Sayfa Yükleniyor...
Babam 90 yaşında. En azından nüfus cüzdanına göre öyle.
Nüfus cüzdanının defter şeklinde ve bazen yıllar sonra çıktığı bir dönemde doğmuş çünkü.
Düşünün, Atatürkü çok yakından gördüğünü söylüyor.
Normal bir Anadolu köylüsü.
Önceleri çiftçilik yapmış. Ticarete de kafası yatkın. Kuru üzüm, tütün, nohut, mercimek, arpa, buğday ne bulduysa alıp satmış bir zamanlar.
Tek tabanca. Hırsızlık, arsızlık, dolandırıcılık yapmadan kalabalık bir aileye bakmış.
İzmire göçtüğümüz dönemde de bahçelerde bahçıvanlık, seyyar satıcılık, pazarcılık gibi bir sürü iş yaptı.
Helal kazançla hayatını kazanan annem ve babamın temelini attığı ailemizden 4 doktor, 2 mühendis, 10 öğretmen, 1 dişçi, 2 hemşire, 2 avukat, 3 laborant çıktı. Çok şükür ki üçüncü nesil daha dolu dizgin geliyor.
Babam 25 yaşında hacca gitmiş. Hem de öyle klimalı havaalanlarında millet hacı görsün diye havaların atılmadığı, Kabe manzaralı, klimalı, 5 yıldızlı otellerde kalmadan. Arabistan sıcaklarında, adım başı bozulan, klimasız otobüslerle günler süren yolculukların olduğu dönemlerde.
Bu yüzden kendisine genç yaşından itibaren herkes Hacı derdi. Bu aynı zamanda güveni de ifade eden bir kelimeydi babam için.
Kimseye borçlu kalmadı, kimsenin malını çalmadı, çırpmadı.
Yokluktan geldiği için yemek olarak sofraya ne konulursa sesini çıkarmadan yerdi. Misal o akşam herhangi bir sebepten yemek yapılmamıştır ve soğan, ekmek ve domates vardır sadece sofrada. Sessizce soğanı kırar, tuzlar, domatesini dilimler, bir soğandan, bir ekmekten, bir domatesten yerdi. Sofradan çekilirken karnını ovarak derin bir Ohhh çeker, sonra Yarabbi, bize verdiğin nimetler için yerden göğe kadar şükürler olsun. Bu akşamda karnımızı doyurduk. Ne büyük yaradansın. Böyle güzel nimetleri bize verdin, doyurdun. Aç olanlara da yardım et, himmet eyle yarabbi derdi.
Ne güzel nimet dediği şeylere şaşırarak bakardım. Sadece ekmek, soğan ve peynir. Sanki dersin ki mükellef bir sofradan kakmış da ondan bahsediyor. Ama değil.
Evimizde yemek yediğimiz her öğün tekrarlanan bir ritüel bu.
Hala da çok şükür ki devam ediyor.
Geçenlerde yemek yediğim bir kız arkadaşım garsona şundan istiyorum, şundan istiyorum ve şundan diye 3 farklı yemek siparişi verdi.
Bunların üçünü de yiyebilecek misin? diye sordum.
Yok ya birini beğenmezsem diğerini yerim dedi. Buz gibi soğudum.
Bırak Türkiyeyi Allahtan aç değiliz. Ama Afrikada 5 kişi bunla doyar dedim.
Deniz başladın yine. Ne kadar cimrisin. Tamam kendi hesabımı kendim öderim dedi.
Off Allahım benim bu insanla ne işim var? dedim kendime.
Ben yemek siparişi vermedim. Arkadaştan arta kalan şeyleri yerim dedim garsona.
Önündeki deftere kalem ile siparişleri yazarken birden gözünü kaldırıp bana Ne kadar cimri bir adam der gibi baktı.
Yemek geldi. Arkadaşım bir ordan, bir burdan, bir diğerinden birkaç lokma aldı. Şu şöyle olmuş, şu eksik olmuş, şu söyle olmuş diye hepsine bir laf söyledi.
Çat diye ağzının üzerine bir tane vuracaktım. Hayır, şiddet yanlısı biri değilim, olmadım da. Sözün gelişi bu.
Derin bir nefes çektim içime ve Sabır yarabbi dedim.
Hesabı ödedim, arkadaşı evine bıraktım ve Hoşça kal dedim.
Anlamamıştı. Anlatmaya gerek de duymadım.
İçimden Yarabbi, ülkemizdeki nimetlere şükredecek insanlar olsun etrafımızda diye dua ettim