Sayfa Yükleniyor...
“Özgürlük yürümekse, açılmamış belirsiz yollarda yürümektir, Yürünmemiş yol, yol değildir”
ORUÇ OUROBA
Postmodern toplumlarda yaşayan bireylerin; kent hayatının getirdiği stres ve sıkıntılar, her gün bir yerlere yetişme telaşı, hıza ve zamana karşı yarışı, aynı şeyleri tekrar eden, sıradanlaşmış, tekdüze yaşamlara mahkum olmaktayız. Büyük şehirlerde trafik kalabalığı, işe yetişme kaygısı, gürültü, karmaşa ile sürekli hızlı bir yaşam içerisinde keyif alabildiğimiz işlere zaman ayıramıyoruz. Zamanımız olsa bile her yerin beton yığını ve AVM olduğu şehir yaşamında; dinlenip sakince nefes alabileceğimiz doğal yaşam alanları neredeyse hiç yok. Doğadan uzaklaştıkça kendimize ve çevremize de yabancılaşıyoruz. Doğada her şey sizinle konuşur, sizi selamlar, sizden ilgi ister: ağaçlar, çiçekler, rüzgârın iniltisi, derelerin sesi, böceklerin vızıltısı...
Yaklaşık üç ay süren, evlerde kaldığımız karantina döneminde, en çok özlediğimiz eylemlerden biri yürümektir. Yürümek hareket demektir, kalp daha hızlı ve güçlü atar, kan dolaşımı hızlanır. Yürüdüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz dinginleşir, sakinleşir ve kendimizi iyi hissederiz. Gün boyunca takip ettiğimiz vaka ve ölüm haberleri, maske, sosyal mesafe, resmi açıklamalar, radikal belirsizlikler yaşamımızın bir parçası oldu. Haberler birbirleriyle yer değiştirir, birbirlerine karışır, birbirlerini tekrar eder ve sonra unutulur. Yürümeye başladığımızda ise gün boyunca yaşanan sıkıntılar, gürültü patırtı gider. Kafamızda ki lüzumsuz şeyleri boşaltırız. Kendi muhasebemizi yaparız. Yürümek, ya dinleyerek ya da düşüncelere dalarak geçirdiğim, kendime ait bir zaman dilimidir. Uzun bir zamandan sonra yürüyüşe çıktığımızda adeta dizlerimizde ki düğüm çözülür, hafifleriz, bir adım önde bir adım arkada, kendimizi öylece yürüyüşün ritmine bırakırız. Birkaç gün, birkaç hafta kırlarda uzun yürüyüşlere, yollara çıkanlar bilir; yolda alışkanlıklarımızı, ilişkilerimizi, kimliklerimizi, tedirginliğimizi hep geride bırakırız. Ruh, bedenin tanığıdır. Bedenin ritmini izlemesi, onun gücüne eşlik etmesi gerekir. Uzun yürüyüşlerde, dik yokuşlarda bedenin ağırlığını dizlerimizde hissettiğimizde kendimizle konuşuruz: Hadi, yapabilirsin, devam et gibi kelimelerle kendimizi motive ederiz. Frederic Gros’un “Yürümenin Felsefesi” kitabı, yürüme hareketini çok farklı boyutlarıyla, felsefi derinlik içerisinde inceliyor. Yazar Gros, Paris- Est Creteil Üniversitesi ve Siyaset Çalışmaları Enstitüsü’nde felsefe profesörüdür. Aynı zamanda Fransız düşünür Michel Foucault’ nun College de France’ ta ki son derslerinin editörüdür. Kitap, Nietzche, Gandi, Rimbaud, Rousseau, Nerval gibi düşünürlerin yürüyüş ile kurdukları ilişkiyi, yaşamlarına olan bakışlarını, eserlerini üretirken fikir aşamasında saatlerce uzun yürüyüşlerde bulunduklarını detaylı bir şekilde anlatıyor. Kitabın başında, yürümek sadece spor değildir diye başlıyor. Spor da kurallar, sıra, zamanlama, teknik, puan, vb. gibi terimler var. Yürümek için bunlara gerek yok. İki ayağımızın olması yeterli.
“Yürümenin Felsefesi” kitabında şöyle der: Bazı kitaplar dağların ışığını, denizin güneşli pırıltılarını yansıtır. Nietzche de yürürken düşünen; düşünürken yürüyen, gökyüzüyle, denizle yüz yüze olan hareket halindeki bedenin tasavvurunda uyandırdığı her şeyi karalayarak yazan bir düşünürdü. Gros, yürümek ve ilerlemek için öfke gerekir der. Gandi’nin Emperyalizme karşı mücadelesinde gösterdiği ‘sivil itaatsizlik’ ve ‘yürüme ‘eylemi direnişinin sembolüdür. Yazar Rimbaud, yaşamını çöllerle dağlarda, Aden ile Harar arasında geçen on yıllık döneminde bir coşku nidası, bir nevi öfkeli neşe mevcuttur. Rousseau’nun ikinci söylevini, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kökenini yazdığı dönemde, yürür, çalışır, keşfeder. Her gün yalnız başına düzenli olarak yürür.
“Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğinde durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek. Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa gelmeden yol yürümek ve yürüyüşün sonunda hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı” Jean Jacques Rousseau