Sayfa Yükleniyor...
Bugün size Türk edebiyatın en büyük yazarlarından birisi olan Oğuz Atay’ı tanıtacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Oğuz Atay, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. Babası, ağır ceza yargıcı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) VI. ve VII. dönem Sinop, VIII. dönem Kastamonu vekili Cemil Atay’dır. İlk ve ortaokulu Ankara’da okuyan Atay, 1951’de bugünkü adı TED Ankara Koleji olan Ankara Maarif Kolejinden, 1957’de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesinden mezun oldu. Askerliğini 1957-59 yılları arasında yaptıktan sonra tamir ve kontrol elemanı olarak Kadıköy vapur iskelesinin yapımında çalıştı. Görevinden istifa ettikten sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1975’te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayımlandı. Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ın 1971-72’de yayımlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası oldu. Bu romanıyla 1970 TRT Roman Ödülü’nü kazandı. Roman, Oğuz Atay’ın 20. ölüm yıldönümü olan 1997 yılında UNESCO tarafından 20. yüzyıl Türk edebiyatının en seçkin eseri olarak seçilmiştir. Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran tarafından, “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirilmiştir. Moran’a göre Tutunamayanlar’daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.
Bugün sizlere Tatarlar’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Tatarlar veya Tatar Türkleri, “Tatar” ismini taşıyan farklı Türki etnik gruplar için kullanılan bir şemsiye terimdir. Günümüzde Rusya içinde yer alan Tataristan Cumhuriyeti’ndeki İdil Tatarları, de facto olarak Rusya’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’ndeki Kırım Tatarları gibi etnik gruplar kendilerini Tatar olarak adlandırmaktadır. Bunun dışında Çin’in azınlıklarından biri olan Tatarlar da bilinmektedir. Rusya, Ukrayna, Polonya, Moldova, Litvanya, Belarus, Bulgaristan, Çin, Kazakistan, Romanya, Türkiye ve Özbekistan gibi ülkeler Tatarların yaşadıkları yerlerdir. “Tatar” sözcüğü, çeşitli zamanlarda değişik anlamlarda kullanılmıştır. Ruslar, yüzyıllar boyunca Rusya Avrupası’nda yaşayan Türk soylu Müslümanlar için, Batılı yazar ve araştırmacılar, Türkistan’da ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Türkler için, Osmanlılar ise, on altıncı yüzyıldan başlayarak Kuzey Türkleri için kullanmışlardır. Osmanlı fermanlarında, Kırım Hanları için ilk defa 1696 yılında Tatar ifadesi geçmektedir. İslâm dünyasında ise, “Tatar” kelimesiyle kastedilen, “Moğol” idi. 13. yüzyılda yaşamış olan Arap tarihçi İbnül Esir, şamanist, kısmen budist Moğollardan bahsederken “Tatarların İslam ülkelerine gelişi”, “Tatarların Türkistan ve Maveraünnehir’e çıkışı”, “Kafir Tatarların Harzemşah üzerine yürüyüşü” gibi daima “Tatar” kelimesini kullanmaktadır. Abbasi Halifeliğini 1258’de yıkmış olan, Cengiz Han’ın oğlu olan, Tuluy’un oğlu Hülagü ve ordusundan, bütün çağdaş ve sonraki Arap tarihçileri “Tatar” diye bahsetmektedirler. Diğer milletler de, on üçüncü yüzyılda yeryüzünün en büyük devletini kurmuş olan Moğollardan “Tatarlar” diye söz etmektedirler.
Önceki gün ölüm yıl dönümü olan Nazım Hikmet’i anlatacağım bugün sizlere. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Nazım Hikmet Ran ya da Türkiye’den ayrıldıktan sonraki soyadı ile Nazım Hikmet Borzecki (15 Ocak 1902; Selanik, Osmanlı İmparatorluğu - 3 Haziran 1963; Moskova, SSCB), Türk şair ve yazardır. Komünist siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir. Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. 1951 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı; ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile bu işlem iptal edildi. Mezarı Moskova’da bulunmaktadır. Nazım’ın ilk yayımlanan, Mehmed Nazım imzasıyla yazdığı “Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?” başlıklı şiiri 3 Ekim 1918’de Yeni Mecmua’da çıktı. 19 yaşındayken, 1921 yılı Ocak ayında arkadaşı Vala Nureddin ile Millî Mücadele’ye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçti. Cepheye gönderilmeyince Bolu’da bir süre öğretmenlik yaptı. Daha sonra Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okudu. Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık oldu ve komünizm ile tanıştı. 1924’te yayınlanan ilk şiir kitabı 28 Kanunisani Moskova’da sahnelendi. Moskova’da 1921-1924 yılları arasında geçirdiği sürede Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlendi ve klasik biçimden sıyrılarak yeni bir biçim geliştirmeye başladı. 1924’te Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başladı; fakat dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince bir yıl sonra tekrar Sovyetler Birliği’ne gitti. 1928’de Af Kanunu’ndan yararlanarak Türkiye’ye döndü. Fakat tekrar tutuklandı. Serbest kaldıktan sonra Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1929’da İstanbul’da basılan “835 Satır” adlı şiir kitabı edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırdı.
Bugün sizlere 20. yüzyıl siyasetinde önemli olaylarından Truman Doktrini’ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Truman Doktrini, 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış plandır. Truman Doktrini, Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası politikasının değiştiğini ve Sovyet karşıtlığının bu yeni politikada temel esas olduğunu ilan etmiştir. Bu doktrin ile Amerika Birleşik Devletleri “komünizm tehdidi” altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır.
Değerli okuyucular, bu hafta sizlere Feodalizmi anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim.
Bugün size Türk edebiyatının önemli isimlerinden Kemal Tahir’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Kemal Tahir, (13 Mart 1910, İstanbul - 21 Nisan 1973, İstanbul), Türk edebiyatının en üretken roman yazarlarından birisidir. Sol dünya görüşüne sahip olan yazar, Marksizm'i Türk toplum yapısına uyarlamak için toplumu anlamaya çalışmış, edindiği bilgileri romanları yoluyla okuyucularına aktarmıştır. 13 Mart 1910’da İstanbul’da dünyaya geldi. Gerçek adı İsmail Kemalettin Demir'dir. Babası, II. Abdülhamit’in yaverlerinden Yüzbaşı Tahir Bey; annesi, Osmanlı sarayında Abdülhamit’in kızı Nâile Sultan’ın hizmetinde bulunan Nuriye Hanım’dır. (Saraydaki adı “Hubser” idi)[1]. Kemal, âilenin ilk çocuğu idi. Babasının görevleri nedeniyle ilk öğrenimini imparatorluğun değişik yerlerinde sürdürdü. Ailenin 1923’te İstanbul’a yerleşmesinden sonra eğitimine Mekteb-î Sultânî’de devam etti. Annesinin 1926 yılında veremden ölümü ve babasının ikinci bir evlilik yapması üzerine öğrenimini 10. sınıfta iken bıraktı. Önce İstanbul’da avukat kâtipliği, sonra Zonguldak’taki kömür işletmelerinde ambar memurluğu yaptı. 1932’de İstanbul’a döndü. Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde röportaj yazarı, çevirmen, düzeltmen olarak çalıştı. 1933'te Kenan Şahabettin, İdris Ahmet, Ziya İlhan, Yakup Kadri, Nuri Tahir, Ertuğrul Şevket, Fakih Özden ve Arif Nihat Asya[1] gibi yazar ve şairlerle “Geçit” adlı bir edebiyat dergisi çıkardı. Geçit dergisi kadrosundan Ertuğrul Şevket (Avaroğlu) ve Babıali’de tanıştığı Kerim Sadi, Türkiye Komünist Partisi üyesi olan komşusu “Sarı” Mustafa Börklüce ve onun aracılığı ile tanıştığı şair Nâzım Hikmet gibi sosyalist aydınlarla arkadaşlığı sonucu sosyalist fikirler ile tanıştı.[1] 1934 ile 1936 arasında Yedigün ve Karikatür dergilerinde sekreterlik yaptı. Varlık ve Ses dergilerinde takma adlarla şiirler yayımladı, Karagöz gazetesinde başyazarlık, Tan’da yazı işleri müdürlüğü yaptı. İlk kitabı, 1936’da yayımladığı “Namık Kemal için diyorlar ki” adlı kitapçık oldu. Kitapçık, Namık Kemal hakkında yaptığı yedi soruluk ankete çeşitli şair ve yazarlar tarafından verilen yanıtlardan oluşmaktaydı.[2] Falih Rıfkı Atay, Vâlâ Nureddin, Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa, Ercüment Ekrem Talu, Sadettin Nüzhet Ergun, Kerim Sadi Cerrahoğlu, Dr. Fuad Sabit, Nâzım Hikmet, Hüseyin Avni Şanda ve Suat Derviş’in yanıtlarını ve Kemal Tahir’in onlar hakkındaki saptamalarını içeren kitapçık, edebiyat dünyasında geniş yankı buldu. 1937’de ikinci kitabı olan “Bir Çalgıcının Seyahatı” adlı romanı yayınlandı. Göl İnsanları'nı yayımladığı 1955 yılında bir köy romanı olan Sağırdere yayımlandı. Sağırdere ve onun devamı olan Körduman’da (1957) Çankırı'nın Yamören köyünden Mustafa’nın serüvenini merkez alarak köylünün sorunlarını, etik değerlerini, köyün ekonomik yapısını, tarih içindeki bağlarından koparmadan sergiledi. Mütareke dönemi İstanbul’unu konu alan Esir Şehrin İnsanları’ndan (1956) sonra yayımlanmış olan Körduman'ı, eşkiyalık olgusuna eğildiği Rahmet Yolları Kesti (1957), Çorum bölgesi insanlarını anlatan roman üçlemesinin ilk iki kitabı Yediçınar Yaylası (1958) ve Köyün Kamburu (1959) izledi. (Üçlemenin son kitabı, 1970'te yayımlanan Büyük Mal adlı romandır).
Bugün size Türk edebiyatının önemli isimlerinden Reşat Nuri Güntekin’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Reşat Nuri Güntekin (d. 25 Kasım 1889, İstanbul - ö. 7 Aralık 1956, Londra), Cumhuriyet dönemi edebiyatında önemli bir yeri olan Çalıkuşu, Yeşil Gece ve Anadolu Notları gibi eserlere imza atmış roman, öykü ve oyun yazarıdır. Müfettişlik görevi ile Anadolu’da gezdiği için Anadolu insanını yakından tanımıştır. Eserlerinde Anadolu’daki yaşamı ve toplumsal sorunları ele almış; insanı insan-çevre ilişkisi içinde yansıtmıştır.1889’da İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. Babası, askeri tabip Nuri Bey, annesi Kars valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’dır. Reşide adlı kız kardeşi çok genç yaşta hayatını kaybetti, tek çocuk olarak büyüdü. Babası askeri doktor olduğu için öğrenim hayatı boyunca birçok il gezen Reşat Nuri, ilköğrenimine Çanakkale’de başladı. Çocukluk yıllarında okuduğu Fatma Aliye Hanım’ın Udi isimli romanı hayatına iz bırakıp, sanata heveslendiren eserleri arasına girdi. Babasının Çanakkale’deki evlerinde zengin bir kütüphanesinin olması onu kitaplara iten ve yazı yazma kültürünün gelişmesini sağlayan bir araç oldu. İzmir’deki Frerler okulunda bir süre öğrenim gördükten sonra İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’nde öğrenim gördü. Yükseköğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde 1912’de tamamladı. Böylece öğrenim hayatını yirmi üç yaşında bitirmiş oldu.
Bugün size tarihteki en gizemli topluluklardan biri olan Sümerleri anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derlendim. Sümerler, MÖ 4000 - MÖ 2000 yılları arasında Irak’ın güneyinde (Güney Mezopotamya) yerleşik olan, medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölgedeki uygarlıktır. Dünyanın bilinen en eski uygarlığı kabul edilir. Mezopotamya’da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini Sümerler atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de ilk kez Mezopotamya’da Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Genel kanı Sümerlerin çağdaşı olan halklarla yakın etkileşim ve benzerliklerinin olduğu yönündedir. Sümer Devleti’nin, Sami olmayan izole bir topluluk tarafından kurulmuş olduğu kabul edilmektedir fakat Muazzez İlmiye Çığ gibi önemli bazı Sümerologlar, Sümerlilerin bir Türk halkı olduğunu kanıtlarla ortaya koymuşlardır. Günümüzde hâlâ tartışma konusu olan bu durum bilim çevrelerince tam olarak çözülememiştir. Mezopotamya’da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik gerekse de din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. “Yaratılış” ve “Tufan”a, ‘‘Emeş ve Enten’’e ilk kez Sümerlerde rastlanır. Yılbaşı ağacı süsleme, evlilik yüzüğü, nazar boncuğu da Sümerlerde görülmüştür. Sümer döneminde 21’i küçük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlar arasında Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur sayılabilir.
Tarihte gizemi hala çözülememiş önemli Ahit Sandığını bugün sizlere anlatacağım. Konuyu anlatırken bilgileri Wikipedia’dan derledim. Ahit Sandığı (İbranice: אָרוֹן הַבְּרִית, Modern: ‘Arōn Ha’brēt’, Tiberian: ‘ʾĀrôn Habbərîṯ’; Koinē Greek: Κιβωτός της διαθήκης) Musa Peygamber tarafından tanrı Yehova’nın emri ve tarifiyle akasya ağacından yapılmış ve dışı altınla kaplanmış; içerisinde Musa’nın On Emrinin yazılı olduğu iki taş tablet, Harun’un asası ve bir şişe de manna olduğu söylenen; Eski Ahitte detaylıca anlatılan, Kur’an-ı Kerim’de de bahsedilen kutsal bir nesnedir.
Bugün size Osmanlı tarihinde önemli olaylardan birisi olan Cem Sultan olayını anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Cem Sultan ya da Şehzade Cem (22 Aralık 1459, Edirne - 25 Şubat 1495, Napoli), II. Mehmed’in Çiçek Hatun’dan olma en küçük oğlu ve II. Bayezid’in küçük kardeşi. Ağabeyi II. Bayezid ile girdiği taht mücadelesiyle bilinir. 22 Aralık 1459 tarihinde Edirne Sarayı’nda doğdu. 3 Mayıs 1481’de Fatih Sultan Mehmed’in ölümü üzerine yeni padişahı belirlemek için Amasya’da bulunan en büyük şehzade Şehzade Bayezid’e ve Konya’da bulunan en küçük şehzade Şehzade Cem’e haberciler gönderildi. Veziriazam Karamanlı Mehmet Paşa, Şehzade Cem taraftarıydı ve bu yüzden sultanın vefatını bir süreliğine gizlemeye çalışmışsa da bunu başaramamıştı. Duruma kızan Yeniçeriler ayaklanıp sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa’yı öldürdüler ve Şehzade Bayezid’in, İstanbul’da bulunan oğlu Korkut’u saltanat naibi ilan ederek onu tahta çıkardılar. Ancak Cem Sultan’a gönderilen haberci, yolda Şehzade Bayezid’in kayınbabası ve Anadolu Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yakalandı ve öldürülmesi neticesinde Cem Sultan haberi aldığında iş işten geçmiş, en büyük destekçisi sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa da yeniçerilerin isyanıyla öldürülmüştü. Cem Sultan, babasının vefatını dört gün sonra öğrenebildi. Şehzade Bayezid, İstanbul’a varır varmaz devlet idaresini eline aldı.
Yunan filozof ve bilge Aristoteles’i anlatacağım bugün size. O dönemde gayet yaygın bir isim olan adının anlamı “en iyi amaç, gaye” olan Aristoteles’in hayatıyla ilgili bilgiler oldukça sınırlı ve Antik Çağ’dan günümüze kalan belgeler de oldukça spekülatif olan Aristo’nun MÖ 384 veya 385’te, günümüzde Athos tepesi olarak adlandırılan tepenin yakınlarında ufak bir Makedonya kenti olan Stageira’da, Makedonya kralı II. Amyntas’ın (Philippos’un babası) hekimi olan Nikomakhos’un oğlu olarak dünyaya geldiği düşünülmektedir. MÖ 367 veya 366’da 17-18 yaşında Platon’un Atina’daki akademisine girmesiyle Platon’un en parlak öğrencilerinden biri olan Aristo, Platon’un okulundayken okuma tutkusuyla tanındığı ve “okuyucu” lakabını edindiği söylenir. Helenistik dönemden önce felsefe daha çok karşılıklı konuşma ve tartışma biçiminde yapıldığı için Aristo’nun metinlere yönelmesi farklı bir etkinlik olarak görülmüş olabileceği gibi, bu lakap daha sonraki Aristo okurları tarafından Aristo’nun metinlerinin kendinden önceki filozoflara göndermelerle dolu olması nedeniyle verilmiş de olabilir. Bu dönemde hiçbiri günümüze bütünüyle kalmamış olan diyaloglarını yazmaya başladığı düşünülmektedir.
Bugün size Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu dönemde etkinliğiyle ön plana çıkan Hürrem Sultan’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Hürrem Sultan Avrupa’da bilinen adıyla La Rossa veya Roxelana; 1502–06, Rutenya – 15 Nisan 1558, İstanbul), Osmanlı İmparatorluğu’nun onuncu padişahı ve 89. İslam Halifesi I. Süleyman’ın nikâhlı eşi, sonraki padişah II. Selim ile Şehzade Mehmed, Mihrimah Sultan, Şehzade Abdullah, Şehzade Bayezid ve Şehzade Cihangir’in annesi, Haseki Sultan. Renkli hayatı ile efsaneleşmiş; entrikaları, zekası, cesareti ve ihtiraslarıyla ün salmış bir hanım sultandır. Hayatı romanlara, tiyatro oyunlarına, opera eserlerine konu olmuştur. Siyasette ve devlet işlerinde aktif rol oynayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda “kadınlar saltanatı” denilen devri başlattığı rivâyet edilir. Bunun yanında, Osmanlı tarihinin en güçlü ve en etkili kadın sultanlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Hürrem Sultan’ın saraya gelişi ve Kanuni ile tanışması hakkında kesin bilgiler yoktur. Şehzadeliği sırasında veya padişahlığının ilk senesinde Harem’e girdiği düşünülür. Hürrem Sultan saraya getirildiğinde I. Süleyman’nin Manisa valisi iken birlikte olduğu Mahidevran Sultan’dan Mustafa isimli bir oğlu vardı. Sarayın en nüfuzlu kadını padişahın annesi Ayşe Hafsa Sultan, ikinci derece nüfuzlu kadın Mahidevran Sultan idi. Hürrem, saraya girdikten sonra Kanuni ile ilişkisinden 1521’de Şehzade Mehmed dünyaya geldi ve böylece Hürrem Sultan saraydaki en nüfuzlu üçüncü kadın durumuna geldi. İki haseki arasındaki rekabet bir gün kavgaya dönüşmüştür. Hürrem Sultan bu kavgayı çeşitli entrikalarla lehine çevirmiştir. Pek çok yazara göre bu olaydan sonra gözden düşen Mahidevran Sultan, 1533’te Manisa Valiliği’ne atanan oğlu veliaht Şehzade Mustafa’nın yanına gönderildi ve Hürrem Sultan, onun yerini aldı. Nikâhla birlikte bir ilk gerçekleşir ve Dünya’nın en güçlü imparatorunun resmî karısıdır. Dolayısıysa padişah cariyelerine verilen Haseki unvanı, Haseki Sultan olarak değiştirilir ve dünyaca kutlanan bir törenle ilan edilir. Hürrem Sultan’ın sarayda pozisyonu Kanuni’nin nikâhlı eşi olması ile arttı ve bu olaydan sonra Mahidevran Sultan’dan daha yüksek bir mevki sahibi oldu. Hürrem Sultan, Şehzade Cihangir’in doğumundan sonra Kanuni ile görkemli bir düğün yapılarak evlendi ve aralarında resmî nikâh kıyıldı. Kesin tarihi belli olmamakla birlikte Haziran 1534’te veya daha erken gerçekleştiği düşünülen düğün, Hürrem Sultan’ı Kanuni’nin meşru eşi yapan, Osmanlı geleneklerine aykırı düşen çok önemli ve devrimci bir hareket olarak değerlendirilir. Bu nikâh ile Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde padişah tarafından uzun bir süre sonra nikâhlanan ilk cariye oldu. Mahidevran ile Hürrem Sultan arasındaki mücadelede Mahidevran Sultan’ı tuttuğu düşünülen ve oğlu üzerinde büyük nüfuzu olduğu söylenen Valide Hafsa Sultan’ın 1534 yılındaki ölümü ile Hürrem’in saraydaki etkisi daha da artmıştır ve Harem yönetimini eline almıştır. Fakat Valide Sultan’ın ölümünden sonra Mahidevran Sultan veliaht annesi olduğu ve Şehzade Mustafa’nın tahta çıkmasına kesin gözle bakıldığı için Valide Sultan’lığa hazırlanmaya başlamıştır.
Bugün sizlere Uygurları anlatacağım. Bigileri Wikipedia’dan derledim. Uygur Türkleri, Orta ile Doğu Asya’dan kaynaklanan ve kültürel olarak bu bölgelerle bağlı bir Türk azınlık etnik grubudur. Uygurlar Çin’in resmî olarak tanıdığı 55 etnik azınlıktan biridir. Çin’in kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Uygurların memleketi olarak tanınır. Bununla birlikte, Çin Hükûmeti, Uygurları yalnızca çok kültürlü bir ulusa (Zhonghua minzu) ait olan bölgesel bir azınlık olarak tanır ve Uygurların yerli bir halk olduğu yönündeki kavramı reddetmektedir. Uygurlar geleneksel olarak Tarım Havzası içerisindeki Taklamakan Çölü’nde bulunan vaha yerleşimlerinde yaşarlar. Bu bölge tarihî olarak Çin, Moğollar, Tibetliler ve farklı Türk devletleri dahil olmak üzere birçok farklı medeniyetin yönetimi altında olmuştur. Uygurlar 10. yüzyılda gitgide İslamlaşmaya başlamış, ve 16. yüzyılda Uygurların çoğu İslam dinini artık benimsemiş durumdaydı. Bu zamandan beri İslam, Uygur kültürü ve kimliğinde önemli bir rol oynamıştır. Sincan’daki Uygurların yaklaşık yüzde 80’inin hâlen Tarım Havzası’nda yaşadığı tahmin edilmektedir. Sincan Uygurlarının geri kalan kısmının çoğu ise tarihî Çungarya bölgesinde bulunan ve günümüz Sincan Uygur ÖB’nin başkenti olan Urumçi şehrinde yaşamaktadır. Çin sınırları içerisinde Sincan’ın dışındaki en büyük Uygur topluluğu Hunan Eyaleti’nin merkez kuzeyindeki Taoyuan İlçesinde bulunur. Orta Asya ülkelerinde, bilhassa Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da büyük Uygur diaspora toplulukları vardır; Dünya çapındaki birçok diğer ülkede de daha küçük Uygur diaspora topluluklarına rastlanabilir.20. yüzyılın başlarından bu yana özellikle günümüz Çin sınırları içerisinde yaşayan Uygurlar, kendilerini dinî ve etnik bir çatışmanın merkezinde bulmuşlardır. Uygur halkı resmî olarak Çin Ulusu’nun bir parçası olarak sayılsa da, birçok Uygur fiilen “Doğu Türkistan” diye bir devletin kurulmasını amaçlayan bir bağımsızlık hareketini desteklemektedir. Bir milyondan fazla Uygur’un 2015’ten beri Sincan yeniden eğitim kamplarında tutulduğu tahmin edilmiştir. Bu kamplar, Genel Sekreter Şi Cinping’in Hükûmeti altında kuruldu; kampların ana amacı ise ulusal ideolojiye uyum sağlamaktır. Çin’in Uygurlara yönelik muamelesini eleştirenler, Çin Hükûmeti’ni 21. yüzyılda Sincan’da bir Çinlileştirme politikasını yürütmekle suçlar ve bunu Uygurlara yönelik bir soykırım ya da etnosit olarak nitelendirirler. 2010 yılında yapılmış Çin Ulusal Nüfus Sayımı’na göre, Çin sınırları içerisinde toplam 10.071.394 Uygur vardır; Uygurlar böylece toplam Çin nüfusunun yaklaşık yüzde 0,76’ini oluşturur ve Çin’in en büyük beşinci etnik grubunu teşkil ederler. Aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi, Çin’deki Uygurların neredeyse tümü (yüzde 99’dan fazla) Çin’in kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşar. Çin’in birçok diğer eyaletinde 1.000 kişiyi aşan Uygur nüfusları vardır. Ayrıca Nüfus Sayımı’nın yapıldığı sırada Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nda aktif hizmette bulunan 2 bin 048 Uygur vardı.
Bugün size milyonları peşinden sürükleyen futbolun tarihini anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. FIFA, futbola benzeyen ve bilimsel kanıtlara sahip olan ilk oyunun, MÖ 300-200 yıllarında Çin’de askerî eğitim amacıyla oynanan cujuya dayandığını belirtmektedir. Kıl ve tüyle doldurulmuş deriden yapılan bir topun, iki bambu kamışıyla sabitlenen 30–40 cm yüksekliğindeki bir kaleye sokulmasını amaçlayan bu oyunda; topa el ve kollar dışındaki her yerle temas etmek mümkündü. Birkaç yüzyıl sonra Japonya’da, cujudan izler taşıyan ve varlığına ilk kez 644 yılında rastlanan kemari adlı oyun ortaya çıktı. Cujunun aksine rekabete dayalı olmayan kemaride amaç, dairesel bir alan içerisinde yer alan oyuncuların topa ayaklarıyla vurarak topu yere düşürmeden birbirine göndermesine dayanmaktaydı. Avrupa’da ise futbola benzer bilinen ilk oyun, Antik Yunanistan’da oynanan episkiros adlı oyundur. Vücudun her yeriyle temasın serbest olduğu oyunda oyuncular iki takıma ayrılmakta ve her takım oyuncuları, topu paslaşarak veya atarak rakip takıma ait alanın sonunda yer alan çizgiden geçirmeye çalışmaktaydı. Bu oyunun bir benzeri daha sonraları Roma İmparatorluğu döneminde harpastum adıyla oynandı.
Bugün size bilgi toplumu hakkında bilgi vereceğim. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Ekonominin genelde bağlı olduğu alan tarih boyunca, zaman ilerledikçe değişiklik göstermiştir. Yerleşik hayata geçilmesiyle başlayıp gelişen tarım etkinlikleri “Tarım Toplumu”nu doğurmuş; makineleşme, fabrikalaşma gibi gelişmelerle, yani sanayi devrimi ile birlikte de “Sanayi Toplumu” kavramı ortaya çıkmıştır. Son dönemlerde hızla gelişen bilgi ve iletişim teknolojileri ise “Bilgi Toplumu” kavramının varlığına sebebiyet vermiştir. Bilgi sektörünün ürünü olan mallar arasında bilgisayarlar, elektronik araçlar, elektronik haberleşme, reklam, eğitim, iletişimi geliştirme araştırmaları ve hizmetleri, sigortacılık, danışmanlık araştırma-geliştirme firmaları yer almaktaydı. ABD’nin 1977 yılındaki mali gelirinin yaklaşık yarısı bu sektörden elde ediliyordu. Bu nedenle yeni doğan bu toplumsal yapıya değişik adlar verilmiştir. Örneğin, Masuda ve Porat “Bilgi Toplumu” şeklinde bir adlandırma yapmıştır.
Bugün size yazı ve yazının tarihi hakkında bilgi vereceğim. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Yazı, belirli işaretler kullanılarak kişiler arasında görsel tabanlı iletişim kurulmasını sağlayan bir araçtır. Yazı sistemi, dilbilgisi ve anlambilimde olduğu gibi konuşma ile aynı yapılara dayanan, ancak her kültüre özgü yazım sistemine bağlı ek kısıtlamalara ve kurallara sahip bir teknoloji biçimidir. Yazma faaliyetinin sonucu çıkan ürün metin, bu metnin yorumlayıcısı veya gözlemleyicisi ise okur veya okuyucu olarak adlandırılır. Yazı, sıklıkla, bir dildeki sözleri temsil eden semboller sistemi olarak tarif edilir. Tüm diller bir yazı sistemi kullanmasa da, yazı sistemine sahip olanlar, mekan boyunca iletilebilen (örneğin yazışma) ve zaman içinde depolanabilen (örneğin, kütüphaneler) kalıcı konuşma biçimlerinin yaratılmasını sağlayarak konuşma dilinin kapasitelerini tamamlayabilir ve genişletebilir. Ayrıca, yazma etkinliğinin, insanların düşüncelerini üzerinde düşünmek ve potansiyel olarak üzerinde yeniden çalışmasını sağlamak için dışarı aktarılmasına izin verdiği için, bilgiyi dönüştürücü ve genişletici etkilere sahip olabileceği de gözlemlenmiştir. Hem konuşma hem de yazma bir dilin yapısal özelliklerine bağımlıdır. Bunun bir sonucu olarak belirli bir dildeki yazı, o dilin oral (konuşulan) formunun yapısal özelliklerine aşina olmayan bir kimse tarafından okunamaz. Bununla birlikte yazı sadece sözlerin kağıda dökülmesi değildir; bazen dilin edebî veya bilimsel kullanımlarından doğan çeşitli özel formlarının da sembole dönüştürülmesidir ki bunlar her zaman sözlü olarak ifade edilemeyebilirler. Aynı dili konuşan bir toplumda, yazılı dil aynı zamanda özel bir diyalekttir ve genellikle birden fazla sayıda yazılı diyalekt vardır. Akademisyenler bunu yazının konuşmadan ziyade dil ile ilişkili olmasına bağlarlar. Bunun bir sonucu olarak sözlü ve yazılı dil birbirlerinden farklı biçim ve fonksiyonlara sahip olacak şekilde evrimleşebilir.
Bugün size İyonyalılar dönemini anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. İyonya, Anadolu'da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ'da verilen addır. Dor istilası sonucu Yunanistan'dan kaçan Akalar tarafından Milet, Efes, Foça ve İzmir çevresinde kurulmuşlardır. Dünyanın yedi harikası arasında gösterilen Efes Artemis Tapınağı İyonlar döneminde inşa edilmiştir.
Bugün sizlere Marshall Planı’nı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.
Tarihte önemli bir yeri olan Çaka Bey’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Çaka Bey Selçuklu komutanı ve denizcisidir. 1071’deki Malazgirt Meydan Muharebesi’nin ardından Selçukluların Anadolu coğrafyasına yayıldıkları dönemde Smirni merkezli bağımsız bir beylik kurmuştur. Türk tarihinin ilk donanmasını oluşturduğu için tarihteki ilk Türk amirali olarak kabul edilmektedir. 1071 yılı sonrasında Anadolu’ya yapılan Selçuklu akınlarına katılan ve 1078 civarında Bizans İmparatorluğu’na esir düşen Çaka Bey, İmparator III. Nikiforos’un dikkatini çekerek protonobilissimus unvanıyla saraya alındı. 1081’de I. Aleksios’un imparator olmasıyla, kendisine verilen unvan ve ayrıcalıkların geri alınması sebebiyle saraydan ayrıldı. Aynı yıl, İzmir tarihindeki ilk Türk hâkimiyetini sağladı. Bir müddet sonra sınırlarını genişleterek Ege Denizi’ndeki bazı adalar ile denizin kıyı şeridindeki bazı yerlerde hâkimiyet kurdu. 1092 yılı civarında, Abidos’u kuşattı, fakat Bizans İmparatoru I. Aleksios’un Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ı kışkırtması üzerine Kılıç Arslan tarafından öldürüldü ve kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı.
Bugün size tarihte önemli bir yeri olan Maraton Muharebesi’ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Maraton Muharebesi, Yunanistan’a birinci Pers saldırısı sırasında, MÖ 490 yılında Platea’dan gelen destek birliğiyle takviye edilmiş Atina kuvvetleri ile General Datis komutasındaki Ahameniş Ordusu arasında Maraton Ovası’nda gerçekleşen bir muharebe. Muharebe, I. Darius’un Yunan kent devletlerine, özellikle de Atina ve Sparta’ya boyun eğdirme yönündeki askeri girişiminin doruk noktası sayılmaktadır. Yunanistan’a İlk Pers Saldırısı, Batı Anadolu’daki İyon kent devletlerinin Pers hakimiyetini yıkmak için giriştikleri İyon Ayaklanması’nı, Atina ve Eretria’nın askeri olarak desteklenmesine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Atina ve Eretria birlikleri, İyon kuvvetleriyle birlikte Sard’ın aşağı kentini ele geçirmeyi ve yakmayı başardılar. Ancak geri çekilirken Efes yakınlarında muharebeye girmeye zorlandılar ve Efes Muharebesi’nde ağır kayıplarla bozguna uğradılar. Bu baskın tarzı sefer yüzünden I. Darius Atina ve Eretria’yı yakıp yıkmaya yemin etmiştir. Bu sıralarda Atina ve Sparta, Antik Yunanistan’daki en büyük iki kent devletiydi.
Rus Çar II. Nikolay ve o dönemin tarihin anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. II. Nikolay ya da Nikolay Aleksandroviç Romanov (18 Mayıs 1868 – 17 Temmuz 1918) Romanov hanedanına mensup tüm Rusya İmparatoru, Polonya Çarı ve Finlandiya Büyük Prensi (1 Kasım 1894-15 Mart 1917), Albay (1892); buna ek olarak, İngiliz Filo Amirali (10 Haziran 1908) ve İngiliz Ordusu Saha Mareşali (31 Aralık 1915) idi.
Saltanatı sırasında Rus İmparatorluğu, dünyanın önde gelen büyük güçlerinden biriydi ancak ekonomik ve askeri çöküşe geçti. Sovyet tarihçiler tarafından verdiği kararlar sebebiyle askeri yenilgilere ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan zayıf ve beceriksiz bir lider olduğu ifade edildi. Batılı tarihçiler ise genel anlamda II. Nikolay’ı Sovyet sistemiyle eşdeğer gördü.
Nikolai Tolstoy “Çar’ın rejimi hakkında birçok kötü şey vardı, ama otokrasiyi miras aldı, eylemleri şimdi perspektifte ve Sovyetler tarafından işlenen korkunç suçlarla karşılaştırıldığında görülüyor” ifadelerini kullandı.
İmparator olarak Nikolay, üst düzey yardımcılar Sergey Vitte ve Pyotr Stolypin tarafından teşvik edilen ekonomik ve politik reformlara sınırlı destek verdi, ancak güçlü aristokrat muhalefet bunların tamamen etkili olmasını engelledi. Dış kredilere ve Fransa ile yakın ilişkilere dayanan modernleşmeyi destekledi, ancak yeni parlamentoya (Duma) büyük roller vermeye
Dünya edebiyatında önemli bir yeri olan Germinal’i anlatacağım bugün. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Germinal, genellikle Émile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının en iyi romanlarından biri olarak gösterilir. Roman, 1860’larda kuzey Fransa’da, uzlaşmaya yanaşmayan maden işçilerinin şiddetli ve gerçek grev öyküsünü konu alır. Germinal’in, yüzün üzerinde ülkede orijinali ve çevirileri yayınlanmıştır. Ayrıca eser beş sinema uyarlaması ve iki televizyon yapımına ilham kaynağı olmuştur. Germinal, Latince’de tohum, tomurcuk, filiz anlamına gelen germen sözcüğünden türemiş Fransızca bir sözcüktür, Fransız Cumhuriyetçi takviminin 7. ayı anlamına gelir. Romanın birincil karakteri, Zola’nın 1877’de yazdığı Meyhane (L’Assommoir) romanında da adı geçen, genç göçebe bir işçi olan Etienne Lantier, hayatını kazanmak için korkutucu bir maden şehri olan kuzey Fransa’daki Montsou’ya gelir. Önceki işi makinist şefliğinden kovulmuş olan Etienne orada kıdemli madenci Maheu ile arkadaş olur, sonrasında bu arkadaşlık ona kalacak bir yer ve madende kömür arabası iterek para kazanabileceği bir iş bulmasında yardımcı olur. Etienne çalışkan, idealist ancak narin bir genç portresi çizer. Ayrıca atalarından ona dikbaşlı, etkileyici ve içki etkisindeyken nefretten patlayabilme veya tutkulu hareket edebilme kabiliyetinin miras kaldığı inancına sahiptir. Zola kendi kuramlaştırmalarını arka planda yapmaya devam eder ve bunun bir sonucu olarak Etienne’in davranışları tamamen doğallık kazanır. Öyle ki Etienne, çokça aşırı sol görüşlü kitaplar okuyarak ve anarşist Rus göçmen işçi Souvarine –ki o da madenin dibinde hayatını kazanabilmek için Montsou’ya gelmiştir– ile sıkı dostluk kurarak sosyalist prensiplere kucak açar. Etienne’in sosyalist fikirleri basitçe algılaması ve bunun ondaki heyecan verici etkisi serinin ilk kitabı La Fortune des Rougon’daki Silveré direnişini andırır. Bütün bunların yanında Etienne, Maheu’nün kendisi gibi madende çalışan kızı Catherine’e aşık olur ve bu durum onu Catherine’in kaba sevgilisi Chaval ile ilişkisinin içine çeker. Chaval, Zola’nın daha sonraki romanı La Terre’deki Buteau’nün prototipidir. Maden işçilerinin hayatlarındaki karmaşıklık, çektikleri ciddi sefalet ve zulüm, onların roman boyunca yaşam şartlarının daha da kötüleşmesi bunun sonucunda patlak veren romanın kırılma noktası Etienne’in liderlik ettiği grevle gözler önüne koyulur. Souvarine’in zarar vermeye yönelik, yıkıcı girişim taleplerine rağmen madencilerin ve ailelerinin kendilerini geri çeken tutumu, yoksulluklarının daha da artmasına ve dehşet verici boyutlara ulaşmasına sebep olmuş; ani bir kıvılcımla ortaya çıkan, Zola’nın bütün çıplaklığıyla ortaya döktüğü ve belleklere kazınacak şekilde tasvir ettiği kalabalık sahneleri içeren acımasız başkaldırıları, romanın grev başlangıcından itibaren o ana kadarki bütün ağır ilerleyişini bir anda tepetaklak etmiş ve akışı romanın sonuna kadar aynı hızda tutabilmiştir. Zola’nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde toplanan işçiler “Germinal! Germinal!” diye haykırdılar. O zamandan itibaren kitap, işçi sınıfını temsil eder konuma gelmiş ve Fransız madencileri kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur. Zola her zaman Germinal eserinden çokça gurur duymuştur ve çok ciddi bir şekilde muhafazakâr kesimden gelen abartı eleştirileri ile sosyalist kesimden gelen işçi sınıfını kötülediği eleştirilerine karşı göğüs germiştir.
Anadolu beyliklerinden biri olan Menteşeoğulları Beyliği’ni anlatacağım bugün. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Menteşeoğulları Beyliği (kısaca Menteş Beyliği olarak da anılır) Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde Güneybatı Anadolu’da kurulmuş bir Türk beyliğidir. Sınırları aşağı yukarı bugünkü Muğla iline denk gelen bu beyliğin hakimiyeti, 13. yüzyılın ortalarından 15. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Diğer Anadolu Beylikleri gibi Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girdi. Muğla ili Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar Menteşe vilayeti olarak anıldı.
Bugün sizlere Fütürizm’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Fütürizm (Gelecekçilik), 20. yüzyılın başlarında (özellikle 1909 ile 1920 arasında) İtalya’da ortaya çıkmış, modern sanat ve toplumsal hareketlerin akımıdır. Fütürizm akımını takip edenler her türlü sanat alanında; özellikle resim, heykel, seramik, grafik tasarım, iç mimarlık, sanayi ürünleri tasarımı, edebiyat, müzik, tiyatro, film, tekstil, moda, mimarlık ve gastronomi alanında eserler vermişlerdir. Genel olarak fütürizm, büyük bir İtalyan fenomenidir. İtalyan fütüristlerinin başında gelen sanatçılar, Filippo Tommaso Marinetti, Umberto Boccioni, Carlo Carrà, Gino Severini, Giacomo Balla, Antonio Sant’Elia, Bruno Munarı, Benedetta Cappa ve Luigi Russolo’dur; ancak o dönemde, başta Rusya’da Natalia Göncharova, Velimir Hlebnikov, İgor Severyanin, David Burliuk, Aleksei Kruenykh, Vladimir Mayakovski, Portekiz’de Almada Negreiro, İngiltere’de Vortisizm gibi daha birçok ülkede, fütürizme paralel yönde sanat hareketleri ortaya çıkmıştır. Bu akımın temel amaçları; geçmişteki estetik değerleri ve gelenekleri bütünüyle reddetmek, dünyanın geleceğinin “Modernlik” olduğunu savunmak, ülkeleri (özellikle İtalya’yı) geçmişin ağırlığından ayırıp modernleştirmek ve özellikle “Şehirleşmiş Medeniyet”, “Makineleşme” ve “Sürat” kavramlarını toplumsal hayatta bir temel hale getirmektir.