1
Halil Yaylak
İlkses Gazetesi Yazarımız

Halil Yaylak

Yazarın Köşe Yazıları

Tatarlar

Bugün size Tatarları anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Tatarlar veya Tatar Türkleri, “Tatar” ismini taşıyan farklı Türki etnik gruplar için kullanılan bir şemsiye terimdir. Günümüzde Rusya içinde yer alan Tataristan Cumhuriyeti’ndeki İdil Tatarları, de facto olarak Rusya’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’ndeki Kırım Tatarları gibi etnik gruplar kendilerini Tatar olarak adlandırmaktadır. Bunun dışında Çin’in azınlıklarından biri olan Tatarlar da bilinmektedir. Rusya, Ukrayna, Polonya, Moldova, Litvanya, Belarus, Bulgaristan, Çin, Kazakistan, Romanya, Türkiye ve Özbekistan gibi ülkeler Tatarların yaşadıkları yerlerdir. “Tatar” sözcüğü, çeşitli zamanlarda değişik anlamlarda kullanılmıştır. Ruslar, yüzyıllar boyunca Rusya Avrupası’nda yaşayan Türk soylu Müslümanlar için, Batılı yazar ve araştırmacılar, Türkistan’da ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Türkler için, Osmanlılar ise, on altıncı yüzyıldan başlayarak Kuzey Türkleri için kullanmışlardır.


Sakalar

Sakalar (Farsça: ساکا, Saka; Sanskritçe: Śaka; Grekçe: Σάκαι, Sakai; Latince: Sacae; Çince: 塞,Sāi), Kuzeydoğu Avrasya stepleri ile Tarım havzasında yaşayan ve at yetiştirme, madencilik yapma kabiliyetleri geliştirmiş olan tarihî halk. Kaynakların genelde Sakaları Türkî veya İrani bir halk olarak sayılmasının yanı sıra kimlikleri konusunda tartışmalar sürmektedir. Saka kelimesi Ahamenişler döneminden sonra Eski Farsçada kullanılmaya başlanmıştır. Grekçede Sakai olarak hitap edilen Sakalar ile İskitlerin çok yakın ve akraba bir halk olduğu ve ortak bir İskit-Sibirya kültürüne sahip oldukları kabul edilmekle beraber aynı halk olmadıkları düşünülmekte ve akademik çevrelerce İskit ve Sakalar genellikle akraba ama farklı halklar olarak sınıflandırılmaktadır. Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi arasında yaşayan Sakaların Bir kısmı Ahamenişlere itaat ederek Yunan-Pers Savaşına da katılmışlardır. M.Ö. 2. yüzyılda Orta Asya'dan güneye inerek Baktriya'yı yendikten sonra Hint yarımadasına girmişlerdir. Bunun sonucunda Hint-İskit Krallığı doğmuştur.


Hammurabi

Bugün size Babil Hanedanlığı’nın altıncı kralı Hammurabi’yi anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Hammurabi (y. MÖ 1810 – y. MÖ 1750), Amori kökenli Birinci Babil Hanedanlığı’nın altıncı kralıdır. Orta kronolojiye göre y. MÖ 1792’den y. MÖ 1750’ye kadar hüküm sürmüştür. Hammurabi’den önce, sağlığı bozulduğu için tahttan feragat eden babası Sin-Muballit hükümdarlık yapmıştır. Hammurabi, hükümdarlığı sırasında Elam bölgesiyle Larsa, Eşnunna ve Mari şehir devletlerini fethetmiştir. Asur Kralı I. İşme-Dagan’ı devirip İşme-Dagan’ın oğlu Mut-Aşkur’u haraç ödemeye zorlayarak neredeyse Mezopotamya’nın tamamını Babil egemenliği altına almıştır. Hammurabi daha çok, yayımladığı Hammurabi Kanunları ile bilinir ve bu kanunları, Babil’in adalet tanrısı Şamaş’tan aldığını iddia etmiştir. Suçun mağdurunu tazmin etmeye odaklanan Ur-Nammu Kanunları gibi daha önceki Sümer yasalarının aksine Hammurabi Kanunları, failin fiziksel cezasına daha fazla vurgu yapan ilk kanunlardan biridir. Her bir suç için belirli cezalar öngörmüştür ve masumiyet karinesini tesis eden ilk kanunlar arasındadır. Modern standartlara göre cezaları son derece sert olsa da haksızlığa uğrayan bir kişinin cezalandırmada ne yapılmasına izin vermesine ilişkin kısıtlamalar koymayı amaçlamıştır. Hammurabi Kanunları ile Tevrat’taki Musa Kanunları çok sayıda benzerlikler içerir. Hammurabi, yaşadığı dönemde birçok kişi tarafından bir tanrı olarak anılmış ve ölümünden sonra ise uygarlığı yayan ve tüm halkları, Babillilerin ulusal tanrısı Marduk’a saygı göstermeye zorlayan büyük bir fatih olarak görülmüştür. Sonradan askeri başarılarının önemi azaltılmış ve ideal kanun koyucu rolü, mirasının birincil yönü olmuştur. Daha sonraki Mezopotamyalılar için Hammurabi’nin hükümdarlığı, uzak geçmişte meydana gelen tüm olayların referans çerçevesi haline gelmiştir. Kurduğu imparatorluk çöktükten sonra bile, örnek bir yönetici olarak hala saygı görmüş ve Yakın Doğu’daki birçok kral Hammurabi’nin kendi atası olduğunu iddia etmiştir. Hammurabi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında arkeologlar tarafından yeniden keşfedilmiştir ve o zamandan beri hukuk tarihinde önemli bir figür olarak görülmektedir.


Eskimo halkları

Bugün size Eskimolar’dan bahsedeceğim. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Eskimolar ya da İnuit ve Yupikler, Arktik bölgedeki dört ülkeye dağılmış olarak, Doğu Sibirya, Alaska, Kanada ve Grönland’da yaşayan ve Eskimo - Aleut dillerini konuşan Eskimo - Aleut halklarının en büyük grubunu oluşturan avcı ve toplayıcı halk. Yupik ve İnuit olmak üzere iki ana gruba ayrılırlar. Sirenik Yupiklerinin dilleri diğer Yupik dillerinden belirgin biçimde farklıdır ve bu farklılığa dayanarak Menovşçikov (Меновщиков) gibi kimi uzmanlar Sirenik Yupikçesini Yupik dilleri dışında tutarak Sirenik Eskimocası adı altında Eskimo dillerinin üçüncü ana kolu olarak sınıflandırır. Batı dillerindeki “Eskimo” kelimesinin etimolojilerinden en yaygın olarak kabul göreni Smithsonian Institution’dan Ives Goddard’ın ileri sürdüğü Algonkin dillerinden İnnuca (Montagnais) “snowshoe-netter” («kar ayakkabısı [ağ gibi] ören») anlamına gelen kelimedir. İnnucada assime·w kelimesi «she laces a snowshoe» anlamına gelir. Yerel folklorda Eskimo sözcüğünün “çiğ et yiyen kişi” anlamına geldiğine inanıldığı için bu kelimenin kendilerini tanımlamak amacıyla kullanılmasını hakaret kabul ederler. Bununla birlikte Eskimo sözcüğü diğer dillerde hakaret ya da küçümseme anlamı taşımaz ve antropoloji ve arkeolojide yaygın olarak kullanılır. İnuit ve İnuk sözcükleri Kanada’da resmi olarak Eskimo yerine kullanılmaktadır. Eskimo sözcüğünün kökeni tam bilinmemekle birlikte, Kızılderili lisanı Algonkian’dan geldiğine ve “farklı dilde konuşan kişi” demek olduğuna inanılır. Eskimo sözcüğünün Cree dilinde “çiğ et yiyen kişi” anlamına geldiği savının doğruluğuna dair bir kanıt bulunamamıştır. Ojibwa Kızılderili dillerinde “kar ayakkabısının ağlarını örmek” anlamına geldiğine inanılır. Kanada Eskimoları “Eskimo” adını küçültücü bulup kendileri için kullanılmasını yasal olarak engellerken, Alaska Eskimoları kendilerine yasal olarak “Eskimo” denilmesinden rahatsızlık duymazlar. “Eskimo” adı Kanada’da geçerli olmasa da Alaska’da geçerlidir. Kanada ve Grönland’da yalnızca İnuit kolundan Eskimolar bulunur. Buradaki halklar için “Eskimo” adının kullanılmaması karışıklık yaratmaz. Yupikleri de içine alan bütünleyici adlandırma olarak “Eskimo” adından kaçınılarak Inuit-Yupik ya da Inuit/Yupik biçiminde bir ikili adlandırma tercih edilir. Rusya’da yalnızca Yupik kolundan Eskimolar bulunur. Buradaki halklar için “Eskimo” adının kullanılmaması karışıklık yaratabilir. Sirenik Yupikleri kimi uzmanlarca Eskimoların üçüncü ana kolu olarak kabul edilmektedir ve bunlara “Sirenik Eskimoları” denerek Yupik olmadıkları belirtilmek istenmektedir. Amerika Birleşik Devletlerine bağlı Alaska’da Eskimoların İnuit ve Yupik her iki kolu da bulunur. Buradaki halklar için “Eskimo” adının kullanılmaması kesinlikle karışıklık yaratır. Asya ile Amerika birbirine bağlı kara parçaları iken, son Buzul Çağı’nın bitimine doğru (günümüzden yaklaşık 12000 yıl önce), Sibirya’dan Alaska’ya geçen avcıların torunlarıdır. Bununla birlikte bazı iddialara göre de MÖ 3000 yıllarında Bering Boğazı üzerinden Amerika’ya geçmişlerdir. Dil verileri ve arkeolojik kalıntılar Eskimo halklarının Bering Boğazı’nın buzlarla kaplanıp kara köprüsü olduğu zamanlarda günümüzden 10.000 yıl önce iki ayrı etnik grup (Eskimo ve Aleut) olarak Alaska’dan Kamçatka’ya kadar olan bölgede bulunduklarını göstermektedir. Eskimo ve Aleutların denizde avlanma tekniklerinin geliştirilmesinden önce bölündüklerini gösteren dil verileri arasında ok ve yay için ortak kelimelerin bulunması, bunun yanında deniz avcılığı terimlerinin Eskimo ve Aleutlarda farklı olması gösterilebilir. Eskimo ve Aleutlar deniz avcılığını birbirlerinden bağımsız olarak geliştirmişlerdir. Ataları çeşitli bölgelere yerleştikleri için farklı kültür özellikleri geliştirmişlerdir; ama bu çok çeşitli toplulukların günümüzde de yaşayan ortak özellikleri vardır. İnuitler, günümüzde çoğunlukla Grönland’ın, Kanada’nın, ABD’nin ve Rusya’nın yasal sınırlarının iki yanında yaşamaktadırlar. Alaska’da çamur sıvalı dikdörtgen evlerde, Grönland’da taş, toprak ve balina kemiğinden yapılmış kubbeli evlerde, Kanada’da ise iglo denilen buzdan yapılmış kubbeli evlerde yaşarlar. Bununla birlikte modern evlerde yaşayan İnuitler de vardır. Kara ulaşımını köpeklerin çektiği kızaklarla, deniz ulaşımını “kayak” adı verilen kayıklarla ve kadınların kullandığı umiak adlı ağaç ve deriden yapılmış botlarla sağlarlar. Ancak günümüzde motorlu taşıtlar, motorlu kızaklar, ateşli silahlar ve modern kamp aletlerini de kullanmaktadırlar. İnuitlerin yaşadıkları geniş tundra bölgesi, yılda sekiz - dokuz ay süren dondurucu kuzey kışından ötürü tarıma elverişli olmayan topraklarla kaplıdır. Bu yüzden Eskimo ekonomisi avcılık ve balıkçılığa (özellikle balina avcılığı) dayanmaktadır. Temel yiyecekleri balık, ren geyiği ve sığındır.


Moğollar

Bugün size tarihin bir dönemine damga vurmuş olan Moğollar’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Moğollar, Doğu ve Orta Asya kavimlerindendir. Asıl yurtları olan Moğolistan’ın ve Moğolistan devleti (“Dış Moğolistan”) ile sınır paylaşan, fakat Çin’e bağlı olan İç Moğolistan bölgesinin yerli halkıdırlar.


Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi

Güneybatı Anadolu’daki hayalet kasaba Kayaköy (Livisi). Bir zamanlar bir Rum köyü iken, 1923 nüfus mübadelesi sırasında terk edilmek zorunda kaldı. Yerel geleneğe göre Müslümanlar, “1915’te katledilen Livislilerin hayaletleriyle dolu” olduğu için burayı yeniden yerleştirmeyi reddettiler.


Lidyalılar ve Para

Bugün size tarihin akışında önemli bir rol oynayan Lidyalıları ele alacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Anadolu’nun batısında Gediz ve Menderes ırmakları arasında kalan bölgeye Antik çağda Lidya, bu topraklarda yaşayanlara da Lidyalılar denilmiştir. Hint-Avrupa kökenli bir kavim olan ve doğudan Anadolu’ya gelen Lidyalılar önce Hititler’in daha sonra da Frigler’in egemenliği altında yaşadılar. Dilleri, Hitit dili ile benzerlik gösterir. Lidyalılar (Ahamenişler tarafından Sparda olarak bilinir, Eski Pers çivi yazısı) Anadolu grubunun ayırt edici Hint-Avrupa Lidya dili’ni konuşan, batı Anadolu bölgesindeki Lidya ‘da yaşayan Anadolu insanlarıydı. Dil tarafından tanımlanan ve MÖ 2. binyıla kadar uzanan kökenleri hakkında ortaya atılan sorular, dil tarihçileri ve arkeologlar tarafından tartışılmaya devam ediyor. Strabo’nun zamanında (MÖ 1. yüzyıl) onun tarafından tutulan kayıtlar arasında son kez doğrulanmış kayıtlara göre, güneybatı Anadolu Kibyra’da en son Ortak Çağ’dan kısa bir süre öncesine kadar ayrı bir Lidya kültürü varlığını sürdürmüştür. Lidya başkenti “Sfard” veya Sardis idi. Geç Tunç Çağı’na kadar izlenebilen üç hanedanlığı kapsayan kaydedilmiş tarih devletleri, gücünün ve başarılarının zirvesine, Lidya’nın kuzey doğusunda yer alan komşu Frigya gücünün çöküşüne denk gelen bir zamanda, MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda ulaştı. Lidya gücü, MÖ 585’teki Halys Savaşı ve MÖ 546’da Büyük Cyrus tarafından yenilgiye uğratılmasından sonraki olaylarda başkentlerinin düşmesiyle aniden sona erdi. Lidyalılar, Frigyalıların yıkılmasından sonra Kral Giges zamanında bağımsız bir devlet kurdular (M.Ö. 687). Lidyalıların başkenti, dönemin en büyük ve zengin kentlerinden olan Salihli yakınlarındaki Sardes (Sard)’dır. Giges, devletin sınırlarını genişletti. Doğu sınırları Kızılırmak ırmağına kadar uzandı. Kimmerlere karşı Asurlularla iş birliği yapmışlar ve bunun sonucunda Kral Yolu Asur’a kadar uzanmıştır. Kral Alyattes zamanında Medlerle savaş yapıldı. MÖ 585 yılında barış yapılarak, Kızılırmak iki devlet arasında sınır oldu. Son kralları Krezüs dönemi Lidyanın en parlak zamanı oldu. Başkentleri Sard aynı zamanda dönemin kültür ve sanat merkeziydi. Ancak bu durum uzun sürmedi. Adalar (Ege) Denizi’ne çıkmak istemeyen Pers Kralı Kyros (Kirus), Mısır’la ittifak yapan Lidya Kralı Krezus’u yenerek Lidya Krallığı’na son verdi (M.Ö. 546). Tarihte ilk kez Lidyalıların bastığı madeni paralar alışverişte değiş-tokuş (takas) yöntemini ve değerli metal ve tahılın alışveriş aracı olarak kullanımını zamanla azaltmıştır.


Magna Carta

Bugün sizlere Magna Carta’yı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Magna Carta’nın İngiltere Kralı John tarafından imzalanmış orijinali kaybolsa da dört kopyası varlığını sürdürmüştür. Resimdeki, arşivlerde saklanmış olan, 1215 yılında Kral III. Henry tarafından yaptırılmış nüshasıdır.


Aleksandr Puşkin

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, 6 Haziran 1799’da Moskova’da doğdu. Babası Sergey Lvoviç Puşkin, soylu bir ailenin ilk çocuğudur. Annesi Nadejda Osipovna Hannibal’in büyük dedesi Etiyopyalı Abraham Petroviç Hannibal, Rus Çarı I. Petro’nun vaftiz oğlu ve Çarlık ordusunda seçkin bir subaydı. Puşkin, soylu bir ailenin üyesiydi. Annesi ve babası eğitimli insanlardı. Puşkin, ilk bilgilerini Fransız mürebbiyelerden edindi. Henüz sekiz yaşındayken Fransızca ve Rusça öğrenmişti. 11 yaşına geldiğinde özgürlükçü ve hicivci yazarlarını beğendiği Fransız edebiyatından etkilenerek Fransızca şiirler ve güldürüler yazmaya başlamıştı. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin’in evine gelip gidenler arasındaydı. Ancak hiçbiri geleneksel Rus masalları anlatan, Rus türküleri söyleyen dadısı kadar Puşkin’i etkilememiştir. Yaşlı dadısı Arina’nın anlattıklarının, Puşkin’in çocuk ruhunda önemli izler bıraktığı düşünülmektedirBu dönemde hayatına George Charles d’Anthès adında biri girdi. Puşkin, kendisine yazılan birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d’Anthès adındaki bu Fransız’ın karısı Natalya Puşkin’e kur yaptığını öğrendi. 1837’de d’Anthès’i düelloya çağırdı. 27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınında Kara Dere’nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verildi. Puşkin’in şâhidi arkadaşı Danzas’tı. Düelloda kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilmektedir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d’Anthès, Puşkin’i karnından yaralamayı başardı. Büyük bir soğukkanlılıkla iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 29 Ocak’ta hayata gözlerini yumdu. Şâirin ölüm haberi duyulunca evinin önünde toplanan halk, Yevgeni Onegin’in son baskısını tüketti. Şairin ölümü üzerine başlayan huzursuzluk, neredeyse hükûmete karşı bir ayaklanma noktasına geldi. Olayların kontrolden çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı şairin tabutunu gizlice kiliseden aldı ve Mihaylovskaya köyüne götürerek toprağa verdi. Hakkında Gogol’un “Puşkin, olağanüstü bir olaydır.” ve Dostoyevski’nin de daha mistik bir tavırla “Puşkin, bize gelecekten haber veren bir ermiştir.” dediği Puşkin, modern Rus edebiyatının oluşmasına en büyük katkıda bulunan edebiyatçı olarak kabul edilir. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus edebiyatında “gerçekçilik akımı”nı başlatan öncü bir isim olmuştur.


Tolunoğulları

Bugün size tarihte önemli bir yer tutan Türk Devleti olan Tolunoğulları’nı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Tolunoğulları (Arapça: الطولونيون‎), Ptolemaios Hanedanı idaresinden sonra Mısır’ı ve Suriye’nin çoğunu yöneten ilk bağımsız hanedan olan Türk kökenli bir Memluk hanedanıydı. Bu devletin bir diğer önemi ise Müslüman olan Türklerin kurduğu ilk bağımsız devlet olmasıydı. İslam Halifeliği’ni yöneten Abbasi Hanedanı’nın merkezi otoritesinden ayrıldıklarında 868’den 905’e kadar bağımsız kaldılar. Tolunoğulları, Abbasilerin siyasi ve sosyal anlamda çöküş yaşadıkları 9. yüzyılın son çeyreğinde, 875 yılında Mısır’da kurulmuş ve kısa sürede topraklarına Suriye, Filistin, Tarsus gibi önemli bölge ve şehirleri dahil ederek sınırlarını Berka’dan Fırat Nehri’ne kadar genişletmiştir. Tolunoğulları Devleti’nin kurucusu Ahmed bin Tolun’un babası, Buharalı Tolun adında bir Türktür. 815 ve 816 yıllarında Sâmâni, Buhara Emiri tarafından Abbasilere bağlanmış ve halifeliğin Türklerden kurduğu orduya 818 yılında katılmıştır. Orduda hızla yükselmiş ve önemli komutanlar arasına girmiştir. Tolun’un oğlu olan, Tolunoğulları’nın kurucusu Ahmed bin Tolun ise 20 Eylül 835 tarihinde Bağdat’ta doğmuştur. O da babası gibi halife ordusunda görev almıştır. Ahmed bin Tolun’un üvey babası olan Bayık Bey, Abbasi halifesini bir suikasttan kurtardığı için Mısır valiliği ile ödüllendirilmiştir. 868 yılında ise bu görev Ahmed bin Tolun’a verilmiştir. (Bazı kaynaklar 868 yılını Tolunoğullarının kuruluşu olarak kabul eder. Yine farklı bir kaynağa göre ise Ahmed bin Tolun, Fergana’dan gelme asker kölesidir.) Valiliği sırasında halife Mutemid ile arası bozulmuş ve 875 yılında Mısır’ın tamamında hakimiyet sağlayarak bağımsızlığını ilan etmiş, böylece Tolunoğulları Devleti’ni kurmuştur.


İskitler

Bugün sizlere İskitleri anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. İskitler veya yayıldıkları doğu bölgelerindeki isimleri ile Sakalar, MÖ 8. yüzyıl ile MS 3. yüzyıl arasında Avrupa'nın doğusu (Kırım ve Pontik Bozkırları) ile Orta Asya'da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi'ni de içine alan bölgelerde yaşamış, çoğunlukla Doğu İran Dilleri grubuna ait bir dil konuştuğu varsayılan göçebe halktır. İskitler için tarih boyunca Grek kaynaklarında Skuthēs (Σκύθης), Asur kaynaklarında Aşguzai, Fars kaynaklarında Sakā ve Çin kaynaklarında Sai tabirleri kullanılmıştır. İskitlerin genellikle İranî kökenli bir halk olduğu, halkın konuştuğu dilin bir Doğu İran dili olduğu düşünülür. İskit dini adı verilen inanışları antik İran dinlerinin karakteristiklerini göstermiştir. İskitler baskın güç olarak Kimmerlerin yerini Pontik Bozkırları'nda MÖ 8. yüzyılda almış, bu devirde İskitler ve alakalı gruplar Avrasya Bozkırları'nı batıda Karpatlar'dan, doğuda Ordos Yaylası'na olacak şekilde tamamen kontrolleri altına almıştır. Bu, halkın ilk Orta Asya bozkır imparatorluğu olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Ukrayna ve Güney Rusya bölgesinde yaşamış İskitler kendilerini Scoloti olarak adlandırmış, bu bölgede Kraliyet İskitleri olarak adlandırılan göçebe savaşçı bir aristokrasi tarafından yönetilmişlerdir.


Otuz Yıl Savaşı

Bugün size Avrupa’yı derinden etkileyen Otuz Yıl Savaşı’nı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Otuz Yıl Savaşı, 1618 ile 1648 yılları arasında Orta Avrupa’da yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Avrupa tarihinin en uzun ve yıkıcı savaşlarından birisidir. Başlarda, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nu oluşturan Protestan ve Katolik şehir devletleri arasındayken, zamanla Avrupa’nın büyük güçlerinin çoğunun dahil olduğu daha geniş bir çatışmaya dönüştü, din ile ilgili olmaktan ziyade Avrupa üstünlüğü için Fransa-Habsburg çatışmasının devamı niteliğinde oldu. Carl Wahlbom’un, Lützen Muharebesi sırasında İsveç Kralı II. Gustaf Adolf’un ölümünü tasviri. Savaş, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu kendi etki alanındaki dini istikrarı empoze etmeye çalışmasıyla başladı.[2][3] Kuzey Protestan Devletleri, haklarına riayet edilmemesine öfkelenerek, bir araya gelerek Protestan Birliği’ni oluşturdular. Yeni imparator II. Ferdinand, sadık bir Katolik’ti ve öncekilerine göre karşılaştırılırsa nispeten daha hoşgörüsüzdü. Aşırı derecede Katolik yanlısı bir siyaset izledi. Bu endişeleri Protestan Bohemlerine, Habsburg Monarşisi üzerinde hakimiyet sağlamalarına ve hükümdarlarına karşı ayaklanmalarına neden olmuştur. Habsburgluları yerlerinden ettiler ve yerine hükümdar olarak V. Frederick’i getirmişlerdir. Frederick birliğin desteği olmadan teklifi kabul etmiştir. Geneli Katolik güneyli devletler, bu ihanetle öfkelendiler. Bavyera tarafından yönetilen bu devletler imparator desteğindeki Frederick’i devirmek için Katolik Birliği’ni oluşturdular. İmparatorluk bu, öngörülen isyanı ezmiş fakat Protestan Dünyası İmparatorun davranışlarını kınamıştır. Bohemya’da yapılan vahşetten sonra huzursuzluk olmuştur, Saksonya en sonunda birliğe desteğini vermiş ve geri savaşmaya karar vermiştir. İsviçre 1630’da hemen müdahil oldu ve anakarada büyük ölçekli bir savaş başlattı. İspanya müttefikleri Avusturya’ya yardım etme bahanesiyle Hollandalı isyancıları ezmek istedi. Avusturya Habsburg’un iki önemli gücünü sınırlarındaki kuşatmaya karşı daha fazla tutamıyordu. Katolik Fransa Birlik tarafında yer alıp Habsburglulara karşı savaştı. Otuz Yıl Savaşı’nda bütün ülkelerin tahribatını, kıtlığını ve Almanya ve İtalya Devletleri, Bohemya Krallığı ve deniz seviyesi olarak alçak ülkelerin nüfusunu önemli derecede düşüren hastalıklar yaşandı. Hem askerler hem de paralı olanlar zorla haraç kesip kendilerine pay çıkarmayı umunca, işgal edilen yerlerdeki yerlilere birçok sıkıntı yaşattı. Ayrıca savaş birçok savaşan gücü maddi olarak iflas ettirdi. Bu durumun dikkat çeken bir istisnası yeni bağımsız olmuş, sonradan büyük bir ekonomik refah ve gelişim yaşayarak dünyanın önde gelen gelişmiş ekonomik ve deniz gücü olan Felemenk Cumhuriyeti’dir, dünyanın önde gelen ekonomik ve donanma güçlerinden biri oldu.


Hocalı Katliamı

Bugün sizlere Hocalı Katliamını anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Hocalı Katliamı (Azerice: Xocalı soyqırımı), Karabağ Savaşı sırasında 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan ve Azeri sivillerin Ermenistan’a bağlı kuvvetler tarafından toplu şekilde öldürülmesi olayıdır. “Memorial” İnsan Hakları Savunma Merkezi, İnsan Hakları İzleme Örgütü, The New York Times gazetesi ve Time dergisine göre katliam, Ermenistan’ın ve 366. Motorize Piyade Alayı’nın desteğindeki Ermeni güçleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, Karabağ Savaşında Ermeni kuvvetlere komutanlık yapmış eski Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Markar Melkonyan’ın aktardığına göre kardeşi Monte Melkonyan, katliamın Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olduğunu açıklamıştır. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamı’nı Dağlık Karabağ’ın işgalinden bu yana gerçekleşen en kapsamlı sivil katliamı olarak nitelendirmiştir. Azerbaycan’ın resmî açıklamasına göre saldırıda 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azeri ölmüştür. Dağlık Karabağ bölgesinin en önemli tepelerinden birisinde olan Hocalı kasabası Ermeni güçleri için önemli bir askerî hedef niteliği taşımaktaydı. Kasaba Hankendi’yle Ağdam’ı bağlayan yolun üzerinde bulunup bölgenin tek havalimanı için üs konumundaydı. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporuna göre Hocalı kasabası Hankendi’yi top ateşine tutan Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri tarafından üs olarak kullanıldığı için Ermeni kuvvetler tarafından top ateşine tutulmaktaydı. Aralık 1991’de Hankendi çevresinde yerleşen ve Azerilerin yaşadığı Kerkicahan kasabasının alınmasından sonra, Hocalı kasabası tamamen Ermeni ablukasında kaldı. 30 Ekim’den itibaren karayoluyla ulaşım kapanmış ve tek ulaşım vasıtası olarak helikopter kalmıştı. 20 Kasım 1991’de Hocavend semalarında Mi-8 helikopterin Ermeni kuvvetler tarafından vurulması ve sonuçta birkaç Azerbaycan devlet resmileri, Rus ve Kazak gözlemciler dahil 20 kişinin ölümünden sonra, hava ulaşımı da kesilmişti. İşgalden önce 1991-1992 kış aylarında Hocalı sürekli olarak bombalanmıştır. Hocalıdan çıkmış mültecilerin İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne söylediklerine göre, bazı durumlarda bombardımanlar açıkça sivil hedeflere karşı yönlendirilmiştir. Saldırı öncesi, birkaç aydır kasaba elektrik ve gazdan yoksundu. 936 km2’lik alana sahip, savaştan önce 2.605 aileden ibaret 11.356 kişinin yaşadığı Hocalı kasabası 26 Şubat 1992 tarihinde yağmaya maruz kalmış ve kasaba tamamen yok edilmiştir. Uzun süre cesetlerin alınması bile mümkün olmadı. Kasaba Alef Hacıyev komutasındaki yaklaşık 160 hafif silahlı kişiden oluşan Özel Polis Gücü (OMON) birlikleri tarafından savunulmaktaydı. İlaveten 200 kişilik savunma kuvveti mevcuttu. Hocalı Katliamı’nda hayatını kaybeden üç yaşındaki Gülmire Mehdiyeva ile beş yaşındaki başka bir kız çocuğunun Bakü’deki mezarları. Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gecede bölgedeki 366. Alayın da desteği ile önce giriş ve çıkışını kapadığı Hocalı kasabasında, Azeri resmî kaynaklarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70’ten fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir. Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonyan, Hocalı’ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonyan’ın ölümünden sonra, Markar Melkonyan kardeşinin günlüğünü Benim Kardeşimin Yolu (My Brother’s Road) başlığıyla ABD’de çıkardığı kitapta Hocalı Katliamı’nı şöyle tasvir ediyor: Bir gece önce akşam 11 civarında, 2.000 Ermeni savaşçısı, Hocalı’nın üç tarafındaki yüksekliklerden ilerleyerek, kasaba sakinlerini doğudaki açılışa doğru sıkıştırmışlar. 26 Şubat sabahına kadar mülteciler Dağlık Karabağ’ın doğu yüksekliklerine ulaşmış ve aşağıdaki Azeri kenti olan Ağdam’a doğru inmeye başlamışlar. Buradaki tepeciklerde yerleşen sivilleri güvenli arazide takip eden Dağlık Karabağ askerleri onlara ulaşmışlar. Mülteci kadın Reise Aslanova İnsan Hakları İzleme Örgütüne verdiği açıklamada “Onlar sürekli ateş ediyorlardı” diye konuşmuştu. Arabo’nun savaşçıları daha sonra uzun zaman kalçalarında taşıdıkları bıçakları kınlarından çıkartarak bıçaklamaya başlamışlar.


Uhud Muharebesi

Bugün size Uhud Savaşı’ndan bahsedeceğim. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Uhud Muharebesi, 23 Mart 625 tarihinde İslam Peygamberi Muhammed komutasındaki Müslümanlar ile Mekkeli Ebu Süfyan’ın ordusu arasında, Medine yakınlarındaki Uhud Dağı’nda yapılan muharebedir. Muharebenin sonucunda Müslümanlar çok fazla kayıp vermiş ve en önemli sahabelerden biri olan Hamza bin Abdülmuttalib öldürülmüştür. Kesin bir galibiyet olmamasına rağmen Mekkeli Kureyşliler, Bedir Savaşı’nın intikamını almak için geldikleri bu savaştan istediklerini almışlardır. Müslümanlar cephesinde ise Muhammed’e ve peygamberlik iddiasına güven sarsılmış, peygamber açıkça saldırı altında ve ölüm tehlikesi altındayken yakınları tarafından bile yalnız bırakılmıştır. Müslümanlar 73, Kureyşliler ise yaklaşık 45 kayıp vermiştir. Uhud Muharebesi, Hicret’in üçüncü yılında, 7 Şevval 3 (23 Mart 625) Cumartesi tarihinde vuku bulmuştur. Ancak bazıları bu savaşın Şevval ayının ortalarında meydana geldiğini zikretmiştir. Mekkeli paganlar, Bedir Muharebesi’nde (624) yaşadıkları büyük bozgunu unutamıyorlardı. Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçmiş ve Muhammed iyice güçlenmişti. Mekkeliler, Ebu Süfyan öncülüğünde ikinci bir savaşa hazırlandılar. 200’ü süvari, 700’ü zırhlı olmak üzere 3.000 kişilik bir ordu hazırlandı ve yola çıkıldı. Muhammed’in amcası Abbas, o sırada Mekke’de bulunuyordu. Mekkelilerin hazırlıklarını bildiren bir mektup yazarak Medine’ye gönderdi. Bu mektup üzerine Peygamber Muhammed, savaşın nasıl yapılacağı konusunda sahabeleriyle konuştu ve ardından Mekkelilere karşılık bir ordu hazırlandı. Mekkeliler ordusu, 11 Mart 625’te Mekke’den Medine’ye doğru yürümeye başladı. Bu saldırıda Mekkelilerin birincil amacı, geçen seneki Bedir Muharebesi’ndeki kayıplarının öcünü almak ve Müslümanların yükselen gücünü kırmaktı. Müslümanlar ise muharebe için hazırlıklıydı. Bir süre sonra iki ordu, Uhud Dağı’nın bayırlarında ve düzlüklerinde karşılaştı. Peygamber Muhammed, iki ordunun karşılaştığı Uhud Dağı’ndaki dar bir geçidin iki tarafına okçularını yerleştirdi. Mekkelilerin Uhud Dağı’nın etrafından dolaşarak Müslümanlara saldırma ihtimalini önlemek istiyordu. Okçularına, “Haber verilmeden yerinizi terk etmeyiniz.” emrini verdi. İki tarafın kuvvetleri, Uhud Dağı eteklerinde karşılaştı. Savaşın ilk zamanlarında Müslümanların etkili taarruzlarıyla Mekkeliler ordusu geri çekilmeye başladı. Bunu gören okçular, muharebenin kazanıldığını sanarak yerlerini terk ettiler ve Mekkelilerin bıraktıkları ganimetleri yağmalamaya başladılar. Bu vaziyetten yararlanan Halid bin Velid, komutasındaki kuvvetlerle okçuların terk ettiği geçitten Müslümanlara saldırdı. Bu saldırı sonucu İslam ordusu zor duruma düştü. Çekilen Mekke ordusu geri dönüp Müslümanlara saldırdı. Müslümanlar Uhud Dağı’na doğru çekildiler. Dağa saldıran Mekkeliler, okçu atışları ile geri püskürtüldü. Mekke ordusu da kesin bir üstünlük elde edemeyip geri döndü. Müslümanların ağır kayıplarına rağmen Medine ele geçirilemedi ve İslam dini ortadan kaldırılamadı. Ebu Süfyan’ın karısı Hind bint Utbe, Bedir Savaşı’nda ölen akrabalarının intikamını almak istiyordu. Babasını öldüren Hamza bin Abdülmuttalib’ten intikam almak için, Vahşi adında bir köleyi vazifelendirdi. Vahşi, mızrak atmada çok ustaydı ve Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürdüğü takdirde mükafatlandırılıp azad edilecekti. Savaşın ortalarında, ortamın kızıştığı bir anda Vahşi, uzaktan mızrağını fırlatarak Hamza’yı öldürmeyi başardı. Müslümanların kazandığını sanıp yerlerini terk eden okçular ise, Müslümanların bu savaşta büyük kayıplar vermesinde şüphesiz büyük bir rol oynadılar. Okçuların komutanı olan sahabe Abdullah bin Cübeyr, onlara Muhammed’in kesin emrini hatırlatsa da kimse onu dinlememişti ve geride 10 civarında okçu kalmıştı. Akabinde de Abdullah, arkasından kendilerine saldıran Mekkelilerle çarpışıp şehit olmuştu. Bu olay, Muhammed’in emirlerinin ne denli önemli olduğunun ve kendisinin başarılı bir askerî lider olduğunun göstergesiydi. Bir ara sahabelerden Mus’ab bin Umeyr, mızrakla öldürülünce Müslümanların birçoğu onu Peygamber Muhammed’e benzettiler ve bunu duyan Mekkeli paganlar da savaş meydanında ‘‘Muhammed öldü!’’ diye bağırmaya başladılar. Hatta daha sonradan Peygamber’in sağ olduğu anlaşılsa da, haber Medine’ye ulaşmıştı ve tüm Medineli Müslümanlar yas tutmaya başlamıştı. Savaşta, Utbe bin Ebû Vakkās tarafından atılan bir taşla Peygamber Muhammed’in miğferinin parçalandığı, sağ alt çenesindeki ön dişlerle azılar arasındaki dişinin kırıldığı, yüzünün yaralandığı, kanının akıtıldığı, velhasıl ağır yaralandığı bilinmektedir. Tarihçi Vâkıdî’nin daha sonraki açıklamalarına göre ise, Muhammed’in dişinin tamamen kırılmayıp mine kısmından bir parçanın koptuğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, bu savaşta Müslümanlar 73 kayıp vermiş iken, buna karşılık Mekkeli paganlar 45 kayıp vermişti. Mekkelilerin lideri Ebu Süfyan, bu günün Bedir Savaşı’nın karşılığı olduğunu söylemişti.


Bedir Muharebesi

Bugün size İslam alemi için önemli savaşlardan biri olan Bedir Muharebesini anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Bedir Muharebesi veya Bedir Savaşı, Miladi 14 Mart 624 (Hicri 17 Ramazan 2) tarihinde Müslümanların, Mekke’nin Kureyşli paganlarla yaptığı ilk savaştır. İslam peygamberi Muhammed’in liderliğindeki sahabelerden oluşan Müslüman ordusu, Ebu Cehil’in önderlik ettiği Kureyş ordusunu savaş meydanında mağlup etmiş, Ebu Cehil de dahil olmak üzere 70 Kureyşli ölmüştür. Bu muharebe, Müslümanların yaptığı ve kazandığı ilk savaştır. Savaş sonrası Kureyşlilerin başına geçen Muhammed’in kayınbabası Ebu Süfyan, Müslümanlardan intikam almak için yemin etmiş ve Kureyşli paganlar ile Müslümanlar arasındaki çatışmalar hız kazanmıştır.


Nikola Tesla

Bugün size dünyanın en büyük bilim insanlarından birisini anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Nikola Tesla (İngilizce telaffuz: [‘tɛslə]; Sırpça telaffuz: [nǐkola têsla]; Sırpça: Никола Тесла; 10 Temmuz 1856 - 7 Ocak 1943), Sırp–Amerikalı mucit, elektrik mühendisi, makine mühendisi ve fütüristti. Günümüzde en çok alternatif akım (AC) elektrik kaynağı sistemine verdiği katkılarla tanınmaktadır. Avusturya İmparatorluğu’nda doğup büyüyen Tesla, 1870’lerde mühendislik ve fizik alanında ileri bir eğitim aldı ve 1880’lerin başında telefonculukta ve Continental Edison’da yeni elektrik enerjisi endüstrisinde çalışırken uygulamalı deneyim kazandı. 1884 yılında vatandaşı olacağı Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. New York’ta kısa bir süre kendi yoluna koyulmadan önce Edison Machine Works’te çalıştı. Ortaklarının fikirlerini finanse etmeleri ve pazarlamaları için Tesla, New York’ta çeşitli elektrikli ve mekanik cihazlar geliştirmek için laboratuvarlar ve şirketler kurdu. Kendisinin alternatif akım (AC) indüksiyon motor ve 1888’de Westinghouse Electric tarafından lisanslanan ilgili çok fazlı AC patentleri kendisine önemli miktarda para kazandırdı ve şirketin pazarlayacağı çok fazlı sistemin temel taşı oldu. Patentini alabileceği ve pazarlayabileceği icatlar geliştirmeye çalışan Tesla, mekanik osilatörler/jeneratörler, elektriksel deşarj tüpleri ve erken X-ışını görüntüleme ile ilgili çeşitli deneyler yaptı. Ayrıca ilk sergilenenlerden biri olan kablosuz kumandalı bir tekne inşa etti. Bir mucit olarak tanınan Tesla, laboratuvarındaki ünlülere ve zengin müşterilere başarılarını gösteriyordu ve halk konferanslarında şovmenliğiyle dikkat çekiyordu. Ayrıca sık sık Delmonicos’ta yemek yiyordu. 1890’lar boyunca New York ve Colorado Springs’teki yüksek voltajlı, yüksek frekanslı güç deneylerinde kablosuz aydınlatma ve dünya çapında kablosuz elektrik enerjisi dağıtımı konusundaki fikirlerini sürdürdü. 1893 yılında, cihazlarıyla kablosuz iletişim olasılığı hakkında açıklamalar yaptı. Tesla, bu fikirleri kıtalararası bir kablosuz iletişim ve güç ileticisi olan bitmemiş Wardenclyffe Kulesi projesinde pratik kullanıma sunmaya çalıştı, ancak bunu tamamlamadan önce parası tükendi. Wardenclyffe’tan sonra Tesla, 1910’larda ve 1920’lerde çeşitli derecelerde başarıya sahip bir dizi icatla çalıştı. Parasının çoğunu harcayan Tesla, New York’ta birçok otelde yaşadı ve ödenmemiş faturaları geride bıraktı. Ocak 1943’te New York’ta öldü. Tesla’nın çalışması, onun ölümünden sonra 1960’larda Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı’nda SI birimi olarak manyetik akı yoğunluğuna tesla adı verilene kadar göreceli belirsizliğin içine düştü. Bu durum 1990’lı yıllardan beri Tesla’ya duyulan ilginin yeniden ortaya çıkmasını sağladı.


Karamanoğulları Beyliği Dönemi

Bugün sizlere Karamanoğulları’nın anlatacağım. Bilgileri Wikipedi’dan derledim. Karamanoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmadan önce Nureddin Bey tarafından temelleri atılan ve Kerimüddin Karaman Bey tarafından kurulan Larende merkezli beyliktir. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçeyi beylik sınırları içerisinde konuşulacak dil ilan etmişti ancak zamanla beylikte Farsça resmî dil olmuştur. 13. yüzyılda Anadolu’daki en güçlü Türk beyliği kabul ediliyordu. Bu yüzden Osmanlı Beyliği onlardan ilk başlarda uzak durmuş, iyice büyüyüp güçlendikten sonra Karamanoğullarını kendisine bağlamıştır. Beyleri Salur boyunun, Karamanlı oymağının, Begbölük uruğunun, Kallaklar tiresine bağlıdır. Beyliğin halk kitlesi ise çoğunlukla Salur ve Afşar boyuna bağlıdır.


Fyodor Dostoyevski

Dünya edebiyatının büyük ustası Dostoyevski’yi anlatacağım sizlere. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Rus roman yazarıdır. Çocukluğu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, annesinin ölümünden sonra Petersburg’daki Mühendis Okulu’na girdi. Babasının ölüm haberini de burada aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra istihkâm bölüğüne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. Ordudan ayrıldıktan sonra edebiyata yönelen Dostoyevski, ilk kitabı İnsancıklar’ı 1846 yılında yayımladı. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski’nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. 1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile tutuklandı. 10 ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü. Cezasını çekmesi için Sibirya’da bulunan Omsk Cezaevi’ne gönderildi. Burada geçirdiği dört yılın ardından er rütbesi ile hizmete verildi. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılında Mariya Dmitriyevna İsayeva ile evlendi. Beş yıl boyunca görev yapan Dostoyevski, 1859 yılında özgür bırakıldı ve Petersburg’a yerleşti. Petersburg’a döndükten sonra Ezilenler (1861) ve Ölüler Evinden Anılar (1862) adlı eserlerini yazdı. Kardeşiyle birlikte iki dergi çıkardı. 1862’de, arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar bağımlılığı yüzünden maddi açıdan darlığa düştü. Bu dönemde Yeraltından Notlar (1864), Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1866), Budala (1868), Ebedi Koca (1870) ve Ecinniler (1872) gibi eserleri yazdı. Eşinin ölümünden sonra sekreteriyle evlendi. Yeniden borçlandı ve kumarhanelerde gezmeye başladı. Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. Delikanlı (1875), Bir Yazarın Günlüğü (1876) ve Karamazov Kardeşler (1879) adlı eserlerinde yazarlık hayatı boyunca konu edindiği temaları yeniden ele aldı. Karamazov Kardeşler adlı yapıtını üç yılda bitiren Dostoyevski, bir ciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasından yürüdü. Dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski’nin eserleri birçok 20. yüzyıl düşünürünün fikirlerini derinden etkiledi.


Dogonlar

Bugün sizlere gizemleriyle dikkat çeken Dogonarı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Dogonlar, Mali’nin orta plato bölgesinde, Batı Afrika’da, Nijer kıvrımının güneyinde, Bandiagara şehrinin yakınında ve Burkina Faso’da yaşayan etnik bir grup. Nüfusları 400.000 ile 800.000 arasındadır. Nijer-Kongo dil ailesinin bağımsız bir kolu olduğu düşünülen Dogon dillerini konuşurlar, yani diğer dillerle yakından ilişkili değildirler. Dogonlar en iyi dini gelenekleri, maske dansları, ahşap heykelleri ve mimarileri ile bilinir. Yirminci yüzyıldan beri, Dogonların sosyal organizasyonu, maddi kültürü ve inançlarında önemli değişiklikler olmuştur. Bunun nedeni Dogonların yaşadığı bölgelerin, Mali’nin başlıca turistik yerlerinden biri olmasından kaynaklanır. Dogon kabilesi Batı Afrika’da Mali’de yaşamaktadır. Mali’nin merkezi yayla bölgesinin sınır boyunca Burkina Faso’ya yayılan etnik grubu . Mali’nin % 4’ünü oluşturmaktadırlar. Dogonlar’ın, Mali’ye nereden ve nasıl geldikleri büyük bir gizem. Sözlük gelenekler ve teorilerden öteye kökenleri hakkındaki bilgiler elde edilememiştir. Dogonların kökeni sözlü kültüre göre Nijer nehrinin ötesi ya da Bandigara geldikleridir. Bir teoriye göre ise Dogonlar, Mısırlıların torunu olup Libya’dan gelmiştir. Dogonların, Mali’ye göçmesinin nedenin köle tacirleri ve İslam fetihleri olduğu düşünülüyor. Köle tacirleri Dogonları gördükleri yerde yakalıyordu. Müslümanlar, İslam’ı yaymak için çabalıyordu. Dogonlar, Fransa sömürgesinde kaldı. 1960 yılından itibaren Mali kontrolündedirler. Dogon sanatı öncelikle heykeldir. Dogon sanatı dini değerler, idealler ve özgürlükler etrafında döner (Laude, 19). Dogon heykelleri halka açık olarak gösterilmez ve genellikle ailelerin evlerinde, tapınaklarda veya Hogon ile birlikte tutulur (Laude, 20). Gizliliğin önemi, parçaların ardındaki sembolik anlamdan ve bunların yapıldığı süreçten kaynaklanmaktadır. Dogon heykelinde bulunan temalar, yükseltilmiş kolları olan figürler, üst üste binen sakallı figürler, atlılar, karyalitli tabureler, çocuklu kadınlar, yüzlerini kaplayan figürler, inci darı taşlama kadınlar, başlarında kap taşıyan kadınlar, başlıklar taşıyan eşekler, müzisyenler, köpekler ,dörtayak şekilli oluklar veya banklar, belden bükülen figürler, ayna görüntüleri, apron figürleri ve ayakta duran figürlerdir (Laude, 46-52). Diğer temas ve kökenlerin belirtileri Dogon sanatında belirgindir. Dogon halkı Bandiagara kayalıklarının ilk sakinleri değildi. Tellem sanatından etkilenme, doğrusal tasarımları nedeniyle Dogon sanatında belirgindir (Laude, 24). Köyler eğimli bir arazi boyunca ve bir su kaynağının yakınında inşa edilmiştir. Ortalama olarak, bir köyde ‘ginna’ veya yöneticinin evi etrafında düzenlenmiş yaklaşık 44 ev bulunur. Her köy, eril soy boyunca izlenen bir ana soydan (bazen, tek bir köy oluşturuyor) oluşur. Evler birbirine çok yakın inşa edilir, çoğu zaman duvarları ve zeminleri paylaşır.


Mu Kıtası

Dünyada hala var olp olmadığı tartışma yaratan Mu Kıtası hakkında yazacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Mu kıtası veya kısaca Mu, ilk olarak 19. yüzyılda yaşamış yazar ve gezgin Augustus Le Plongeon tarafından Büyük Okyanus’ta yer aldığı ve 14 bin yıl önce batarak yok olduğu ileri sürülmüş, günümüzde bilim çevrelerinde sözdebilimsel bir iddia olduğu kabul gören efsanevi kıtadır. Le Plongen, kıtada Antik Mısır ve Mezoamerika toplumlarının atalarının yaşadığını iddia etmiştir. Kavram daha sonra, kıtanın bir zamanlar Pasifik Okyanusu’nda var olmuş olduğunu iddia etmiş James Churchward tarafından popülerize edilmiştir. Mu’nun ve benzer şekilde kayıp bir kıta olduğu iddia edilmiş Lemurya’nın varlığına dair iddialar, iddianın yaratıcısı Le Plong’un zamanından beri destek görmemiştir. Günümüzde de bilim dünyasındaki fikir birliği, Mu kıtasının var olmuş olmasının fiziksel olarak mümkün olmadığı ve iddianın herhangi bir bilimsel dayanağı olmadığı yönündedir. Mu efsanesi ilk olarak Yukatan’daki Maya kalıntılarına yaptığı incelemelerden sonra, Augustus Le Plongeon’un (1825-1908) eserlerinde ortaya çıkmıştır.[8] Le Plongeon, Yucatán’daki Maya medeniyetinin Yunanistan ve Mısır’dakilerden daha eski olduğunu gösteren Maya yazıları bulduğunu ve yazıtta daha eski bir kıtanın hikâyesinin anlatıldığını iddia etmiştir. Le Plongeon “Mu” adını, 1864 yılında da Landa alfabesini kullanarak Troano Kodeks’ini yanlış bir şekilde çevirmiş Charles Étienne Brasseur de Bourbourg’dan almıştır. Brasseur, Mu olarak okuduğu bu kelimenin, bir felaketin batırdığı bir ülkeye atıfta bulunduğuna inanıyordu. Le Plongeon daha sonra bu kayıp toprakları Atlantis ile bağdaştırmış ve Atlantik Okyanusu’nda batmış olan sözde bir kıtaya dönüştürmüştür. Le Plongeon, eski Mısır medeniyetinin, kıtanın batması yüzünden mülteci olmuş Kraliçe Moo tarafından kurulduğunu iddia etti. İddiasına göre diğer mülteciler Orta Amerika’ya kaçmış ve Maya uygarlığını yaratmışlardır.


Apollonius

Bugün sizlere Apollonius’u anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Pergeli Apollonius (Grekçe: Ἀπολλώνιος ὁ Περγαῖος; Latince: Apollonius Pergaeus; d. yaklaşık MÖ 240 Perge - ö. yaklaşık MÖ 190, İskenderiye), konik kesitler üzerindeki çalışmaları ile tanınan Antik Yunan geometri uzmanı ve astronom. Öklid ve Arşimet’in konuya katkılarından başlayarak, onları analitik geometrinin icadından önceki duruma getirdi. Elips, parabol ve hiperbol terimlerinin tanımları bugün kullanımda olanlardır. Apollonius, astronomi de dahil olmak üzere çok sayıda başka konu üzerinde çalıştı. Tipik olarak diğer yazarlar tarafından atıfta bulunulan parçalar haricinde bu çalışmanın çoğu günümüze ulaşmadı. Yaygın olarak Orta Çağ’a kadar inanılan gezegenlerin görünüşte anormal hareketini açıklamak için eksantrik yörüngeler hipotezi, Rönesans sırasında yerini aldı. Matematik alanına böylesine önemli katkılarda bulunan bir kişi için, yetersiz biyografik bilgi mevcuttur. 6. yüzyıl Yunan yorumcusu Ascalonlu Eutocius, Apollonius’un ana eseri olan Konikler (İngilizce: Conics) üzerine şöyle diyor: “Geometrici Apollonius, ... Ptolemy Euergetes zamanlarında Pamphylia’daki Perge’den geldi, bu nedenle Herakleios, Arşimet’in biyografisini kaydeder...” Perge, o zamanlar Anadolu’da Helenleşmiş bir Pamphylia kentiydi. Şehrin kalıntıları halen ayaktadır. Helenistik bir kültür merkeziydi. Euergetes, “hayırsever”, diadochi mirasında Mısır’ın üçüncü Yunan hanedanı olan Ptolemy III Euergetes’i tanımlar. Muhtemelen “zamanları”, MÖ 246-222/221 dönemine aittir. Zamanlar her zaman hükümdar veya yetkili yargıç tarafından kaydedilir, böylece Apollonius 246’dan önce doğmuş olsaydı, Euergetes’in babasının “zamanları” olurdu. Herakleios’un kimliği belirsizdir. Apollonius’un yaklaşık zamanları bu nedenle kesindir, ancak tam tarihler verilemez. Çeşitli bilim adamları tarafından belirtilen belirli doğum ve ölüm yılları rakamı yalnızca spekülatiftir. Eutocius, Perge’yi Mısır’ın Ptolemaios hanedanı ile ilişkilendiriyor gibi görünmektedir. Mısır altında, MÖ 246’da Perge, Seleukos hanedanı tarafından yönetilen bağımsız bir diadochi devleti olan Seleukos İmparatorluğu’na ait değildi. MÖ 3. yüzyılın son yarısında, Perge birkaç kez el değiştirdi, alternatif olarak Seleukoslar ve kuzeyde Attalid hanedanı tarafından yönetilen Bergama Krallığı altında. “Pergeli” olarak adlandırılan birinin orada yaşamış ve çalışmış olması pekala beklenebilir. Aksine, Apollonius daha sonra Perge ile özdeşleştirilmişse, onun ikametgahına dayanmıyordu. Kalan otobiyografik materyaller, onun İskenderiye’de yaşadığını, okuduğunu ve yazdığını ima etmektedir.


İskitler

İskitler veya yayıldıkları doğu bölgelerindeki isimleri ile Sakalar, MÖ 8. yüzyıl ile MS 3. yüzyıl arasında Avrupa’nın doğusu (Kırım ve Pontik Bozkırları) ile Orta Asya’da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi’ni de içine alan bölgelerde yaşamış, çoğunlukla Doğu İran Dilleri grubuna ait bir dil konuştuğu varsayılan göçebe halktır. İskitler için tarih boyunca Grek kaynaklarında Skuthēs (Σκύθης), Asur kaynaklarında Aşguzai, Fars kaynaklarında Sakā ve Çin kaynaklarında Sai tabirleri kullanılmıştır.


1. Melikşah

Bugün size Büyük Selçuklu Devleti’nin önemli padişahlarından I. Melikşah’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Hükümdarlık döneminde (1072-1092) Büyük Selçuklu Devleti en geniş sınırlarına ulaştı. Sınırlar Anadolu’dan Umman’a Kafkasya’dan Hindistan önlerine uzandı (10.000.000 km2). Melikşah’tan sonra Selçuklular eski gücüne kavuşamadı. Devrin en önemli kişileri arasında Ömer Hayyam bilim ve Nizâmülmülk siyaset dalında bulunur. Melikşah, 16 Ağustos 1055 Pazar günü doğmuştur. Çocukluğu İsfahan ve civarında geçmiştir. Babası Alparslan, kabiliyeti ve cesareti ile dikkati çeken Melikşah ile yakından ilgilendi. Melikşah uzun boylu, biraz şişmanca ve beyaz tenli olarak tasvir edilmiştir. Melikşah babası ile birlikte küçük yaşta Gürcistan seferine katıldı. Aynı yılda Karahanlılar Han’ının kızı Terken Hatun ile evlendirildi. Alparslan 1066 tarihinde Melikşah’ı veliaht tayin etti ve “ikta (veya timar)” olarak İsfahan şehri verildi. 1071’de babası Alparslan ile Suriye’ye sefere çıktı. Babası Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in Anadolu’da ilerleyişini durdurmak için kuzeye yöneldi (ve Malazgirt Meydan Muharebesi’ni yaptı). Melikşah bu sırada Suriye’de Halep’te kaldı. 1072’de yine babası Karahanlılara karşı bir sefer yapmakta iken onunla birlikteydi. Babası bu seferdeyken esir aldığı bir Karahanlı kale komutanı olan Yusuf Harzemi tarafından öldürüldü. Melikşah Selçuklu ordusu başına geçti ve Sultanlığını ilan etti. Çağrı Bey’in oğlu olan amcası Kavurt Bey Melikşah’ın Sultan olmasını kabul etmedi. Melikşah yanında Vezir Nizam-ül Mülk ile birlikte batıya İran içine yürüdü. Kavurt Bey’in ordusuyla 17 Nisan 1073’te Karaç yakınlarında (günümüzde İran’da “Erak”) “Karaç Muharebesi” ‘ne girişti. Bu muharebede Melikşah’ın ordusunda bulunan birçok Türkmen asker çarpışma sırasında Kavurt Bey’in ordusuna katıldı. Buna rağmen Melikşah ve ordusu galip geldi. Kavurt Bey idam edildi ve iki oğlunun gözlerine mil çekilip kör edildiler. Böylece Selçuklu ülkesinde bulunan emirler arasında Melikşah Sultan olarak belirlenmiş oldu. 1074’te Bağdat’ta Abbâsî halifesi tarafından Melikşah’ın Sultan olduğunu resmen ilan etti. Melikşah 1072’de sultan olduktan sonra babası zamanında vezirlik makamına getirilen Nizâmülmülk’ü görevinde bıraktı. Melikşah’ın hükümdar olduğu dönem Büyük Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemidir. Tahta geçtiği ilk yıllarda kardeşi yönetimi ele geçirmek için isyan etti. Onu yenerek ülkesinde düzeni sağladı. Bu arada devletteki iç isyandan faydalanan Gazneli ve Karahanlı devletleri birleşerek saldırdılar. Melikşah bu iki devleti de yendi. Karahanlı Devleti bu mağlubiyetten sonra ikiye ayrıldı. Doğu Karahanlılar’ı Karahitaylar, Batı Karahanlılar’ı ise Harzemşahlar yıktı. Melikşah tahta çıktıktan sonra Gazneliler ve Karahanlılar Selçuklu topraklarına saldırdılar. 1073’te Gazneliler Sultanı İbrahim Alparslan’ın ölümünü fırsat bilip Hindikuş Dağları kuzeyinde bulunan Horasan bölgelerini ele geçirdi. Fakat Melikşah bir karşı hücumla bu arazileri geri aldı. Bundan sonraki 20 yıl döneminde, birbirinden 20 yıl yaş farkı olan Gazneliler Sultanı İbrahim Han ile Melikşah arasındaki ilişkiler iyi olarak devam etti, sınırlar değişmedi ve bu iyi ilişkiler iki haneden mensupları arasında yapılan evlenmeler ile pekiştirildi.[4] Buna karşılık diğer komşu ülkelerine karşı Melikşah daha mütecaviz bir politika uygulamaya başladı. Selçuklu Devleti’ne yeni araziler katmak hedefiyle arazi fethi için çarpışmalar ve savaşlar yapmıştır. Melikşah Maveraünnehir bölgesine kendinin de şahsen katıldığı iki büyük askeri sefer yapmıştır. 1073/74’teki seferde Batı Karahanlılar’a saldırarak onların Ceyhun Nehri sağ kıyılarında bulunan arazilere çekilmelerini sağlamış ve stratejik bir şehir olan Termez şehrini zapt etmiştir.[4] 1089’daki seferde ise yerel ulemanın da desteği ile önemli Semerkant şehrini eline geçirmiş ve orada idareci olan ve eşi olan Terken’un yeğeni olan Ahmet Han bin Kezr’i tutuklatmıştır. Bu fetihten sonra sefer Yedisu bölgesine (günümüzde Kazakistan’da bulunan “Jetişu” veya Rusça “Semirechye” bölgesine) yönelmiş ve Kaşgar merkezli olan Doğu Karahanlılar devletinin hükümdarı Ebu Ali el-Hasan Melikşah’in tabiliğini girmeyi kabul etmiştir.


I. Petro

Bugün size Rusya’yı Rusya yapan bir kişiden bahsedeğim: I. Petro. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Büyük Peter, I. Peter veya Pyotr Alekséyevich (9 Haziran 1672 — 8 Şubat 1725) 7 Mayıs 1682’den 1725’teki ölümüne kadar Rusya Çarlığı’nı ve daha sonra Rus İmparatorluğu’nu, 1696’ya kadar üvey ağabeyi V. İvan ile birlikte yönetti. Bazı gelenekçi ve çağdışı sosyal ve politik sistemleri modern, bilimsel, Batılılaştırılmış ve Aydınlanma’ya dayalı sistemlerle değiştiren kültürel devrime öncülük etmiştir. Peter’ın reformları Rusya üzerinde kalıcı bir etki bıraktı ve Rus hükümetinin birçok kurumunun kökenleri onun hükümdarlığına kadar uzanmaktadır. Ayrıca 1917’ye kadar Rusya’nın başkenti olarak kalan Sankt-Peterburg şehrini kurması ve geliştirmesiyle de tanınmaktadır. Bununla birlikte yurt içinden yerel seçkin sınıfların oluşturulması onun asıl önceliği değildi ve ilk Rus üniversitesi ölümünden sadece bir yıl önce, 1724’te kuruldu. İkinci olanı ise ölümünden 30 yıl sonra kızı Elizabeth’in hükümdarlığı sırasında kuruldu. Çar I. Aleksey’in ikinci eşi Natalya Narişkina’dan olan oğludur.[1] 1682’de, zayıf ve hastalıklı üvey ağabeyi V. İvan’la birlikte tahta çıktı. Taht naipliğine üvey ablası Sofia Alekseyevna atandı; Sofia’nın aşığı başdanışman Vasili Vasilyeviç Golitsın; ülkenin yönetiminde etkindi. Petro, bu dönemde annesiyle birlikte Moskova’nın dışındaki “Alman mahallesinde” yaşadı. Rusya’ya gelen Avrupalılar ile yakınlık kurarak uygarlıkları hakkında bilgi sahibi oldu. Burada Avrupalı askerlerden topçuluk ve istihkam eğitimi aldı. 14 yaşından itibaren gemilere büyük ilgi duydu. 1689’da annesinin zoruyla Eudoxia Lapoukine ile evlendi; ertesi yıl Alexis adında bir oğlu oldu. Son derece muhafazakâr bir aileden gelen eşi ile hiç uyuşamadı. Petro 17 yaşında bir saray darbesiyle yönetimi ablasının ve Golitsın’in elinden aldı. 1694’te annesinin ölümü ile ülke yönetiminin tek hakimi oldu. Tahtı Ivan’la paylaşmayı sürdürüyordu ancak devlet işlerinde Ivan’ın hiçbir rolü yoktu. 1696’da Ivan’ın ölümü ile tahtın tek sahibi oldu.