Sayfa Yükleniyor...
Hayatta tavsiyeler, tecrübeler bizlere kılavuz olur, yol gösterir. Şimdi yazının başlangıcından da anlaşılacağı gibi… İki şey ile kılavuz tadında yol göstereceğine inandığım paylaşımı aktarmak istiyorum. Bazen bir özlü söz, bir hikaye, bir resim hayatımızı değiştirir. Hadi buyurun...
İki Şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer. Bir bakış açısını değiştirmek, iki karşındakinin yerine kendini koyabilmek. Düşünelim bir otobüsteyiz. Ankara’dan Malatya ya gidiyorsunuz. Arka koltukta oturan 4-5 yaşlarında bir çocuk durmadan ağlıyor. Yanında babası var ve sarılmaktan başka bir müdahalede bulunmuyor. Sinir bozucu değil mi? Peki bilseniz ki o çocuğun bir gün önce hastanede yatan annesi ölmüş ve cenaze akabinde Malatya ya gidiyorlar. Birden tüyleriniz diken diken oldu değil mi? Tüm yapmamız gereken empati işte.
İki şey kalitesiz insanın özelliğidir. Bir sürekli şikayet etmek, iki dedikodu. Bununla ilgili onlarca örnek aklınıza gelmiştir bile.
İki şey insana ekstra değer kadar Bir düzgün bir hitabet iki okumak.
İki şey yanlış yapmanı engeller Bir şahıs ve olayları kalp süzgecinden geçirmek iki hak yememek. Yine aklınızdan geçenleri görür gibiyim.
İki şey insanı geri bırakır Bir kararsızlık, iki cesaretsizlik…
İki şey kişiyi gözden
Bir müddet sonra saçımızı tıraş edecek berber, kanalizasyon sorunu yaşadığımızda tesisatçı, tekstil sektörü ve ayakkabı sektöründe eleman bulunmazsa bu bir sürpriz olmamalı. Herkes beyaz önlük giyme kaygısı içinde. Oysa bir fabrikada 100 kişi çalışıyorsa birkaç mühendis vardır. Diğerleri mavi önlük diye tabir ettiğimiz kalifiye eleman grubudur. Meslek liselerinin genel amaçları, iş yerlerinin çeşitli alanlarda ihtiyaç duyduğu ara elemanları yetiştirmektir… Kaliteli bir mesleki eğitim ile iş dünyasına nitelikli elemanlar kazandırılacak ve bu nitelikli işgücü de ülke kalkınmasında olumlu rol oynayacaktır. Bir yanda kalifiye eleman bulamamaktan şikayet eden binlerce firmanın yakınmasına, bir yandan düz lise mezunu milyonlarca “Ne iş olsa yaparım” söylemiyle iş arayan gençlerin çaresizliği. Geçen bir market zincirinde alışveriş yaparken kasiyerin “Uçak mühendisliğini bitirdim abi biliyor musun?” demesi beni derinden etkiledi. Meslek lisesine anne baba olarak da, eğitim sistemi olarak da sahip çıkmalı ve özendirmeliyiz. Yani ünlü merhum iş insanı Vehbi Koç’un dediği gibi meslek lisesi memleket meselesi. Meslek, bir işi yapabilmek için gereken becerileri kazanmak ve kuralları öğrenmektir. Almanya ve İsviçre’de meslekler iki grupta toplanıyor. Birinci grupta akademik yetkinlik gerektiren meslekler. İkinci grupta ise eğitimle birlikte deneyimle beceri kazanılan meslekler. İŞKUR’un son açıkladığı Ağustos 2019 verilerine göre 4 milyon 44 bin işsiz arasında yüzde 40,2 ile ilköğretim mezunları (1 milyon 627 bin) ilk sırada yer alıyor. İkinci sırada yüzde 26,4 ile lise mezunları (1 milyon 68 bin) var. Bunu yüzde 25,6 ile üniversite mezunları takip ediyor. Bu da lise mezunlarıyla üniversite mezunlarında kayıtlı işsiz sayısının neredeyse aynı olduğu anlamına geliyor. Üniversite mezunları iş ararken lise mezunlarından daha fazla şansa sahip değil. 170 bin okuryazar olmayan kişi de İŞKUR’dan iş bulmasını bekliyor. Okuryazar işsizlerin sayısı ise 146 bin. Burada hem üniversite sayısının hem de mezun sayısının çok fazla arttığını hatırlatmak gerek. Yüksek katma değerli ürünlerin ve hizmetlerin oluşumunda, farklı seviyelerde eğitim almış kişilerin katkısı vardır. Örneğin, bir ürünün geliştirilmesinde ve tasarımında akademik birikime sahip uzmanlar daha fazla katkı sağlayabilir. Buna ilaveten, üretimin ve hizmetin planlanması aşamasında da üniversite seviyesinde eğitim almış personele ihtiyaç duyulabilir. Üretim sırasında ve hizmetlerin sunulmasında ise daha çok çıraklıktan veya meslek lisesinden yetişmiş vasıflı personel gerekiyor.(Mesut Uğur).
Cumhuriyet, bir ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimidir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla Türk milletinin tarihinde yeni bir devrin kapıları açıldı ve “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” sözü, devlet yönetiminde en belirgin şekliyle yerini aldı. Cumhuriyetin ilanı bundan tam 98 yıl önce gerçekleştirildi. Türkiye geneli kutlanan Cumhuriyet Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı karar ile kurulan yeni ülkenin yönetim şeklinin tescillendiği gündür. Cumhuriyetin kurulması ve ilanı ile ilgili tarihi süreç ise şöyle gelişti.
Ülke olarak deprem, sel, çığ, heyelan gibi doğal afetler yaşanmakta ve ciddi can kayıpları vermekteyiz. Afetlerin bilhassa ilk 72 saatine hazırlıklı olma konusunda afete hazırlık kültürünü bilmek ve içselleştirmek durumundayız. AFAD’a göre; “Türkiye,180 ülkenin yer aldığı endekste en riskli 113. ülke konumundadır. Maruz kalma bakımından 12,30 puan ile 108. sırada yer alırken zarar görebilirlik bakımından ise 41,11 puan ile 112. sırada bulunmaktadır. Zarar görebilirliği oluşturan üç alt bileşenden duyarlılık bakımından 128., baş etme yetersizliği bakımından 93. ve adaptasyon yetersizliği bakımından ise 119. sırada bulunmaktadır. Maruz kalma ve baş etme yetersizliğinde risk sınıfı orta iken diğer parametrelerde risk sınıfı düşük olarak hesaplanmıştır.” Afetlerin doğrudan ya da dolaylı olarak neden olduğu maddi ve manevi kayıplar, afet yönetiminin günümüz dünyasında ne kadar önemli olduğunun bir kanıtıdır. 20. Yüzyılın başından bu yana, Türkiye’de meydana gelen doğal afetler sonucunda 87 bin kişi hayatını kaybetmiş, 210 bin kişi yaralanmış ve 651bin konut yıkılmış veya ağır hasar görmüştür. Kentsel dönüşüm tamamen ticari amaç taşımakta olduğundan bu konu devlet tarafından ele alınarak bu düşünce ekseninden uzaklaşılmalıdır. Mücadele planlamanın çok önemli olduğu veriler ışığında gayet açıktır. Etkin bir afet yönetimi için toplama alanları yeterli hale getirmeliyiz. Mutlaka kavramsal tanım yapılmalı. İdari sorunlar, toplumsal sorunlar, eğitim sorunları aşılmalı. Sivil toplum örgütleri bilinçlendirmeli. Hukuki alt yapı yeterli hale getirilmeli. Bilgi yukardan aşağı gelmeli, uygulama ise yerelden yukarıya doğru yenilenmeli. Sigorta yapılırken yapı stokunun yapılışı ve dayanıklılığı göz önünde bulundurulup fiyatlandırma bu bazda yapılmalı. DASK bile halen yaklaşık 9 milyon adet poliçeye ulaşmış olup, sigortalılık oranı yüzde 50 yani başka bir deyişle her 2 konuttan 1 tanesi sigortalanmış. (2018 verilerine göre). Afet yönetiminin en önemli bileşeni ise afet risklerini tanımak, riskleri azaltmak ve afetlere hazırlıklı olmaktır. Toplumda, afetler olmadan önlem alma anlayışını geliştirmek için insana temas eden projelerden biri olan afetlere hazırlık yılı ile vatandaşlarımızın www.hazirol.gov.tr adresinden takip edebilecekleri 12 ay boyunca çok sayıda etkinlik bulunmaktadır. Burada önemli bir proje olan Afete Hazır Türkiye Projesi’nin önemini belirtmek isterim. Dört önemli bileşeni bulunmaktadır. Toplumun en küçük birimine yönelik Afete Hazır Aile, her seviyedeki eğitim kurumlarına yönelik afete hazır okul, özellikle endüstriyel kazalara açık ve kritik sektörlere yönelik afete hazır işyeri ve ülkemizin genç nüfusuna yönelik afete hazır gönüllü gençler.Afete hazır bir Türkiye’de projenin başlangıcından 2020 yılının başına kadar toplamda 12,8 milyon kişiye ulaşılmış olması, 2019 yılı içerisinde ise 1,9 milyondan fazla kişi bu eğitimlerden faydalandırılması farkındalık açısından önemlidir. Yakın zamanda yaşadığımız sel felaketini hatırlayalım. Afet deyince daha çok depremi hatırlardık. Hadi AFAD’ın sitesinden derlenen akılda bulundurulması gerekenler. Öncesinde; 1-Bulunduğunuz yerin sele maruz kalma riskini öğrenin ve sel yataklarına yerleşmemeye özen gösterin. 2-Sel konusunda yapılan uyarıları mutlaka takip edin. 3-Kısa süreli yoğun yağışların ani sele, uzun süreli yağışların ise nehirlerin taşmasına neden olacağını unutmayın. 4- Sel sigortası yaptırın. Aile afet planınızı hazırlarken sel riskini göz önünde bulundurun. 5-Gerektiğinde kullanmak üzere kum, kum torbaları, naylon, çivi, kontrplak, tahta vb. inşaat malzemelerini ve bir alet sandığını hazır bulundurun.
Geçtiğimiz günlerde kutladık Dünya Kız Çocukları Günü’nü. Türkiye’nin öncülüğünde Kanada ve Peru tarafından yapılan girişimler sonucunda, kız çocuklarının durumlarının iyileştirilmesi, ayrımcılığın önlenmesi ve onlarında insan haklarından tam etkili bir şekilde yararlanmalarını sağlamak iddiasıyla 2012 yılından beri Birleşmiş Milletler kararı ile kutlanmakta. Kız çocukları önemlidir toplum hayatında. Eğer onu eğitirseniz bir anne yetişir. O anneyi okutursanız anne toplumu yönlendirir. Kız çocukları insanlığın umududur. Sevincidir. Şiiridir. Evde, okulda, sokakta güçsüz olmadığını hisseden kız çocukları yetişmelidir. Geleceğe daha bir umutla bakmamızı sağlar kız çocuklarına verdiğimiz değer. Güçlü kızlar, güçlü yarınlar demektir. Nazım Hikmet ne güzel ifade etmiş kız çocuğu sahibi olmayı.
Çocuğunu hesapsızca seven kişiye anne ya da baba denir. Ama bunu başkasının çocuğu için yapana öğretmen denir. Düşünün şu an bu yazıyı okumanızda, en basit matematik işlemi yapmanızın temelinde öğretmen vardır. Yaşamımızın her alanında vardır. Öğretmenin olumlu yönlendirmesiyle mesleğini yapan ne çok insan vardır. Bir öğretmen olarak dağılmış durumdaki saygınlığın, olması gereken yerde bulunması ülkemiz için, toplum için gerekli ön koşuldan biridir. Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim “oku” der. Peygamberimiz, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.”(Hz. Ali) Gazi Mustafa Kemal Atatürk; “Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” “İyi öğretmen hayal gücü ve öğrenme sevgisi aşılar.” (Brad Hanry)“Eğitim dünyayı değiştirmek için kullanılabilecek en güçlü araçtır.” Nelson Mandela. “Bilgelik… Yaşla gelmez. Eğitim ve öğrenmeyle elde edilir.” Anton Chekhov. “Öğretmen bir kandile benzer kendini tüketerek başkalarına ışık verir. “(Ruffini). “Yeryüzünde barışı sağlayacak sihirli değnek analarla öğretmenlerin elindedir Eğitim demek vücutta ve ruhtaki güzelliği ve mükemmelliği son mertebesine kadar geliştirmek demektir.” (Eflatun). “Bence ne yapılsa da iki insanın hakkı ödenmez. Bunlar öğretmen ve annedir.” (Victor Hugo). Sümüklü bir çocuğun yanağından öpendir öğretmen. Ciltler dolusu yazılar yazılabilir öğretmenlikle ilgili olarak. Bir bahçıvan edasıyla en güzel çiçekleri yetiştirir. Hem de hiç şikayet etmeden. Yorgunluk nedir bilmeden… Bıkmadan usanmadan onları besler, sular, aydınlatır. Yaşadığımız şu virüs salgınında özellilkle anne babalar öğretmenlik mesleğinin zorluğunu idrak etme imkanı buldu. Öğrencinin gülüşüne düşen ilk cemre gibidir öğretmen. Öğrencinin yüreğine dokunan öğretmen artık unutulmaz bir ömür. Sanıyor musunuz öğretmenler, matematik, fen bilgisi ya da Türkçe öğretir. Önce iyi bir insan olmayı öğretir. Sevmeyi, paylaşmayı, düşünmeyi, dokunmayı, vicdan sahibi çocuklar olmayı öğretir öğretmen. Bunlar tahtada öğretilenden çok ama çok kıymetlidir, değerlidir. Öğretmenliği diğer mesleklerden ayıran en önemli şey, hangi meslekten olursa olsun herkes bir öğretmenin eseridir. Öğretmen şefkat demektir, hayat demektir, yol gösteren demektir. Öğretmen öğrencisi için ömür boyu unutulmayacak kılavuz demektir. Bu nedenledir ki öğretmenin emeğine paha biçilemez. Bu yüzden hep söylenir hayatta en büyük mucize iyi bir öğretmene rastlamaktır. Bu nedenledir ki her öğretmen hayat boyu öğrenci kalabilmelidir, yeniliklere her daim açık olmalıdır. Bir öğretmen öğrenmeyi kesince, öğretmeyi de keser. Böylece sabitleşir. Yol göstermeyen bir işaret levhası olur. Dediğim gibi öğretmen, öğretmen olabilmek için öğrenci kalmalıdır. İddialı ve yerinde bir sözdür “Yeryüzünde öğretmenlikten daha onurlu bir meslek tanımıyorum” (Diyojen). Öğrencinin gülüşüne düşen ilk cemre gibidir öğretmen. Öğrencinin yüreğine dokunan öğretmen artık unutulmaz bir ömürdür. Öğretmen olmak güvenilir olmayı gerektirir. Çocukluğunuzun daha en başında, anne ve babanızdan başkasına güvenmediğiniz o anlarda sizin emanet edildiğiniz kişidir öğretmen. Anadolunun en ücra yerlerinde tüm zorluklara rağmen görevini onurlu bir şekilde sürdürmeye çalışan öğretmen… En zor anlarda okuluna giden, öğrencilerine hep daha fazlasını sunabilme uğraşında bulunan eli öpülecek, önünde saygıyla eğilenecek fedakar insan öğretmen. Akşemsettin; İstanbul’u feth eden bir komutan olan Fatih Sultan Mehmed’i yetiştirmiştir. Yüzbaşı Mustafa Sabri Bey ise; onlarca savaş sonrası yeniden bir ülke inşaa eden Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lideri yetiştirmiştir. Öğretmenlik sadece kitaplardaki bilgiyi öğrenciye aktaran değil, vatanına, insanlığa yararlı liderler yetiştirebilmektir. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Hz. Ali’nin sözü ile bitirelim
Atalarımız “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” demiştir. Yeni nesil, bedenen ruhen sağlıklı düşünen, sağlıklı yaşayan bireyler olmalı ki, geleceğimiz güven içerisinde olsun. Bağımlılık özellikle de madde bağımlılığı sadece ülkemizin değil, dünyanında da büyük sorunudur. Bedeli ne olursa olsun geleceğimiz için mücadele etmeliyiz. Çünkü bu konunun şakası yok. Bu ülke bizim. Bu nesil, bu gelecek bizim. Gelin bağımlılık nedir? Bir göz atalım. “Bir başka şeye koşullu olma, bir başka şeye bağlı olma durumu. Bağımlı olma durumu.” Kısaca bu şekilde açıklıyor Türk Dil Kurumu. Yaşanılan sorunlar büyüdükçe bunlarla başa çıkmak için madde kullanımına yönlenildiğini uzmanlar belirtiyor. Çocuk ve ergenler, bağımlılık yapıcı etkisi yüksek ve kötüye kullanımları yaygın olan maddeleri genellikle deneyerek başlarlar. Yapılan çalışmalar, gün geçtikçe maddeyi deneme yaşının düştüğünü, deneme oranının ise arttığını göstermektedir. Dr. Öğretim Üyesi Merve Mamacı, “Bağımlılıkta, genetik ve çevresel faktörler, psiko-sosyal nedenler, çocuğun büyüdüğü aile, aile içi şiddet, iletişim kopuklukları etkili oluyor. Kişilerin psikolojik dayanıklılık seviyesi düşükçe bağımlılık geliştirme eğilimleri artıyor. Günümüzde madde bağımlılığı yaşı oldukça düştü. Artık 10 yaşında çocuklar bağımlılık geliştirebiliyor. Çünkü artık çocuklar da maddeyi rahat ve kolay bir şekilde elde edebiliyor” demekte. Ayrıca herhangi bir maddeye olan bağımlılığın ekonomik, sosyal, psikolojik ve adli sonuçları olduğunu vurgulayan Mamacı, tütünün diğer maddelere geçişte aracı rol üstlendiğini ifade etmekte.
Gerçekten ilginç mi ilginç bir çağa tanıklık ediyoruz. Şanslı mıyız, değil miyiz? Bilemiyor insan. Üç ayrı kuşak bir arada. Üç ayrı dünya desek yeridir. Çünkü 25 yılı aşkın bir eğitimci olarak bu kuşaklara tanıklık etmenin keyfini ve şaşkınlığını yaşıyorum. Zevkler, ilgiler, bakış açısı o kadar farklı ki? Okuyucularımız için X,Y,Z kuşağı nedir? Ne değildir? Konularına bu haftaki yazımızda açıklık getirelim istedim. Öncelikle “kuşak” nedir? Onu açıklayarak başlayalım. Bilindiği üzere toplumları nesilden nesile getiren insan topluluklarına “kuşak” denir. Aslında her ne kadar X,Y,Z kuşağı gündemde olsa da, bu kuşaklardan farklı olarak X kuşağından önce 2 kuşak daha vardır. Sessiz kuşak, babyboomer kuşağı. Sessiz kuşak 1925-1945 arası doğan kuşağa verilen isimdir. Sessiz kuşak dönemi tüm dünyada otoriter rejimlerin hâkim olduğu, özgürlüklerin kısıtlandığı bir dönemdir. Ebeveynleri tarafından toplumsal olaylara karşı sessiz kalmaları ve görüşlerini açıkça belirtmemeleri öğretilmiştir. Bu yüzden bu kuşağa ’sessiz kuşak’ adı verilmiştir. Gelelim babyboomer kuşağına…1946-1964 arası doğan insanların kuşağı. Bu kuşaktaki insanlar, dünyanın insan hakları hareketlerini ve radyonun altın çağını yaşadığı yıllarda doğmuştur. Sadakat duyguları yüksekti ve kanaatkârlardı. Aynı yerde uzun süre çalıştılar. Teknoloji kimine yakın kimine uzak oldu, çok benimseyemediler denilebilir. Aslında babaları gibi otoriteye saygılılardı. X kuşağı ise1965-1979 arası doğumlular bu kuşaktandır. Henüz teknolojinin gelişmediği dönemdir. Değişimi kabullenmeyen, teknolojiye uyum sağlamakta sorunlar yaşamış bir kuşaktır. Zorluk ve yokluk dönemlerinden geçtiği için sabırlı, disiplinli ve saygılı bir kuşaktır. Kendi kendine yetebilme becerisi geliştirmişlerdir. Toplumsal sorunlara duyarlıdır. Bantlı teyp ve pikapla, merdaneli çamaşır makinaları ile dünyaya gözlerini açmışlardır. Aidiyet duyguları geliştiği için yüzeysel ilişkilerden kaçınırlar. Risk almayı sevmezler ve otoriteye daima saygı duyarlar. Bu özelliklerinden dolayı yeni kuşaklar tarafından genellikle eski kafalı olmakla suçlanırlar. Yeniliklere açık, adapte olma konusunda zorluk çekmeyen X kuşağı, başarılı ve esnektir. Kendi kendisine yetebilen bağımsız bir nesildir. Dini değerlere, kültüre ve maneviyata önem verirler. Yaşamak için çalışan bu nesil sabırlı ve çalışmayı sever. Çalışmayı eğlenceli ve daha zevkli hale getirebilir. Yabancı dil bilgileri ve seviyeleri gayet iyidir. Teknolojiyi sadece ihtiyaçları oranında kullanırlar. Onlar için aile saygı duyulması gereken en önemli kurumlardan biridir. Y kuşağı ise kendilerini komik, eğlenceli ve zeki olarak tanımlar. Genellikle olaylara şüpheci yaklaşırlar ve bir olayın öncelikle nedenlerini sorgularlar. Her alanda fark yaratmaktan ve fark edilmekten hoşlanırlar. Düşünce tarzlarından, kılık kıyafetlerine kadar dikkatleri üzerlerine çekerler. 1980-1999 yılları arasında doğanlar bu kuşaktadır. Milenyum kuşağı olarak da bilinir. X ve Z kuşağı arasında bir nevi köprüdür. Teknolojiyle çocukluk dönemlerinde tanışmışlardır. Bu nedenle çok çabuk adapte olmuşlardır. Teknolojik olarak donanımlı bir kuşaktır. İstedikleri olana kadar direnirler. Kurallara uymaktan hoşlanmazlar, otoriteyi sevmezler. Kendilerine farklı görüşler dayatılmasını sevmezler. Aile bağlarına ve arkadaşlığa önem verirler. Eylemde bulunmak veya yardımlaşmak için sosyal ağları etkin olarak kullanırlar. Çalışmaktan hoşlanmaz, eğlenmeyi ve kazanmayı severler. Değişimlere kolaylıkla ayak uydururlar. Özgürlüklerine düşkün ve bağımsızdırlar. Toplumsal değerlere ve kurumlara karşı mesafeli bir tutum sergilerler.
İnsanı hayata bağlayan duygular arasındadır. Evli insanların en tatlı meyvesidir. Evet çocuklarımızdan bahsediyorum. Hayat bir başka anlam taşır. Evlilikler de öyle. Aile daha bir değerli olur. Derken büyürler ve okul çağı gelir çatar. İşte o zaman çocuğunuz karşısında çaresiz kalırsınız. Bu çocuk nasıl okuma yazma öğrenecek? Dersiniz. Ama bir bakmışsınız okuma yazmayı öğrenmiştir. Zaman geçtikçe, çocuğunuzda okula karşı değişik sebeplerle bir duraklama gördüğünüzde, bunun yöntemini bilemeden üzerine gittiğinizde, okuldan soğur ve ders çalışmak istemez. Kulaktan dolma bilgilerle hareket edildiğinde uçurum gittikçe artar. Burada çocuğumuzun ilgi, istek ve yeteneklerinin göz ardı edilmemesi ve her çocuktan aynı davranışın beklenmesi hatanın başı olmaktadır. Şu örneği kafamızdan canlandırmakta fayda var. Bir ormanda maymun, aslan, kaplumbağa, yılan, kuş olduğunu hayal edelim. Bunlardan aynı davranışı bekleyelim. Yani yarış yaptıralım. Bakalım hangisi kazanacak? Daha başlarken yanlışı yapmış oluruz. Burada ebeveyn yani anne babanın, öğretmen ile irtibatlı olarak çocuğunun ilgi ve isteklerini, istidatlarını anlamaya çalışmasında büyük fayda var. Bundan sonra hedefe ulaşmada ciddi bir dönüm noktası yakalamış olunur şüphesiz. Çocuk doğası, yapısı, fıtratı gereği oyun oynamak ister. Gezmek ister vs. Ama ders çalışmakta bir disiplin var. İster istemez oyun oynaması, televizyon, tablet vs oynaması kısıtlanacak. Sorun buradan başlıyor. İstekleri kısıtlanıyor veya erteleniyor. İşte tam burada sorumluluk verme gayreti ilk amaç olarak hedeflenebilir. Anne babaya küçük küçük yardımdan tutun da, odasını temiz tutma, temizlik alışkanlığı sorumluluğuyla çocuğunuza çok olumlu etki vereceğinizden emin olabilirsiniz. Yani çocuk günlük yaşamın içine mutlaka dahil edilmeli. Araştırmalar böyle çocukların ileride daha başarılı olduğunu belirtmiştir. Çocuklar taklit ederek öğrenir. Çocuklar dilden ziyade gözleriyle eğitilir. Yani gördüğünü özümser. Televizyon karşısına geçen çocuğun acıkınca yanına yemeği götürüp “Aman baskı yapmayayım” mantığı olunca çocuk en temel konuları öğrenmiyor. Yani ebeveynler, anne babalar, biz hayatta çok zorlandık, çocuğumuz zorlanmasın demek çok da olumlu olmuyor. Çocuğun yaşamını hayatını sürekli kolaylaştırayım düşüncesiyle hareket etme yönünde davranışlar çocuğa faydadan çok zarar veriyor. Bunun sonucu olarak çocuk kendini zorlamıyor, geliştirmiyor. Aşırı korumacı davranmakla arkadaşlarından soyutlanıyor ve çocuk doğal olarak içe kapanık ve hassas oluyor. Böyle aşırı korumacı yetişen bir çocuk okulda bir terslik durumunda okuldan soğumasına veya derslerini yapmamak istemesine doğru evriliyor.
Ne olduğunu da tam anlamamıştık. Dünyamıza bir kâbus gibi çöktü desek yeridir. Birden herkes birbirinden uzaklaştı. Bir sohbet, muhabbetle sarılma, uzun süreli dertleşmeler ve daha neler neler hayal oldu. Hepsi şu son 1,5 yılda oldu. Öyle ki hapşırana “çok yaşa” derken şimdilerde cüzzamlı gibi bakar olduk. Bu dünya bugüne kadar böyle “veba, tifüs, kolera, cüzzam, sıtma, grip, kuduz, deli dana ve AIDS” gibi nice salgın hastalıklar gördü... Ama bu ‘Kovid-19’ belası gibisini hiç görmedi!.. Duygularımızı kaybettik. Kim ne derse desin, hayatımızı duygularımız yönetiyor. İfade edemediğimiz her duygu bizde bir hasar bırakıyor. Çocuklarımız için de geçerli bu durum. Biz eğitimciler olarak bu tarihi olaya birçok kimseden daha fazla tanıklık ediyoruz, kanaatindeyim. Bizler bu korkunç travma ile baş etmeye çalışırken bu olaydan habersiz çocuklarımızın bu durum karşısındaki çaresizliğini sanırım kelimelerle anlatmak çok zor. Geçenlerde 4 yaşındaki kızım bana “Baba senin küçükken masken ne renkti?” dediğinde içim sızladı. Bu salgınla beraber eğitim çok ciddi etkilendi. Aileler çok etkilendi. Okullar kapandı ve uzaktan eğitim ile tanıştık. Herkes bir bocalama içindeydi. Velhasıl zor bir dönemden geçiyoruz. Hala da süreç geçmedi devam ediyor. Bu süreç devam ederken yüz yüze eğitim başladı. Altın kural “maske-mesafe-temizlik” olmazsa olmazımız artık. İlkses Gazetesi okuyucularına bu süreçte çocuklarını okula gönderirken pandemide karşılaşılabilecek soru ve sorunlarla ilgili konulara değinmekte fayda var. Bakanlığımızın “Okullarda Kovid-19 Pozitif Vaka Çıkması Durumunda Yapılması Gereken Uygulamalar Rehberi” hazırladı. Belli başlı soru ve yanıtlarını paylaşmak isterim. Diyelim ki;
Ergün Dur
ergundur@gmail.com
“Bağımlı” ya da “bağımlılık” nedir?... Bir kimseye veya şeye maddi veya manevi yönden aşırı bağlı olan (TDK). Çağımızın en büyük sorunu desek sanırım abartmış olmayız. Bir eğitimci olarak bu konunun her zaman içindeyiz. Çocuklar anne babasından, anne babalar çocuklardan, eşler birbirinden teknoloji bağımlılığından şikayetçidir. Ellerde tablet veya akıllı telefon saatlerce vakit geçirmektedirler. Bilgisayar başından kaldırmak neredeyse imkansız olmaktadır. İnternette bilgisayar oyunları, sosyal platformlar neredeyse esir almıştır. “Milli Eğitim eski Bakanı Sayın Prof.Dr. Nabi Avcı bir programda “…Test ile tost arasında kalmış çocuklar…” demişti. Yarış atı misali. Sadece bu sorun olsa bir parça iyi. Artık birbirimizle, ailemizle geçirdiğimiz güzel anlar hayal olmak üzere. Teknolojinin akıl almaz hızı yeni alışkanlıklar türetti. Yeme içmemizi bile değiştirdi. Tencere ile yapılan ailece yenilen yemekler, bilgisayar ve internette daha fazla zaman geçirme adına aparatif tost, pizza ve hamburger ile geçiştirilir oldu. Hem de saatlerce geçirilen zamanlar. Artık nur topu gibi bir sorunumuz daha var. O da “Dijital Bağımlılık.”
İnternetin icadından sonra internet bağımlılığını bir kavram olarak ilk ifade eden isim Kimberly S. Young’tur. Young a göre:
1- Teknoloji bağımlılığını azaltmak ya da yok etmek için yapılan girişimlerde başarısız olmak,
2-Teknolojiden uzaklaşma durumlarında yoksunluk