Konak Meydanında Saat Kulesinin yanında, kalabalığın içinde akşamüstü, İstanbuldan gelen misafirimle yürüyor, her zaman ki gibi Ne olacak bu ülkenin hali diye konuşuyorduk. İki yüzlü, çıkarcı, koşullara göre mevzi alan, kaypak, gerektiğinde yalan söyleyen insanların ülkesi burası dedi.
Ne yapacağız peki? Yanlış yerde mi doğduk acaba? dedim. Olabilir dedi gülerek. Niye güldün? dedim. Aklıma bir şey geldi o yüzden dedi. Ne geldi? dedim. Yavru kutup ayısının fıkrası dedi. Merak ettim, sordum, anlattı.
Yavru kutup ayısı babasının yanına gelip sormuş. Baba ben gerçekten kutup ayısı mıyım?
Elbette yavrum nereden çıkardın bunu? demiş babası. Allah Allah?! deyip annesinin yanına gitmiş. Anne ben gerçekten kutup ayımsıyım? diye sormuş. Tabii ki evladım demiş annesi. Yani sen babamı aldatmadın değil mi? demiş. Annesi O ne biçim söz öyle! demiş kızarak. Bir daha bunları duymayayım diye devam etmiş. Allah Allah?! deyip çıkmış yine dışarıya yavru ayı. Birkaç gün sonra yine babasının yanına gitmiş. Baba bak bana doğruyu söyle. Beni evlatlık falan aldıysanız bilmek isterim. Ben gerçekten de kutup ayısı mıyım? demiş. Babası Yavrucuğum, canım benim, sevgili oğlum, sen tabii ki bizim oğlumuzsun, kutup ayısısın. Neden bunu soruyorsun ikide birde? demiş. Yavru ayı Çünkü üşüyorum anasını satayım ya! demiş. Tam senin hikaye gibi dedi.
Güldük.
Yavru ayı alışmış mı koşullara peki? dedim. Alışmak zorunda değil aslında. Alışamıyorsan koşulları değiştirmeye çalışabilirsin. Ya da bir başka seçenek uygun koşulları olan bir yere gidebilirsin. Ama benim fikrimi soruyorsan, bir yeri terk etmekten çok değiştirmek için çaba göstermek lazım, yazmak lazım, doğruları, gerçeği göstermek lazım dedi. Yazmak çözüm olur mu? Yazdığın bazı şeyler de başını belaya sokabilir bu koşullarda. Kimi eleştirsen sana yafta yapıştırıyor dedim.
İnsanlar şunu diyecek, şunu yapacak, şunu sever, şunu sevmez diye hareket etmemek lazım. Eğer korkuyorsan bir şey yapmayacaksın o zaman. Tarih bir şey yapmayıp yatanları değil, bir hareket, bir aktivite yapanları yazar. Mesela bak şu heykele diye omzunda bir güvercin, elindeki silahı önündeki bir hedefe doğrultmuş bir adamın heykeliydi. Bu kim biliyorsundur dedi.
Kim bilmez ki. Hasan Tahsin o dedim.
Gerçi sen İzmirlisin onun hikayesini belki benden çok daha iyi bilirsin ama ben yine de anlatayım. İzmiri işgal eden Yunan askerlerine ateş ettiğinde 31 yaşındaydı. Oracıkta mermilerle, süngülerle parça parça edildi. Oysa bir gece önce Maşatlık Meydanında toplanan kalabalığa Burayı Yunana vermeyeceğiz dediğinde onunla beraber çok kişi Ölürüz de vermeyiz demişlerdi. Sonra ertesi gün sadece ölen Hasan Tahsin oldu. Ama onun yaktığı bu kıvılcım Aydında Demirci Mehmet Efeye, Balıkesirde Çerkez Etheme ışık oldu. Ona Seninle ölürüz diyenler belki de daha uzun yaşadılar, rahat yataklarında öldüler. Ama tarih sadece Hasan Tahsini yazdı. Aradan 100 yıl geçti neredeyse, ama o hala burada. Peki korksaydı? dedi göz kırparak.
Coşmuştum, kanım fokurdamaya başlamıştı.
Yani öyle bir gaz verdin ki. Müsaadenle hemen bir yazı yazıp geleyim dedim.
Yazmaya oturduğumda henüz Hasan Tahsin kadar cesur olmadığımı fark ettim. Yazmayı düşündüğüm sert yazıyı yazmaktan vazgeçtim.