; Batılıların ağır baskıları altında her yönden sömürülen esir Doğu uluslarının gönlündeki bağımsızlık ateşini de tutuşturdu. Anadolu’nun estirdiği özgürlük ve bağımsızlık rüzgârı; doğudan batıya, kuzeyden güneye birçok ufku sardı. Sadece özgürlük ve bağımsızlığın kazanılmasında değil, modernleşme hareketlerinin de umut kaynağı oldu.
26 Ağustos-9 Eylül 1922’de yapılan Büyük Taarruz, Mustafa Kemal Paşa’nın Fevzi Paşa ile birlikte büyük bir riski göze alarak hazırladıkları SAD Plânı’na göre; Güçlü bir sıklet merkezi oluşturmak, Taarruzda baskını sağlamak, Denk kuvvetle ateş üstünlüğüne sahip düşmana karşı, savaşta kesin sonuç yerini seçme, İç ve dış siyaseti ustalıkla yönetme, Ulus ve orduyu savaşta tek bir yürek gibi hazırlamadaki dahiyane çabalarıyla kazanıldı.
Zaferin sonuçları hem içte, hem de dışta büyük yankı ve gelişmelere yol açtı.
TÜRK TARİHİNDEKİ ÖNEMİ
Türk milletinin bir zümrüdü anka gibi küllerinden yeniden doğmasını sağlayan Büyük Taarruz’un; salt askerî değil, toplumsal ve siyasal yönden değişimlere de büyük etkisi oldu. Yeni Türk Devleti’nin Dünyada saygın bir yer edinmesine yol açtı.
Toplumsal yönden önemi
-Tarihi zengin ve soylu olan Türk Ulusu birçok nedenlerle, çöküntü dönemine girdikten sonra maneviyatı bozulmuş, girişilen savaşların yenilgileriyle büsbütün yorgun ve bitkin düşmüş, kendine güveni
Milletimizin kazandığı onca zaferden bugün elde ne kaldığı düşünülürse, Malazgirt Zaferi’nin değeri iyi anlaşılır. Malazgirt’te tümüyle şehit olmayı göze almış bir orduya, Tanrı armağan olarak şanlı bir zafer ve ebedi bir ülke vermiş, Anadolu’da kısa sürede Akdeniz ve Marmara kıyılarına getirmiştir.
MASA BAŞINDA ZAFERLERİ YİTİRME ZAFİYETİMİZ
Alp Arslan B.Selçuklu İmparatorluğu’nun başına geçince ünlü komutanları Halep ve Ahlât üslerinden akınlar yaparak, Anadolu’da Bizans ordusunu vur-kaçla peşinde dolaştırıp yıprattı. Bizans İmp.Romen Diyojen ücretli askerlerden oluşturduğu 200 bin kişilik bir orduyla Türkleri Ön Asya’dan atmak için harekete geçip, 26 Ağustos 1071’de Cuma günü 44-55 bin kişilik(10 bin kişi Kürt ve Araplardan oluşuyordu) Selçuklu Ordusu ile Malazgirt ovasında karşılaştı. Selçukluların uyguladığı Turan taktiği ile ağır yenilgiye uğrayan imparator esir düştü. Savaşın ardından imzalanan antlaşmayla, savaş meydanında kazanılan büyük zafer, masa başında kaybedilmiş gibiydi... Antlaşmanın maddeleri:
-İmparator, kurtuluş akçesi olarak 1,5 milyon altın verecek. -Bizans İmparatorluğu her yıl B.Selçuklu İmparatorluğuna 360 bin altın ödeyecek. -Bizans’ın elinde bulunan bütün Müslüman esirler serbest bırakılacak. -Bizanslılar gerektiğinde Selçuklulara askerî yardımda bulunacak. -İmparator kızını Alparslan’ın oğluna verecek. -Antakya, Urfa, Menbiç, Malazgirt kaleleri Selçuklulara bırakılacak.
Kaderin tecellisiyle Bizans’ta İmp.Romen Diyojen tahttan indirilip, antlaşma tanınmayınca; B.Selçuklu Sultanı
Değerli İLKSES okurları, köşemde sizinle Zamanda Yolculuk yaparak; geçmişimizi geleceğe güven köprüsü oluşturacak, maddî ve manevî kültür değerlerimizi birlikte gençlere aşılayacağız.
“Geçmişini bilmeyen, geleceğe güvenle bakmaz” demiş atalarımız. Önemli günlerde Tarihimizin Altın Yapraklarını köşeden taşarak yazacağım. Gayret bizden, okumak ve okutmak sizlerden… Sağlıklı günler dileğimle, birlik ve dirliğimiz gönlünüzce daim olsun.
ZAFERLER AYI AĞUSTOS
İnsanlıkla yaşıt Tarihimiz zaferlerle doludur. Üç kıtaya asırlarca egemen olan milletimizin kazandığı zaferlerden geriye ne kaldığı düşünüldüğünde, Ağustos ayına kutlu bir önem kazandırmakta…
Romalılar Dönemi’nde Avgustos’un kazandığı zafer nedeniyle bu adı alan ayın, milletimiz tarafından savaşlar için özellikle seçilmesinin sırrı; hazırlıkların Kış-Bahar aylarında yapılması, Ağustos’ta tarlalarda ekinlerin ve olgunlaşan ürünlerin hasadının yapılmasının beklenip, üretici halkın düşünülmesi ve Ordu’nun yiyecek ihtiyacının karşılanmasından kaynaklanır.
Milletimizin Ağustos’ta kazandığı zaferler Tarihimizde birer dönüm noktasıdır.
26 Ağustos 1071-Malazgirt Zaferi-Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Bizans İmparatoru
Romen Diyojen’i ağır yenilgiye