Sayfa Yükleniyor...
Recep, Şaban ve Ramazan aylarında sevgili peygamberimiz diğer vakit ve aylardan daha fazla ibadet ederdi. Bu hususta da bizlere örnek olmuştur. Her pazartesi ve perşembe günlerinde oruç tutmak sünnet olduğu gibi aynı şekilde her ayın başında, ortasında ve sonunda da oruç tutmak sünnettir. Her ayın başında, ortasında ve sonunda oruç tutmak sünnet olduğu gibi aynı şekilde üç aylardan olan Recep ve Şaban aylarında da oruç tutmak sünnettir. Üç ayların üçüncüsü ve son ayı olan Ramazan’da oruç tutmak zaten farzdır. Buna göre bu üç ayların hepsini oruçla geçirmek çok sevaptır. Bu aylarda tutulan oruca diğer aylarda tutulan oruçlardan daha fazla sevap yazılmaktadır. Dolayısıyla imkânı ve sağlığı elverişli olanın bu ayların hepsini oruçlu geçirmesi güzel ve sevabı bol bir ibadet etmiş olur. Buna imkân yoksa Ramazan dışındaki Recep ve Şaban aylarının en az başında ortasında ve sonunda birer gün oruç tutulması güzel ve sevaplı bir ibadet olur.
Oruç, namaz gibi dinin farz kıldığı ibadetleri yerinde ve zamanında yerine getirmek gerekir. Bir özür olmadan bunları sonraya, kazaya bırakmak dinen büyük bir günahtır. Fakat bir özür varsa özre binaen geciktirilebilir.
Bilinen şekliyle yılbaşı kutlaması Hz. İsa’nın doğumu ile ilgili kutlanmaktadır. Bu kutlama Hristiyan kültüründen gelmektedir. Bu kutlamaya İslami açıdan iki şekilde bakılabilir. Birincisi ve bilinen şekliyle bu geceyi içkili, kumarlı geçirmektir ki İslam dini içkiyi de kumarı da haram kılmıştır. İkincisi ise bir Peygamberin doğum gününü kutlama bilinciyle hareket ederek onun şanına yakışır bir biçimde geçirmektir ki bu geceyi Kur’an okuyarak, Allah’ı zikredip ibadet ederek, tövbe ve istiğfarda bulunarak geçirmede dini bir sakınca yoktur. Olmadığı gibi bilakis böyle bir davranışın sevabı vardır. Onun için her Müslüman’ın bu geceyi gaflet ve dalalet içinde değil, nefsini hesaba çekerek bir yılın ve de bütün ömrünün muhasebesini yaparak Allah’a bir şükür ifadesi ile ibadet ve taat içinde geçirmesi gerekir.
Milli piyango, bir şans ve kumar oyunu olduğundan, ister akaryakıt istasyonları, marketler… alış-veriş karşılığında bedava olarak müşterisine versin, isterse iki arkadaş birbirine hediye etsin, isterse kişi bizzat para vererek bileti satın alsın fark etmeksizin ki hepsi haramdır. Buna göre kişinin bileti bizzat alması ya da hediye olarak kabul etmesi arasında fark yoktur. Her ikisi de haramdır.
Abdest, namazın ön şartıdır. Abdest bozulmadığı müddetçe onunla kılınacak namaz konusunda herhangi bir sayı sınırlaması yoktur. Çünkü abdestin eskisi yenisi olmaz. Abdest var olduğu sürece bütün namaz çeşitleri farzı, sünneti, nafilesi, kazası, teravihi fark etmeksizin bu abdestle kılınabilir. Yani kişi ne kadar abdestli kalabilirse o kadar o abdestle namaz kılabilir.
Namazın geçerli olmasının rükünlerinden birisi de namazda secdeye varmaktır ki her rekatta iki defa secde etmek farzdır. Bu secde de yedi aza ile yapılır. Yani 2 ayak, 2 diz, 2 el ve yüz ( alın ve burun) ile secde yapılır. Yani secdede aynı anda hem alnı hem de burnu yere değdirmek gerekir. Bir özür olmadan secdede
Yemin çeşitleri üç kısma ayrılmaktadır.
a-Yemini lağv: Bir şey hakkında öyle olduğu zannedilerek yanlış yere edilen yemindir.
b-Yemini münakide: Geleceğe ait bir fiili işlemek ya da terk etmek için yapılan yemindir.
c-Yemini ğamus: Geçmiş zamanda yapılmış veya yapılmamış bir iş için hakkında bilerek yalan yere yapılan yemindir.
Birinci yeminin kefareti yoktur. İkincinin kefareti zamanı geldiğinde yapıp yapmamaya göre hükme tabi olur. Fakat üçüncü çeşidin kefareti vardır. O da Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir. Bu yemin kefareti ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden ötürü sorumlu tutmaz, fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalama seviyesinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek ya da bir köle âzat etmektir. Buna imkânı olmayan ise üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğinizde (bozarsanız) yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinize bağlı kalın. Allah âyetlerini sizin için bu şekilde açıklıyor ki şükredesiniz. (Maide, 5/89.) Edilen yeminin mahiyeti de önem arz eder. Şayet edilen yemin Allah’a isyan anlamında bir yemin ise yerine getirilmez. (İçki içme gibi) Haram olmayan yeminlerin ise yerine getirilmesi gerekir. Yoksa kefaretini ödemek lazımdır.
Sevgili Peygamberimizin eşleri efendimizin vefatından sonra kimse ile evlenmemişlerdir. Çünkü ilahi bir hükümle
Öncelikle şunu bilmek gerekir ki alışverişi cazip hale getirmek için meşru olmak kaydı ile verilen her şey dinen caizdir. Bu anlamda promosyon sürümü artırmak için satılan malla beraber ilave olarak para, eşya ve benzeri bir şeyi bedava olarak müşteriye vermektir. Herhangi bir şart olmaksızın ve verilen promosyon meşru olmak kaydıyla satışla beraber promosyon verme de bir sakınca yoktur. Çünkü alıcı neye para verdiğini, satıcı da neyi pazarladığını bilmektedir. Örnek olarak; televizyon telefon verilmesi gibi bir alışveriş dinen sakıncalı değildir. Burada en önemli nokta; alıcıyı aldatacak bir unsura yer verilmemesidir.
Şükür namazı, nafile olarak kılınan bir namazdır. Başımıza gelen musibet veya olumsuz bir olaydan kurtulunca ya da bir nimete erişince Allah’a şükür babından kılınan bir namazdır. Mesela kişi ev, araba alınca, önemli bir hastalıktan kurtulunca, askerden gelince veya işe başlayınca, arzuladığı bir başarıya ulaşınca şükür namazı kılabilir. Hz. Peygamber müjdeli haber aldığında şükür namazı kıldığı veya şükür secdesi yaptığı rivayet edilir. Şükür namazının belli bir zamanı yoktur. Namaz kılınabilen vakitlerde (günün namaz kılınmayan üç mekruh vakti dışındaki bir zamanda) kılınabilir. İki rekat kılınabileceği gibi nafile bir namaz olduğu için ikinin katları şeklinde de kılınabilir. Şükür namazında zorunlu olarak okunması gereken bir sure
Baba, çocuklarına rüşte erinceye kadar bakmakla mükelleftirler. Çocukları reşit, akil-baliğ olduktan sonra anne ve babanın onlara bakma zorunluluğu yoktur. Ama anne ve baba ihsanından, çocuklarına rüştten sonrada bakmakta ve yardımcı olmaktadır. Hatta iş ve yuva sahibi yapmaktadır. Bu dini bir görev olmasa da Müslüman anne ve babalar kendilerine bir görev ve sorumluluk telakki ederek rüştten sonra da evlatlarına yardımcı olmaktadırlar.
İslam’da ibadetler üç kısma ayrılmaktadır.
1– Beden ile Yapılan İbadetler: Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.
Beden ile yapılan ibadetleri her Müslümanın kendisi yapması gerekir. Başkasını vekil etmesi caiz değildir. Bir kimse başkasının yerine namaz kılamaz, oruç tutamaz.
2– Mal ile Yapılan İbadetler: Zekât vermek ve kurban kesmek gibi.
Bir kimse mal ile yapılan ibadetlerde başkasını vekil edebilir.
3– Hem Mal Hem de Beden ile Yapılan İbadet: Hac vazifesi böyle bir ibadettir.
Parası olduğu halde hacca gidemeyecek derecede sakat, hasta ve çok yaşlı kimseler, kendi yerine bir başkasını bedel olarak hacca gönderebilirler.
Dinen insanın borcu ikiye ayrılmaktadır. Allah’a karşı borçlar, kullara karşı olan borçlar. Bir kimse, üzerinde mesela oruç borcu olduğu halde vefat etmişse bu onun için Allah’a
Ezan, farz namazlarının vaktinin girdiğini belli sözlerle ve özel bir şekilde ilan etmek, bildirmek demektir. Hükmü de sünnettir. Namaz Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezan hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra, Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli bir şekilde cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş, o esnada Hz. Peygamber’e vahiyle, ayrıca sayıları yirmiye kadar ulaşan sahabiye rüyalarında bugünkü ezanın şekli öğretilmiştir. Hz. Bilal tarafından sabah namazında, yüksekçe bir evin damında okunarak uygulamaya konulmuştur. Ezan, Müslümanlığın şiarı haline gelmiş müekket bir sünnettir. Ezan aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allâh’ın büyüklüğü, Peygamberimizin O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir.
Kişi, bir iş yerinde çalışırken vaktini alacağı para karşılığında iş sahibine kiralamış demektir. Söz konusu vaktin içindeki mesai zamanı işverenin hakkıdır. Bu mesai zamanında zamanı değerlendirmeyip ihmallerle vakit öldürmek, işverenin hakkını çalmak, verdiği paranın karşılığını tam olarak vermemektir ki bu da kul hakkıdır. Ancak, işverene kiralanmış olan bu vaktin içinde bir de namaz vakitleri dediğimiz Allah hakkı vardır. Bu vakitler de Allah’ın emirlerine tahsis edilmiş vakitlerdir. Bu namaz vakti de
Müslüman bir kimse gayrimüslimin cenaze törenine katılabilir. Ancak, böyle bir merasime katılan kişinin, diğer dinlere ait dua ve benzeri dini ayin ve ritüellerin icrasına katılması ve gayrimüslim ölüler için rahmet dilemesi caiz değildir. Buna göre taziye ve teselli etmek gibi insani amaçlarla gayrimüslim kimselerin cenaze törenlerine katılmakta bir sakınca yoktur.
Yalan konuşmak ya da sövmek dinen yasak ve haram olan hususlardandır. Ahlaken de doğru olmayan cümlelerdir. Zira yalan ve sövmek İslam ahlakıyla bağdaşmayan çirkin bir davranıştır. Bir müminin her zaman bu tür çirkin söz ve davranışlardan uzak durması gerekir. Ancak bu tarz söz ve cümleler, yasak ve haram olmakla birlikte abdesti bozmaz. Çünkü abdest ancak vücuttan çıkan kan, irin, idrar, dışkı ve benzeri şeylerden dolayı bozulur. Buna göre, yalan, sövmek gibi söz ve cümleler abdeste zarar vermez. Ancak her zaman Müslüman bu tarz cümlelerden sakınması gerekir.
Dinimiz miras hukukuna büyük önem vermiştir. Gerek Kur’an-ı Kerimde, gerekse hadis-i şeriflerde miras bırakan kimsenin durumu, nasıl hareket edeceği, mirası hak edecek kimselerin kimler olduğu ne şekilde ve ne kadar miras alacakları teferruatlı bir şekilde anlatılmıştır. İslam dininde bir insanın mirastan mahrum bırakılabilmesi için her şeyden önce, o kişinin -Allah korusun- dinden çıkmış, irtidat etmiş olması lazımdır. Yoksa bir insanın günahkar olması, birtakım dini vazifelerini ihmal etmesi mirastan mahrum bırakılmasını gerektirmez. Baba da olsa kişi evladını mirastan mahrum bırakamaz. Kaldı ki kişinin çocuklarına böyle bir ceza vermesi, müspet bir ıslah yolu da değildir.
Diğer taraftan mirası hak edecek kimseler ne kadar varlıklı
İslam inancına göre herkesin bir eceli vardır. Bu ecel ne geri ne de ileri alınabilir. Aynı zamanda her ölüm şeklide bir eceldir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “Her ümmet için takdir edilen bir ecel vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir an ileri ne de geri alınamaz.” (Araf, 7/34) Bu bağlamda kişi hangi şekilde ölürse ölsün onun eceli öyle takdir edilmiştir. Örneğin trafik kazasında ölen kimse eceliyle ölmüştür. O kimse için bundan başka bir ecel yoktur. Trafik kazası, ölen kimsenin hayatını kısa kesmiyor, onu eceli gelmeden öldürmüş olmuyor. Bilakis ölen kişinin ölüm sebebi böyleydi ve vadesi dolduğundan bu kaza olmuş oluyor. Buna göre Trafik kazası, cinayet ya da bir başka ölüm şekli kişinin ecelini değiştirmez. Çünkü insanın eceli veya ömrü değişmez. O kişinin o şekilde o zaman öleceği takdir edilmiş demektir.
Ölen bir dost ya da akraba için yas tutmak, üzülmek, hüzünlenmek dinen caizdir. Hatta kişinin acısını açığa vurup ağlaması ve gözyaşı dökmesi de caizdir. Nitekim Hz. Peygamber de oğlu İbrahim ölünce ağlamış, yine can çekişmekte olan kızının oğlu kendisine arz edilince, gözlerinden yaşlar boşanmıştır. Sebebi sorulunca da “Bu Allah’ın rahmetidir, onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah ancak merhametli olan kullarına
Müslüman kimse ahiret gününde ilk önce namazlar ibadetinden hesaba çekilecektir. Nitekim sevgili Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü ameller arasında önce namazın hesabı verilecek. Bu hesap güzel olursa kul kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa kul hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Allah: “Bakın kulumun defterine yazılmış nafilesi var mı?” buyurur. Böylece farzın eksiklikleri nafile (namazları) ile tamamlanır. Sonra bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir.” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 149; Nesai, “Salat”, 9.)
Buna göre kulun ahiret gününde ilk hesabını vereceği ibadet namaz ibadetidir.
Çocuklar namaz kılanın önünden geçtikleri vakit namaza zarar gelmez. Namaza zarar gelemediği için de namazı bozmaya gerek yoktur. Nitekim sevgili Peygamberimiz namaz kıldığı vakit bazen torunları Hasan ve Hüseyin önünden geçer boynuna sarılır, sırtına çıkardı ama hiçbir zaman Hz. Peygamber bundan dolayı namazını bozmamıştır. Durum bu olmakla beraber tabiî ki önünden kimse geçmemesi için namaz kılan kimse gerekli tedbirleri de alması gerekir.
Mescidi/Camiyi selamlama namazıdır. Camiye giren kimsenin, mescidlerin sahibi olan Allah’a saygı ve ta’zîm amacıyla iki rekat namaz kılması anlamına gelir
İslam’a göre herkes yaptıklarından sorumludur. Kimse kimsenin yaptığından sorumlu değildir. Nitekim bu hususta Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurulmaktadır: “Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiçbir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)” buyrulur (Fatır, 35/18). Aynı şekilde İslam, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bunun sonucu olarak yaptıklarından sorumlu olacağını bildirmiştir. “Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür” (Zilzal, 99/7-8) mealindeki ayet buna delildir. Buna göre kişi ibadetlerini yerine getirmezse bunun hesabını Allah’a verecektir. Diğer Müslümanlara düşen ise ona nasihat etmek ve telkinlerde (emr-i bi’l- ma’ruf) bulunmaktır. İnsanın emr-i bi’l-ma’rufa en yakınlarından, ailesinden başlaması esastır. Nitekim Hz. Peygamber’e de böyle emredilmiştir. Rabbimiz ona tebliği emrederken, “(Önce) en yakın akrabanı uyar” buyurmuştur (Şuara, 26/214). Buna göre başta karı koca olmak üzere kişiler birbirinin ibadetinden sorumlu değildir. Taraflardan birisi bu ibadeti ihmal ederse diğeri ona nasihat eder. Ancak bundan dolayı bir günahı olmaz.
Adak, kişinin bir ibadeti yapacağına dair Allah’a söz vererek üzerine borç kılması anlamına geldiğinden, bu borçtan kurtulması için adağını
İman, inanılması gereken hususlar açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse, iman esaslarının tümünü kabul edip de bir ya da birkaçına inanmazsa, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda, iman gerçekleşmediğinden, artması ve eksilmesi söz konusu değildir. Ancak güçlü ve zayıf olmak açısından farklılık gösterir; kiminin imanı kuvvetli, kiminin zayıftır. İmanda bu çeşit farklılığın bulunduğuna Kur’an-ı Kerim’de işaret edilmiştir: “Herhangi bir sure indirildiğinde, içlerinden (alaylı bir şekilde) ‘bu hanginizin imanını artırdı?’ diyenler olur. İman etmiş olanlara gelince, inen sure onların imanını artırmıştır.” (Tevbe 9/124); “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir.” (Fetih 48/4); “Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların (mü’minlerin) imanlarını artırır.” (Enfal 8/2) Buna göre kişi günah işleye işleye imanını zayıflatmaktadır. Aynı şekilde kişi hayır işleye işleye ibadet ede ede de imanı artar.
Amentü, iman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan bir tabirdir. Zira Arapça’da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler “amentü” kelimesiyle başlamaktadır ki şu cümlelerdir: Âmentü billâhi ve melēiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve’l yevmi’l-âhıri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihi mine’llâhi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l mevti hakkun Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh. Anlamı: “Ben, Allah-u Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına,
İnanma bakımından insanlar üç kısma ayrılmaktadırlar:
1. Mümin: İslâm dininin iman ve itikat esaslarını gerçekten kalben tasdik edip dili ile söyleyen (ikrar eden) kimsedir. Bunların yaptığı bu işe iman denir.
2. Kâfir: İslâm dininin iman esaslarına inanmayan Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen kimsedir. Bunların yaptığı bu işe küfür denir.
3. Münafık: Müslümanların arasında inandığını söylediği halde kalbi ile İslâm dininin iman esaslarına inanmayan kimsedir. Bunların yaptığı bu işe nifak denir. Dışı mümin, içi kâfir olanlardır. Hz. Peygamberin ifadesi ile münafıklar konuştuklarında yalan söylerler, söz verdiklerinde tutmazlar, emanete hainlik ederler.
İslam fıkhına göre bir kimsenin herhangi bir malı satabilmesi için, önce o mala sahip olması gerekir. Sahip olunmayan bir şeyin satılabilmesi, şüphesiz söz konusu değildir. İslam hukukuna göre, sarhoşluk veren içki ve benzerleri mallar Müslüman’ın sahip olabileceği mütekavvim bir mal değildir. Müslüman bunları satın alamaz, imal edemez ve edinemez. Bu itibarla, bir Müslüman’ın İslam beldesi olmayan bir yerde, müşterileri gayr-ı Müslim bile olsa içki gibi haram malların ticaretini yapması dinen caiz değildir.
Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra yüzünün açılarak yakınlarına veya dostlarına son kez gösterme de ya da onu öpmelerinde bir sakınca yoktur.
Şans oyunları kumar olduğundan kumar da dinen yasaklandığından şans oyunlarını oynamak haramdır. İster zevkine olsun isterse zorunluluktan olsun, kişi borçlu da olsa zengin de olsa kumar oynayamaz. Çünkü kumar dinen haramdır. Dolayısıyla borçları ödemek için harama yönelmemek lazım. Unutmayalım ki fakirlik de zenginlik de bir imtihandır. Bu imtihanı iyi bir netice ile bitirebilmek için helale ve harama dikkat etmemiz gerekir. Nitekim Allah Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır: “Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Ama unutma ki, o güçlüğün yanında bir kolaylık daha vardır. Öyleyse boş kalınca kalk, yorul. Yalnız Rabbine giden yola sarıl.” (İnşirah 94/5-8) Bu ayetlere göre her daim çalışmamız, bir işi bitirdiğimizde başka bir işe yönelmemiz ve sadece Allah’a güvenmemiz gerekir. Biz bu emirlere uyarsak Allah da bize kolaylıklar ihsan edeceğini müjdelemektedir. Dolayısıyla sıkıntılar, hastalıklar, dertler, borçlar karşısında sabretmeli var olan bu sıkıntıları da bitirip feraha ve mutluluğa çevirmesi için de Allah’a dua edilmelidir.
Duada peygamberleri, büyük zatları, evliyaullahları… vesile kılmak dinen caizdir. Allah’ın sevdiği bu kulları vesilesi kılmak, duanın kabulüne de vesiledir. Duada Peygamberler ve fazilet sahibi büyük kişiler, sahabeler ve veliler vesile yapılarak, Allah’tan bunların hatırına bir şey istenebilir. Yalnız türbelerin
Ölen kimsenin eşyalarını kullanmada bir sakınca yoktur. Kişi hayattayken elbise ve eşyalarını nasıl kullanabiliyorsa aynı şekilde öldükten sonra da onun bu geride bıraktıklarını bir başkasının kullanmasında da bir sakınca yoktur. Ancak ölen kişinin şahsi eşyaları, diğer malları gibi mirasçısına intikal eder. Mirasçılarını intikal ettiğinden bu eşyaları kullanma hakkı da mirasçıların hakkıdır. Mirasçılar da o eşyaları istedikleri gibi kullanabilirler. Kendileri kullanabilecekleri gibi aynı şekilde ölmüş kimsenin hayrına başkalarına bağışlayabilirler. Bunda da hiçbir sakınca yoktur.
Türbelerin ve mezarlıkların ziyaret edilmesi, bu vesileyle ölünün ve ölümün hatırlanması ve orada yatanlardan ibret alınması dinimizin tavsiye ettiği hususlardandır. Ancak, kabir ve türbe ziyaretlerinde İslâm'ın özüne ve tevhid anlayışına ters düşen itikâdî bakımdan da zararlı olan tutum ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Mezar veya türbelerde yatan kişilerin duaları kabul ettiğine, ilâhi kudretlerinin olduğuna inanmak, mezar ve türbelere bez bağlamak, mum yakmak, tevhid dini olan İslâm ile bağdaşmaz. Kabir ziyaretinde bulunan kişi, ahireti hatırlamalı, dünyanın geçici olduğunu ve bir gün kendisinin de öleceğini düşünmelidir. Kabrin yanına gelince de Hz. Peygamberin tavsiye ettiği gibi; “Mü’minler yurdunun sakinleri sizlere selam olsun. İnşallah biz de size katılacağız. Bizler ve sizler için Allah’tan afiyet dilerim” (Müslim, Cenâiz, 102) demelidir. Aynı zaman da
Aslolan hayvanın normal yollarla kesilmesidir. Ama hayvanı elektroşok yöntemi ile de kesmek caizdir. Tabii bu kesimin caiz olması için şoklanan hayvanın kesilmeden önce ölmemiş olması gerekir. Yani şoklama hayvanı bayıltmalı fakat öldürmemelidir. Eğer hayvan henüz kesilmeden elektrik yüzünden ölürse murdar/leş hükmüne girer ve yenilmesi haram olur. Böyle bir durum yoksa Şoklanarak kesilen hayvanın etini yeme de bir problem yoktur.
Bütün günahlardan tövbe etmek ve tövbeyi geciktirmemek gerekir. Fakat tövbe kapısı, can boğaza gelinceye kadar açıktır. Bu konuda Hz. Peygamber Efendimiz: “Bir kul can çekişmeye başlamadıkça Allah’u Teala onun tövbesini kabul eder” buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerif, ruhu boğazına gelmeden, can çekişmeye başlamadan kulun tövbesinin kabul olunacağını bildirmektedir. Aksi takdirde can boğaza gelip, hayattan ümit kesilip ahiret ahvalinin görülmeğe başlandığı zaman, yapılan tövbe ise geçerli değildir. Bu hususta Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Kötülükleri yapıp yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: “Ben şimdi tövbe ettim” diyenler ile kafir olarak ölünler için (kabul edilecek) tövbe yoktur. Onlar için acıklı bir azap hazırladık.” (Nisa,4/18)
Adak kurbanının etinden, adağı yapan kişinin yemesi caiz olmadığı gibi; bu kişinin usûl ve fürûu yani annesi, babası,
Allah, insanı yaratınca meleklere ve meleklerin içinde olan ama melek olmayan ateşten yaratılmış olan iblise yani şeytana da Âdem’e secde etmelerini emretti. Melekler Allah’ın emrine hemen itaat etti ve Adem’e secde ettiler. Ancak şeytan böbürlenerek kibir taslayarak emre itaat etmedi, emri geri çevirerek secde etmeyerek kafir oldu. Daha sonra bu hadise üzerine Allah onu rahmetinden kovdu. Şeytan da Allah’tan kıyamet gününe kadar yaşam hakkı istedi. Allah da kendisine bu imkanı verdi. İşte bütün bunlar Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle anlatılmaktadır: “Sizi yaratmıştık, sonra şekil vermiştik; sonra meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik. Hemen secde ettiler, İblis öyle yapmadı. O secde edenler arasında yoktu. Allah dedi ki: “Emrettiğim zaman seni secdeden alıkoyan neydi?” “Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. Ben ondan üstünüm” diye cevap verdi.” (A’raf 7/11-12) “Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” (Sâd 38/76) “Balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattığın insana secde edemem.” (Hicr 15/33) İblisin bu cevabına karşılık Allah iblise mealen şöyle dedi: “(Allah) buyurdu: “Öyleyse oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın.” (A’raf 7/13) Bunun üzerine Şeytan Allah’tan kıyamet gününe kadar süre istedi ilgili ayet bunu şöyle bildirir: “Rabbim! İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.” (Sâd 38/79) Kısaca şeytan Allah’ın emrine
İki veya daha fazla kişinin aralarında doğrudan veya dolaylı olarak anlaşma sureti ile bir tarafın kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği şansa dayalı her türlü oyun, kumar kapsamında olup haramdır. Kendi aralarında yarışacak kimselerden kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarara girmemesi esasına dayalı meşru içerikli yarışmalara katılmak ve buradan kazanılacak ödülleri almak ise caizdir.
Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluğunu gerektirir. Kul hakkı ki Allah’ın affetmediği günahtır. Kulun hakkı sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslam dini, emeğe büyük önem verir, haksız kazanca ise karşı çıkar. Kur’an-ı Kerim’de: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39) buyrulur. Hz. Peygamber de emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde: “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın Peygamberi Davud da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhari, “Büyu’”, 15) buyurmuşlardır. Buna göre, emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından dolayı İslam ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir.
Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiş ilahi bir kitaptır. Halen kullanmakta olduğumuz Latin alfabesinde yer alan harfler Arapçadaki bütün sesleri karşılamamaktadır. Bu sebeple bir takım özel harf ve işaretler kullanılmadan, Kur’an-ı Kerim’in Latin alfabesiyle eksiksiz ve doğru olarak yazılması ve hatasız okunması mümkün değildir. “Transkripsiyon” denilen özel harf ve işaretler ise, Arap harflerini bilmeyenler için bir anlam taşımaz. Bu itibarla Latin harfleriyle yazılmış Kur’an-ı Kerim’i doğru ve düzgün okuma imkanı olmadığından, bu harflerle yazılan Kur’an’ı okumak uygun değildir. Arap harflerini bilmeyen kişilerin, ezbere bildikleri sureleri ve yüzünden de Kur’an’ın mealini okumaları daha isabetli olur.
Çocuğa Nehir ismini koymak caiz mi?
Yeni doğan çocuğa güzel bir isim koymak anne ve babaların en önemli görevlerindendir. Çocuğa konulan isim hem bu dünyada hem de ahirette geçerlidir. Hz. Peygamber sadece çocukların değil, büyük insanların ismiyle dahi ilgilenmiştir. Kötü bulduğu bazı isimleri değiştirme yoluna gitmiştir. Yine konulması gereken güzel isimler hakkında bilgiler vermiş, zaman zaman bizzat kendileri çocuklara isimler vermiştir. Hz. Peygamber güzel isim koymanın önemini bir sözünde şöyle ifade etmektedir: “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel koyun.” Bu çağırma işlemini Allah’ın görevlendirdiği bir melek Allah’ın izniyle yapacaktır. Hiç kimse kıyamet günü Allah’ın hoşlanmayacağı isimle O’nun karşısına çıkmak istemez. Öyleyse
Özel Finans Kurumları, banka sayılmayan, İslamî esaslara göre fon kabul edip kaynak kullandırabilen tasarrufları değerlendirme yöntemleri olarak faiz yerine kâr-zarar ortaklığı esasına dayalı olarak çalışan kurumlardır. Dünyada “İslamî banka” olarak adlandırılan kuruluşlara ülkemizde Özel Finans Kurumu denmiştir. Bu kurumların Özellikleri şunlardır:
1- Faizsizdir: Bu bankaların en ayırt edici özelliği çalışmalarında faize yer vermemeleridir. Yani, sağladıkları kaynaklara faiz ödemezler; kullandırdıkları kaynak için müşterilerinden faiz tahsil etmezler.
2- Ticaretle Bağlantılıdır: İslam’da faizin haram, ticaretin ve kârın helâl olması bu kuruluşları müşterileriyle ticarî nitelikli iş yapmaya yöneltir. Para ticareti İslâm’da yasak olduğuna göre, kâr etmek için mal ticareti gerekli olur.
3-Sermaye Bağlantılıdır: Saf İslamî bankacılığın kâr-zarar ortaklığı (mudaraba) veya sermaye iştiraki (muşaraka) içerdiği genellikle kabûl gören bir gerçektir.
4- Yatırımlar dine uygun olmalıdır. Bu bağlamda alkol ve kumar tarzı haram kazanç yollarından uzak olmalıdır.
Yukarıda zikri geçen özellikler göz önüne alındığı takdirde katılım bankalarının işleyişinin caiz ve helal olduğunu söyleyebiliriz.
Kadın kazancını kocasına vermek zorunda mı?
İslam’da mal hürriyeti vardır. Yani erkeğin kazandığı malı kendisine, kadının kazandığı mal kendinedir. İslam’a göre herkes kendi malının sahibi ve tasarruf yetkilisi olduğundan ne kocanın ne de bir başkasının kadının malını nereye, nasıl ve ne kadar harcaması gerektiği gibi konularda karışma hakkı yoktur. Kadın dilerse
Çocuk doğarken canlı doğmuşsa, yani bağırmış yahut hareket etmiş, canlı doğduğuna kanaat getirilmişse, bu çocuk cenaze işlemleri açısından tıpkı büyük insan gibi muamele görür. Canlı olarak doğduktan hemen sonra da vefat etse, ismi konulur, cenazesi yıkanır, bir beze sarılır, namazı kılınır ve sonra defnedilir. Yeter ki canlı doğduğuna kanaat getirilsin.
Lakin doğan çocuk canlılık işareti göstermemişse, ağlamamış, aksırmamış, esnememiş, ölü olarak doğduğuna kanaat getirilmişse; yine bir isim verilir, yıkanır, beze sarılır, ama namazı kılınmadan defnedilir. Ölü olarak doğması, sadece namazdan mahrum bırakır, diğer hususlar aynen icra edilir.
Bu durumdaki çocuklara böyle bir işlemin yapılması insanlığa gösterilen saygının bir ifadesidir. Öyle ki ölenin insan oluşu, onu böyle bir hizmete lâyık kılar. Çünkü insan küçük de olsa mükerrem, hürmete lâyık bir varlıktır.
Falcılık yapmak caiz mi?
İslam dini, fala bakmayı veya baktırmayı caiz görmemektedir. Fala bakma ve baktırmayı dinimiz şiddetle reddetmekte, fala bakmayı haram kabul edip yasaklamaktadır. Zira gayp ilmini yani gizli olan ilmi ve bilgiyi ancak Allah bilebilir. Allah’ın dışında hiç kimse bu ilmi bilemez, peygamberler bile ancak Allah’ın bildirdiği kadar bir bilgiye sahiptiler.
Namazı bitirmek için verdiğimiz selam namazın bittiğine bir işaret olduğu gibi aynı zamanda, namazı bitirirken sağımızda bulunan meleklere, cemaate, herkese ve solumuzda bulunan tüm varlıklara selam verilerek onlara esenlik dilemektir. Yani namaza Allah’a hamd ile başlar, herkese esenlik dileyerek çıkarız.
Doğum kontrol hapı kullanmak caiz mi?
Hamileliği engelleyecek tedbirleri almak dinen sakıncalı değildir. Bu nedenle de hamile kalmamak için doğum kontrol hapı kullanma da bir sakınca yoktur.
Akika kesen kimse bunun etinden yiyebilir mi?
Yeni doğan bebeğin başındaki ilk saçlarına akîka; bu çocuğun doğumundan yedi gün sonra başındaki tüyleri kısmen veya tamamen traş edip adını koyduktan sonra Allah’u Teâlâ’ya şükür için kesilen kurbana akîka kurbanı denir. Doğumun yedinci gününde çocuğa güzel isim vermek, aynı günde akikasını kesmek, sonra saçını tıraş edip, ağırlığı kadar, altın, altına güç yetirilmezse gümüş sadaka olarak vermek, sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet getirmek sünnettir. Akîka kurbanı, Hanefi mezhebine göre mübah. Şafii mezhebine göre ise sünneti müekkededir. Bu kurban çocuğun doğduğu günden baliğ olacağı güne kadar kesilebilir. Ancak doğumun yedinci gününde kesilmesi daha çok sevap kazanmaya sebeptir. Kesilen kurbanın kemikleri çocuğun sıhhatli olmasına sebep olsun niyetiyle kırılmayıp eklem yerlerinden sıyrılır. Akîka kurbanının etinden bunu kesen kimsenin yiyebileceği gibi ev halkı da bu
Annenin ve çocuğun sağlığına bir zarar vermeyecekse çocuğun cinsiyetini öğrenmede dinen bir sakınca yoktur. Kaldı ki bugün ki tıp dünyasında çocuğun cinsiyetini öğrenmek ne anneye ne de çocuğun sağlığına zarar vermemektedir. Buna göre cinsiyeti öğrenmek anne ve bebeğe zarar vermediğinden çocuğun cinsiyetini öğrenmede bir sakınca yoktur.