Üç Gencin Ölümü


  • Oluşturulma Tarihi : 27.08.2015 06:52
  • Güncelleme Tarihi :
Üç Gencin Ölümü yazının resmi

Yusuf Anadolu’nun ortasında her biri birbirine benzeyen dağ köylerinin birisinde doğmuştu. Fakir bir köylü ailesinin 4 çocuğundan üçüncüsüydü. Anne babası hep tarlalarda gündelikçi olarak çalıştığından ablası büyütmüştü onu. Belki de bu yüzden hep ablasına “Ana” dedi. Ablasının da “kuzu” suydu o. Okumak istedi. Çok da çalışkandı. Köyünde genç öğretmen Özlem ona ayrı bir özen gösteriyor babasına “Yusuf mutlaka okumalı” diyordu. Babası öğretmenine hak veriyor ancak imkanları onu okutmaya elvermiyordu. Okulu bitirdiğinde son defa dönüp baktı öğretmenine. İki damla yaş döküldü gözünden. Öğretmeni de ağladı çaresizce. O gün çalışıp kardeşini okutacağına onun büyük adam olmasını sağlayacağına dair söz verdi kendisine.

Ahmet Doğu Anadolu da yaşayan işçi bir ailenin tek oğluydu. Oğul önemlidir orada. Annesi onu doğurduğunda aynı dönemde evin ineği Zarife de bir buzağı doğurdu. Ahmet sütkardeşi oldu buzağıyla. Beklide bu yüzden Anası onu “küçük danam” diye severdi hep. Tekelde çalışan babası özelleştirmeye karşı yaptıkları gösteri sırasında yediği coplar ve yumruklar ile eve geldiğinde 10 yaşındaydı. Çocukları görmesin diye kaçarcasına eve giren ve banyoya gidip yaralarını temizleyen babasını kapı aralığından seyrettiğinde kendisine o gün daha çok çalışıp haksızlıklara karşı duracağını, Ülkesinin daha adaletli bir yer olması için çalışacağına söz verdi

Kadem deli dalgaların kıyıları dövdüğü, sinirli ama bir o kadar da sempatik insanların yaşadığı küçük bir Karadeniz köyünde dünyaya geldi. Hareketliydi. Yerinde duramıyor, sürekli konuşuyor, şakalaşıyor ve insanları güldürüyordu. Sarı saçları ve mavi gözleri vardı ve anası cıvır cıvır konuştuğu için “kanaryam” derdi ona. Okumaya hevesli değildi. Sürekli okulda yaramazlıklar yapıyor öğretmenlerini canından bezdiriyordu. Bir gün öğretmenleri babasını çağırıp “bu çocuğun okumaya hevesi yok. Siz en iyisi bunu bir işyerine verin” dediler. Babası aldı onu. Duvar ustası Arkadaşı Adem’in yanına verdi. “Eti senin kemiği benim” demeyi de ihmal etmedi. Duvar ustası Adem, kendi ustasından yediği dayağın acısını küçük kademden çıkardı. Adem’in Kadem’e fırlattığı mala burun kemiğini kırdığında artık çevresinde “gagası kırık kanarya” diye çağrıldı. Sırf Bu yüzden Feneri değil Trabzon’u tuttu. O gün kendine şiddete ve haksızlığa her yerde karşı çıkacağına dair söz verdi.

Yusuf askere gitti. Herkesin bir anası varken o iki “Ana”sının da elini öptü. Kınalı kuzularını askere gönderirken hem annesi hem ablası gözyaşlarını tutamadılar. Çalışkanlığı, dürüstlüğü ve gözü pekliği ile kısa sürede komutanlarının gözüne girdi. Kardeşi İsa Üniversiteye hazırlanıyordu ve paraya ihtiyaçları vardı. Komutanlarının da ısrarı ile tezkere bıraktı, Uzman onbaşı oldu. İlk aylığını Anasına gönderdiğinde içi içine sığmıyordu. “Anacığım her ikinizin de ellerinden hasretle öperim” diye selam etti.

Ahmet okudu hukuk fakültesini kazandı. Birçok işçi çocuğu gibi ülkenin sorunlarına duyarlı yaklaşıyor ama okulunu aksatır diye de çekindiğinden aktivitelerde çok rol almıyordu. Üniversitede yapılan bir organizasyonu tesadüfen gördü.  Savaştan kaçan çocuklara oyuncak götürebileceğini düşündü o an. Evlerden topladığı oyuncakları, ailesinden kimseye haber vermeden kız arkadaşı ile Suruç’a götürmek üzere yola çıktı.

Kadem duvar ustası oldu. Altındaki hiç kimseye ustasının yaptığı gibi şiddet göstermedi. En büyük sevdası Trabzonspor’du. Aynı zamanda kitaplar okumaya ve ülke sorunları ile de ilgilenmeye başlamıştı. Beşiktaş’ın “çarşı”sı varsa bizimde “hamsi”miz var diyordu. Namazını, orucunu aksatmıyor ama bir taraftan da din adına birbirini öldürenlere kızıyor “keşke elimden bir şey gelse” diyordu. Yıkılmış bir kenti tamir etmeye yardım edebileceğini düşündü. Anasının elini öptü ve Suruç’a doğru yola çıktı.

Ülkenin güney komşusu iyice karışmış eline silah alan karşısındakini sadece farklı renge, farklı dile farklı dine sahip diye öldürüyordu. Aslında ölümün çok da yadırganmadığı bir coğrafyada olduklarını hepsi biliyor ama kendilerine de bu kadar yakın olduğunu tahmin etmiyorlardı. Ahmet ve Kadem Suruç’a giderken Yusuf’un Asker olduğu karakolun önünden geçtiler. El salladılar Yusuf’a. O sırada Yusuf asker arkadaşları ile şakalaşıyordu. Yaptığı işin ölümle sonuçlanabilme olasılığı olduğunu hep düşünüyor ama bu kadar yakın olduğunu bilmiyordu.

“Heyhat yine sadık kalmıştı ölüm randevusuna” dediği gibi şairin 20 Temmuz saat 11.45 te bir bomba ve bir kurşun ile gökyüzüne yükselen kalabalık bir grubun içerisinde bir “kuzu”, bir “küçük dana” ve bir “sarı kanarya”da vardı. Bir Türk, bir Kürt ve bir Laz üç farklı insan, ama öncelikle “insan” cennetin kapısında birbirlerine gülümsediler. Kapı açıldığında Peygamber efendimizi gördüler hemen kapıda. “Efendimiz niye zahmet buyurdunuz” dediler... “Hoş geldiniz” dedi tüm melekler onlara. Onlar belki erdiler muratlarına çok erken olsa da. Ama geride “kuzumm” “kanaryam” ve “küçük danam” diye ağlayan, içi yanan dört ana bıraktılar. Tıpkı çocukları daha önce ölen ama hep içindeki yangın devam eden onları unutmayan binlerce diğer ana gibi…

İsimleri Ahmet, Yusuf, Kadem olmayabilir.Siz başka bir isim söyleyin ne fark eder? Kaç bin kişi ölürse bu kin bu nefret bitecek. Çok mu zor sadece insanı “insan olarak” sevmek? Dili, dini, ırkı, rengi, cinsi farklı diye neden ölsün insanlar neden? Daha kaç kuzu, kaç küçük dana ve kanarya ölecek? Yeter artık. Yeter yeter yeter yeter yeter…

Üç Gencin Ölümü
Dr. Deniz Arslan
Yazarımız Kim ?

Dr. Deniz Arslan