Sayfa Yükleniyor...
Adıyamandayım.
Nemrud Dağının iki bin küsur metrelik zirvesinde, bir kayanın üzerinde oturmuş Komagene Kralı 1. Antichosun heykelinin önünde, onun baktığı gibi, tepesi karla kaplı sıradağların arasında uzanan, devasa Atatürk baraj gölünü, onunla hayat bulan göz alabildiğince uzanan yeşil ovayı izliyorum.
Bir ayağı hafifçe seken, kirli sakallı ellili yaşlardaki çaycının getirdiği yarı kaçak çayı içerken dalıp gidiyorum. Bu insanlar bu dağın tepesine nasıl çıkıyorlardı? Bu taşları buraya nasıl çıkardılar? Bu devasa heykelleri kim yaptı? Burada yaşayanlar ne yiyip içiyorlardı?
Çaycıya sordum aynı şeyi. Acı acı güldü. Çok insan ölmüştür bunları yaparken. Ama bence sen bunları düşünme. Manzaranın keyfini çıkar dedi.
Çayları içtikten sonra en tepeye doğru yürüyüşe çıktık.
Nemrut Dağı sadece Adıyaman ilinin değil dünyanın en önemli turistik bölgelerinden biri. 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine dahil edilmiş.
Saat akşamüstü beş. En tepenin hemen yamacında, batı terasında, güneşin bulutlar arasında kaybolmasını seyrediyorum. İki kişiyiz. Bizden başka Adıyamandan gelmiş yirmi yaşından küçük iki genç var. Biri kartalın başına oturup poz verirken arkadaşına Görevli gelmeden çabuk çek diyor. Burada görevli mi var? diyorum. Evet abe. Bekçiler var burada diyorlar.
Onlar birkaç poz çektirip aşağıya, inişe geçerken biz zirvede kalıyoruz. Yine daldım.
Merhaba diye bir sesle biraz irkildim. Döndüm. Kızıl saçlı, saçlarının ortası hafif dökük, uzun boylu, kırklı yaşlarda, yakasında görevli yazan biri gelmişti.
Merhaba dedim.
Nasılsınız? Manzarayı beğendiniz mi? dedi.
Burada insanın kötü olma olasılığı var mı? Manzara harika dedim.
Şimdi hava da biraz bulut var. Siz esas yaz döneminde burada güneşin batışını seyretmelisiniz dedi. Eli ile aşağıdaki meydan gibi yeri gösterdi. Yazın o kadar çok yabancı turist geliyor ki burada boşluk bulmak mümkün değil dedi.
Siz burada mı çalışıyorsunuz? dedim.
Evet. 3 yıl oldu dedi.
Ne güzel bir iş. Çok mutlu olmalısınız dedim.
Öyleyim. Huzur var burada dedi.
Hanım çocuklar? dedim.
Onlar Kahtada diye uzaktaki yerleşim yerini gösterdi. Üç gün nöbet tutuyorum, sonra da 4 gün evdeyim dedi.
Ne güzel. Hanım dırdırı yok, insan derdi yok dedim.
Güldü. Hanım dırdırcı değil Allahtan. Ama burada da insan derdi çok. Özellikle yerli Turistler. Sürekli kuralları çiğnemek istiyorlar. Mesela tepeye çıkış yok diyoruz. İlle de oraya çıkmak istiyorlar dedi.
Valla itiraf ediyorum. Sen demeseydin belki bende tepeye çıkardım diye tümülüsün tepesini gösterdim.
Manzaranın oradan çok farklı göründüğünü sanmam. Hem bu tepeciğin altında ne olduğunu kimse bilmiyor. Belki dibe kadar giden çukurlar, belki mağaralar vardır dedi.
Merak etmiyor musun? dedim.
Ediyorum. Ama benim görevim burayı korumak, merak etmek değil dedi.
Bekçi Ahmet ile böyle tanıştık. Oradaki hayatından, dağın tepesinde vakitlerini nasıl geçirdiklerini anlattı. Terör oluyor mu burada? dedim.
Ben hiç görmedim, eskilere de sordum. Olmamış dedi.
Doğu terasına da götürdü. Meğerse orada da aynı heykeller varmış. Orada da güneşin doğuşunu izlemeye geliyormuş insanlar.
Buyrun size odun ateşinde pişirdiğimiz bir çayımızı ikram edeyim dedi.
Şoförümüzün Abi hava kararmadan dönelim, aniden yola sis buz çöker kalırız yolda sözü geldi.
Bir dahaki sefere inşallah dedim.
Her zaman bekleriz. Biz buradayız dedi.
Ahmet keşke seninle mesleğimizi bir süreliğine değiştirseydik dedim.
Valla ben değiştirmem abi. Huzur var burada dedi.
Haklısın valla deyip vedalaştık. Huzurdan aşağıya, insanların arasına inişe geçtik