Sayfa Yükleniyor...
Krizi fırsata çeviren adam diye gazetelerde, televizyonlardaki haberlerde mutlaka denk gelmişsinizdir. Ben de o adamlardan biriyim sanırım. Fırsat bu fırsat deyip bu arada Hollanda anılarımı yazmaya başladım. Böylece bu haftayı, konu sıkıntısı çekmeden atlattık.
Hollanda krizini kim çıkardıysa Allah razı olsun diyeceğim neredeyse.
Merak etmeyin, bu son yazı olacak. Allah korusun tabii ki yazmaya devam edeceğim ama Hollanda konusunda yazacağım son yazı olacak.
Dün nerede kalmıştık? Hah hatırladım; Hollandalıların neden yabancıları pek sevmediklerinden bahsediyorduk. Efendim; Hollanda zaten küçücük bir ülke. Ama gelin görün ki sınırsız özgürlükler ülkesi olması dolayısıyla dünyanın hemen tüm ülkelerinden insanlar onun için oraya gidip yaşamak istiyor. Durum böyle olunca da yer sıkıntısı çekiyorlar. Deniz seviyesinin altında yer alan ve kendilerini bildiklerinden beri sürekli sellerle boğuşmuş olan bu halk, zorlukla adam ettikleri toprakları, evleri, tarlaları başkalarına kaptırmaktan pek de hoşlanmıyorlar doğal olarak.
O yüzden gelen yabancılara zij, wij, fuc . yani Gel, gör ve git anlamına gelen şeyler söyleyerek karşılıyorlar. Son kelimenin tamamını yazmadım çünkü Avrupa ve dünyanın pek çok ülkesinde istenmeyenlere karşı kullanılan genel bir sözcük olduğundan ne olduğunu tahmin etmişsinizdir.
Ben, 1996 yılında, Hollandaya ilk gittiğimde, girişteki Hint kökenli polis beni içeri almamak için bayağı bir çaba göstermişti. Hollandalıların girişlere özellikle göçmen polisleri yerleştirdiklerini sonradan öğrendim. Çünkü gerçek Hollandalılar Amaaan ne olacak üç günlük dünya. Gel sende gir ülkeye kardeş deyip kapıları herkese açtıklarından, Hükümet bir süre sonra gelenlere güçlük çıkarmanın yollarını aramaya başlamış. Ülkeye sığınmış yabancıların yeni gelenlere Kardeşim zaten biz zor yer bulduk burada! deyip daha fazla güçlük çıkardıklarını fark etmişler. Bu nedenle pasaport polislerinin hepsi göçmenlerden oluşuyor.
Göçmen polisle mücadelemden galip çıkıp sınırdan girmeyi başardığımda, yatmak için kendime bir otel aramıştım. Amsterdamda kent meydanına yakın, arka sokakların birisinde, ucuz ve eski bir otel olan Mevlana Hotelin kapısından girdiğimde vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Hemşerim iki dakika bekle hele diyen Tokatlı resepsiyon görevlisi masaya serdiği büyük beyaz yaprağın üzerine, tütüne benzeyen yeşilin farklı renklerindeki yaprakları büyük bir özenle daha küçük parçalara bölüp normal tütünle karıştırıyordu. Bir hastalığı olduğunu ve bunun bitkisel tedavisi için kendine ilaç hazırladığını zannetmiştim.
Geçmiş olsun. Hangi hastalığa iyi geliyor dediğimde
Bana alaycı bir şekilde Kafaya iyi geliyor demişti. Bu karışımı Türkiyede sürekli başı ağrıyan kadınlar hastalar için hazırlarsam kısa zamanda zengin olurum diye düşünmüş, sonradan hazırladığı şeyin halk arasında cigara olarak bilinen esrar olduğunu öğrenip hayal kırıklığına uğramıştım.
Ben Hollandaya çok alışamadım.
Sürekli kapalı ve yağmurlu havası, senenin 3-4 ayı her tarafı donduran ve dışarıda ne kadar sıkı giyinirsen giyin en fazla 10 dakika yürümene izin veren, sonrasında kendini bir kafeye atmazsan donduran soğuğu, sürekli çalışmak ve daha fazla çalışmak üzerine kurulu sistemi, her şeyleri önceden programlı insanları, pahalı hayatı, renksiz, donuk ve az konuşan insanları, sürekli Bu yabancıları burdan atmalıyız diyen siyasetçileri ve akşam saat altı oldu mu bomboş kalan sokakları ( Sadece gece bakkalı açık ve onda da fiyatlar iki kat pahalı) beni hiç cezp etmedi.
Ülkeme döndüğümde ayıp olmasa yeri öpecektim.
Son yazı olması dolayısıyla birkaç kelime daha ekleyip bitiriyorum; Hollandalılara kızmak yerine onların nasıl olurda küçük ama dünyanın en zengin ve refah dolu ülkesi olduklarını, dünyanın en büyük 3. tarım ülkesi olduklarını, dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olduklarını öğrenelim diyorum.
Büyüklerime saygılarımı sunuyorum.