Sayfa Yükleniyor...
Beş buçuk saatlik bir yolculuktan sonra (Kazakistan saatiyle) sabah saat beş sularında karla kaplı Almati hava alanına uçak indi. Terminal binasında kimlik kontrolü gibi rutin işleri tamamladıktan sonra neyle nasıl karşılanacağımızın heyecanıyla dışarıya çıktık. Eksi on beş derecede yurt dışından (Türkiye’den) gelen yolcuları karşılamak için ellerinde isimler yazılı kağıtla bekleyenler meraklı gözlerle terminal binasından çıkanlara bakıyordu. İsmimizin yazılı olduğu kâğıtla bekleyen Kazak gencini görünce, bekleniliyor olmanın rahatlığı hepimizin yüzüne düştü. Bizi bekleyen genç valizleri aldı; bana ve heyette bulunan arkadaşlar el işaretiyle kendisini takip etmemizi istedi. Jiple otuz kırk kilometrelik bir yolculuktan sonra şehir merkezine ve kalacağımız yere “Jas-ay” akupunktur merkezine geldik. Merkez Almati’nin ünlü bir sağlık merkezi olduğunu biz sonradan öğrendik.
Akupunktur merkezindeki görevli bayan çok sıcak karşıladı, bizim için ayrılan odalara yerleştik. Etkinliğe gideceğimiz için sekize kadar dinlenmemiz gerektiğini, kahvaltıdan sonra etkinliğin yapılacağı yere götürüleceğimizi söyledi.
Bizi hava alanından alan şoför kahvaltıdan sonra aynı araçla etkinliğin yapılacağı şehir merkezine, şair, yazar Muhtar Avezo’un Kültür Evi’ ne götürdü. Muhtar Avezov’un evinin olduğu sokak ve evin bahçesindeki yüzyıllık ağaçlar onun insan sevgisine yakışır olgunlukta büyümüş, her tarafa kol kanat germiş, dallarındaki beyaz örtüyle büyüleyici bir güzellikte. Dışarıdan bakılınca bir villa izlenimi veren Muhtar Avezov’un konutunun bahçesinde, konuttan başka tek katlı bir başka yapı, yapının içinde yazara ait eşyalar, Kazakistan’a ait eserlerin sergilendiği küçük bir etnografya müzesi, müzenin bitişiğinde, etkinliğin yapılacağı salon. Salonun duvarları Kazakistan’ın ünlü şair ve düşünürlerine ait yazı ve resimlerle süslenmiş; sahne arkasında ki duvarda ise Muhtar Avezov’un taştan yapılmış kabartma maskı heybetiyle gelenleri karşılıyordu. Kar ve soğuk olmasına rağmen yüz kişilik salon; öğrenci, akademisyen ve edebiyat çevresinden insanlarla doldu.
Programın yöneticisi, Islam Jemeney ilerleyen saatlerinde programa ara verdi. Etnografya müzesinin girişine düzenlenen masalara hazırlanan aparatif yiyecekler konuklara çay eşliğinde ikram edildi. Dışarının soğuk havasına rağmen içilen çaylar ve o çayların güzelliği kadar hoş sohbetler biz konukların içini ısıttı. Bu ikram sırsında birkaç özel anımı da burada anlatmaktan geçemeyeceğim. Prof. Ahmet Dağduran (Türk Halkları Medeniyeti Vakfı Başkanı) elindeki, pastırmaya benzer eti tatmam için uzattı. At eti olduğu kaygısıyla önce çekindim. O çekingenliğimi fırsat bilip, “et, et” diye ısrarıyla yemek zorunda kaldım. Çemeni olmayan pastırmaya benzer kendine özgü bir tadı vardı. Bunu fırsat bilen Islam Jemeney de aynı şekilde ısrarcı olunca onu da almak zorunda kaldım. Sonra da o yediğim etlerin at etinden yapılan kazkarta, olduğunu söylediler.
Fuzuli’ye sormuşlar, “Sevmek mi güzel sevilmek mi?” O da “Sevmek” demiş. “Çünkü hiç kimse sevildiğinden emin olamaz ama sevdiğinden emindir.”
Seni seviyorum demek bir cümle değil, aynı zamanda o cümlenin altında yatan duyguları, düşünceleri, umutları, hayalleri de paylaşabilmektir. Sevgi, kusurları görmezden gelmek değil, onları kabul ederek birlikte büyümeye çalışmaktır. Her şeye rağmen, yan yana olabilmek birlikte yapılan uzun bir yolculuktur sevgi. Yolculuk inişli çıkışlı olabilir, ancak önemli olan birlikte yürümeye devam ederken yeni şeyler keşfetmek, büyürken değişmektir.
Sevgi insanları birleştirir, farklılıkları ortadan kaldırır, umutları yeşertir, paylaştıkça çoğalır, verdikçe artar. Sevgi, kolay değil ancak çok değerlidir, dolaysıyla sonsuzdur.
Sevgililer Günü’nün çıkışıyla ilgili birçok söylenti var. İnternette bir arama yaptığınızda karşınıza birbirinden farklı tarihler çıkar. Bu varsayımların ne derece doğru olduğu konusunda insan us’una şüpheler gelmekte. Aziz Valentine’nin idam edildiği gün, M.S. 969’da Papa Gelasius tarafından Aziz Valetine Günü, Valentine’s Day veya Sevgililer Günü olarak ilan edilmiş.
14.
Çocuk yazınında, yazıya geçildikten sonra, ilk olarak halk ağzındaki sözlü ürünlerin derlenmesiyle işe başlandı. Matbaanın icadıyla başlayan “Aydınlanma Çağı”nda İngiltere ve Fransa başta olmak üzere her alanda olduğu gibi bu alanda da ortaya yeni çalışmalar çıktı.
Türkiye’de çocuk edebiyatının gelişimi; sözlü edebiyatımızdaki masal, bilmece, tekerleme, Nasreddin Hoca fıkraları, atasözlerinin evlerde çocuklara anlatılması, topluma açık yerlerde Karagöz Hacivat, Meddah gösterileri eğitim ve eğlence olarak sunulması batıyla benzerlikler taşır. Tanzimat dönemi Türk Çocuk Edebiyatının da başlangıcı sayılır (1839). Önceleri, çocukları eğlendirmek amacıyla çocuk hikâyeleri, fabl çevirileri, kısa hayvan öyküler yazılırken Milli Edebiyatla devam eden ve Cumhuriyet döneminden itibaren pek çok yazar ve şair de çocuklar için kitap yazmaya başladı.
Ülkemizde çocuk edebiyatının gelişmesi batıdaki sözlü edebiyatın gelişmesiyle paralellik arz eder. Matbaanın icadı, matbaanın ülkemize gelmesiyle diğerlerinde olduğu gibi çocuk kitaplarında da kendini gösterdi; ancak, bu gelişme çocuk edebiyatını didaktizimden 19. yüzyıla kadar kurtaramadı. 19. yüzyıldan sonra çocuk edebiyatının uzmanlık işi olduğu anlaşıldı, bu iş uzmanları tarafından yapıldı. Türkiye’de de yetmişli yıllardan sonra daha başarılı ve içinde çocuk olan eserler yazılmaya başlandı.
Aile planlamasının olmadığı doğum ve çocuk ölümü sayısının çok olduğu toplumlarda ya da sanayi öncesi toplumların geçmişini irdeleyerek ana-baba çocuk ilişkilerinin kötü olduğunu söylemek doğru olmaz; çünkü günümüzde bile bazı toplumlarda aileden gelen baskılarla cinsel ve eğitsel olarak karartılmış çocukların çocukluklarının cehenneme dönüştüğü unutulmamalı.
1980 sonrası küreselleşme sürecinde oluşmaya başlayan çocukluk ve çocuk farklılıklarının öne çıktığı bir anlayışla toplumsal değerler yerine, bireyci değerlerle çocuğun toplumsallaştırılması yönünde çalışmalar ivme kazandı.
Hangi kültürde, uygarlıkta, kılanda, kabilede olursa olsun “Çocuk ve Çocukluk” kavramı belli bir gelişme dönemini kapsayan önemli bir süreçtir. Bu süreçte bireyin, ilerde üretken bir zekâya sahip olabilmesi için geniş bir hayal gücüyle beslenmeli ve donatılmalıdır. Bu da ancak çocuğun sözcük haznesinin çokluğuyla mümkündür. Zira kişinin hayal gücü, kullandığı sözcük sayısıyla doğru orantılıdır. Çocuğa sözcük haznesini geliştireceği olanaklar bebekliğinden itibaren sağlanmalı. Yazar, şair, ressam, yontucu, müzisyen hangi sanat dalıyla ilgileniyorsanız, çocuğa hitap eden çocuk için yapacakları çalışmada onun bireysel gelişime yönelik profesyonel çalışmaları ile mümkün olacaktır.
Çocuklar sanıldığı gibi güçsüz, etkisiz elaman hiçbir zaman olmamıştır. Toplumlarda her ana baba çocuklarının çocukluk döneminde yasal ve ekonomik olarak onlara söz geçirme yetkisine sahiptir, çocuklar da bedensel ve ekonomik olarak onlara bağımlı; ama çocuklar da yetişkinlerin isteklerine karşı bireysel tepkilerle onların davranışlarını, yaşayışlarını etkileyip kendi farklılıklarını ortaya koyma iradesinde olduğu unutulmamalıdır.
Ne yazacaksın, nasıl yazacaksın, neyi, niçin, kimin için yazacaksın? Bir şekilde başlamak gerekir. Başlamak bitirmenin yarısı derler... Yazmak, okumak için o kadar konu, o kadar çok neden var ki, saymakla bitmez.
Okur yazar olmayan diplomalıların her gün arttığı bir ülkede gazete çıkarmak takdir edilmeyi değer. Çünkü diplomalıların, diplomasız okur yazarların çoğunluğu okumaz. Böyle bir genelleme yapmak ne derece doğru onu tartışmak istemiyorum. Bunları söylemek için araştırma yapmaya gerek yok. Birkaç örnek vermek gerekirse aydınlatıcı olur sanırım. Ülkemizde kitap dergi okuma oranı yüzde dört, gazete okuma yüzde yirmi iki, televizyon seyretme oranı yüzde 95’tir. Ders kitapları hariç dünyada basılan kitap sayıları ABD’de 72000, Almanya’da 65000, Rusya’da 58000, İngiltere’de 48000, Brezilya’da 13000, bizde ise 6031. Eğitim Sen’in bir araştırmasına göre de öğretmenlerin yüzde sekizi hiç kitap okumuyor, yüzde yirmi sekizi ayda bir kitap okuyor, yüzde otuz dokuzu bilgi vermiyor.
Ülke çapında gazetelerin baskı sayısı, kitap, dergi sayısı ortada… Bu güçlükleri bile bile gazete çıkaranları, kitap, dergi yayımlayanları, bu işe soyunanları kutlamak gerekir.
Niçin az okuyoruz ya da okumuyoruz sorusu hayatımızda sık karşılaştıklarımızdan. Herkes farklı şeyler söyleyebilir. Bunun için onlarca neden üretilir. Ekonomik anlamada her gün bir gazete alabilecek güçte olmadığınızı söyleyebilirsiniz. Kitapların pahalı olduğundan söz açabilirsiniz. Onca televizyon kanalı varken kitaba gazeteye gerek var mı? Her şey televizyonlarda var diyebilirsiniz. Yorumları, analizleri sosyal medyadan takip ediyor olabilirsiniz. Gazeteye neden para vereceğim internet gazeteciliğini takip ediyorum diyebilirsiniz. Çok farklı şeyler söyleyebilirsiniz ve bu bahaneleri çoğaltmak olası.
İnsanlar iyi şeylere layık, olmalı da... Tüketici toplumu olduğumuz bu ülkede herkesin elinde bilmem kaç liralık telefon. Sigara tüketiminde dünyada 30’uncu sırada olduğumuz gerçeği var. Kişi başı yıllık 88 paket sigara tüketimiyle Avrupa’da 13’üncü sırada yer alan Türkiye’de, yıllık sigara tüketim yedi milyar paketin üzerinde.
Ortalama olarak gazete, dergi, kitap ederi belli. Kullandığımız sigara ve telefonların ederi de belli. Okumamayı ekonomik sorunlara bağlamanın doğru olmadığı kanısındayım. Yuvarlak hesapla iki sigara bir kitap ya da bir sigara yedi gazete almak demek.
Ekonomik koşullar insanların hayatlarını zorluyor olması, bazı zorunlu gereksinimlerinden vazgeçiyor olmanız, hiçbiri okumaya engel değil. İstersek buna bir yol bulabiliriz. Bu nedenlerin içine televizyon programlarını da eklemek gerekir. Televizyon programlarını da izlemeliyiz ama bunların hiçbiri okumamak için neden olmamalı. Bazı alışkanlıklar kazanmak için, emek ve zaman gerekir.
Anne babaların serzenişi, çocuklarının kitap, gazete okumadığı yönündedir. Okur-yazarlıktan söz açıldığı zaman ilk iş çocukları şikâyet etmek. Bu şikâyetler en çok da okul önlerinde çocuklarını bekleyen anne-babalar arasında ya da veli toplantısında şikayetler, ayyuka çıkar. Serzenişte bulunanlar, bir zaman kendilerinin de okumadığını unutmuşa benzerler. Unutulmamalı ki armut dibine düşer. Çocuklar davranışlarını büyüklerini örnek alıyor olmasınlar. Okumayan bir kuşaktan, okumayan başka bir kuşak yaratıldığı unutulmamalı. Elbette bunun çok basit önlemlerle çözümü var. Bir zamanlar bu ülkede garlarda kitaplıklar olduğu, eşekle seyyar kütüphanecilik yapan insanların olduğu unutulmamalı.
Mart ayının son haftası kütüphane haftası olarak okullarda, kütüphanelerde kutlanır… Kutlamalar için birçok etkinlikler düzenlenir. Yazarlar davet edilir… Okumayla, kitapla ilgili söyleşiler yapılır, kütüphane hizmetlerine yönelik bilgiler aktarılır. Hafta bittikten sonra her şey biter. Söyleşiler için birçok kurumun kapısı kapanır.
Bu olumsuzluklara rağmen kapılarını yazara, çizere, sanatçıya açan kurumlar olduğunu da görmek sevindirici.
Bol kitaplı günler dilerim.
Cumhuriyet Gazetesi’nin, Yunus Nadi anısına 1946 yılından bu yana düzenlediği Yunus Nadi Ödülleri’nin roman kategorisindeki ödülü “Bana Bir Resmini Yolla” adlı romanıyla bu yıl Hidayet Karakuş’a verildi. “Yol gelir, bel gelir; insan insana bol gelir. Deli olan çıkmaz dışarı, gurbet güle zor gelir. Yürü yürü, öleceğiz engürü, gözün gönlün açılsın ilk kez doğduğundan beri. “Bana Bir Resmini Yolla” sizi bu tümcelerle sarıp sarmalar, geçmişin bilinmezlerine yolculuğa çıkarır. “Bana Bir Resmini Yolla” dar kapsamda ele alınan köy romanlarının aksine modernleşmeye, tartışmalara, köy üzerinden zenginleştirmeye bağlı bir dönem roman. Köy romanlarında karşılaşılan temiz doğa, kuş sesleri, çiçekli kırlar, köylü kızları, güzel manzaralar, cıvıltılar, şarkılar ve kaval sesleri ile betimlenen Anadolu olgusu “Bana Bir Resmin Yolla” da yerini gerçekliğin görüntüsüne bırakır. Doğanın niteliklerine ek olarak insan boyutunda olumsuzluklar kadar olumlu davranışlar sergilenir. Köy romanlarında sıkça işlenen köylünün yaşamı, sıkıntıları, kırsal bölgedeki ekonomik sorunlar, adaletsizlikleri geri kalmışlık, eşitsizlikler “Bana Bir Resmini Yolla” da pek fazla yansıtılmasa da yer yer, tadımlık izler bırakır okuyucuda. İletişimsizliğin destan yazma, türkü söyleme geleneğinin yaşatıldığı coğrafyada gezici Aşık Hasan hikayeleriyle, türküleriyle o coğrafyadakilerin yaşamlarından kesitler sunar okuyucuya, farklı dünyalara açılan kapılar aralar. Romanda yer alan karakterler, olaylar ve mekânlar detaylı bir üslupla anlatılır. Aşık Hasan, o coğrafyada yaşayanlara ayna, Cumhuriyet’in 30’lu yıllarına ışık tutar. Hafız Osman’ın camide insanları Atatürk’e karşı kışkırtması, İstiklal Mahkemelerinde yargılanması, hapisten çıktıktan sonra kurtuluş savaşına bakışı, devrimlere ve Atatürk’e olan bağlılığı, içsel değişimi gözler önüne serilir. Erken Cumhuriyet Dönemi romanı olarak adlandırılabilecek “Bana Bir Resmini Yolla,” o coğrafyada yaşayan Türk köylüsünün yaşamından kesitler sunar, karakterlerin ortak bileşenleri işlenir. Köy romanlarında genel niteliklerle donatılmış karakterlerin, tam karşıtı oluşturulur. Köydeki erkekler, kadınlar, çocuklar köyden hiç çıkmamış yaşlılar, Aşık Hasan’ın anlatılarında canlanır, okuyucuyla buluşturulur. Bu çerçevede o coğrafyayla ilgili modernleşmeye dair birçok geçiş, köyün ve köylünün konumuna dair bilgiler aktarılır. Hidayet Karakuş okuyucuya bilinmeyen bir coğrafyanın kapısını aralar. Köy romanlarında gelinen ortak nokta bir bildiri düzeyinde kalmış olsa da “Bana Bir Resmini Yolla,” romanıyla Hidayet Karakuş dönem kimliğiyle gözler önüne tarihsel, sosyolojik ve psikolojik bir derinlik sermekte. Olayları belli bir yerden alıp bir sona ulaştıracağı gibi geçmişe göndermeler yaparak da yazabilirdi. Bana Bir Resmini Yolla da kronolojik bir zaman akışı sizi bekliyor. Detaylı karakter ve mekan betimlemeleri olayların gelişimi, kahramanların davranışları, kişilikleri, içinde bulunduğu dönemin özelliklerini daha açık bir biçimde yansıtıyor. Sosyal romanlar, toplumda yaşanan olayların yazıya aktarılmış bir portresidir. Bu romanlarda gelenekler, görenekler bir düşünceyi aktaran tezli romanlar olarak yaşamı konu alan romanlardır. “Bana Bir Resmini Yolla” toplumu, toplumu oluşturan bireylerin yaşamını, dinamiklerini geniş bir perspektiften gözler önüne seriyor.
2024 YUNUS NADİ ROMAN ÖDÜLÜ
Yazar: Hidayet Karakuş / Bana Bir Resmini Yolla / Bilgi Yayınevi
Bir televizyonun komedi programında sunucu, oynanacak skeçle ilgili bağlantı kurmak için seyircilere sorular sorar.
“Bu zamana kadar birçok armağan aldık, armağan da verdik. Armağanla ilgili ilginç bir anısı olan var mı?”
Konuklardan biri el kaldırır, görevli o konuğa mikrofonu verir. Konuk, benim var, der. Eşi olan beyefendi de yanında, onu dinliyor.
“Evliliğimizin birinci yıl dönümüydü. Eşimin bana ne armağan alacağını merak ediyordum. Telefonum da olmadığı için bir telefon alacağını düşünüyordum. O akşam elinde telefon kutusuna benzer bir kutuyla eve geldi. Telefon almış olabileceğini düşünerek sevindim. Kutuyu açınca içinden, sıcak su konunca ismimizin yazılı olduğu bir kupa çıktı. O an da ne yapacağımı şaşırdım hiç beklemediğim bir şeydi.”
Sunucu, konuğu tiye alıp gülümseyerek, “Siz armağanın maddi değerine hiç önem vermezsiniz.” der. Salonda alkış sesleri gülüşmeler.
Konuk, “Ama beklemiyordum, atıp kıracaktım.”
Sunucu, evlilik yıl dönümünde siz ona ne armağan aldınız sorusunu yöneltmedi tabii…
Önemli günler ve haftaların nasıl nerede, neden çıktığıyla ilgili sorabilir. Bir de okullarda kutlanan önemli gün, haftalar var. Milli Eğitim Bakanlığının tebliğine göre bir eğitim ve öğretim yılında okullarda kutlanması zorunlu yetmiş belirli gün ve hafta var. Bir eğitim ve öğretim yılının 180 iş günü olduğu düşünülürse, kutlanacak gün ve haftalara ayrılacak zaman ve etkinliğin nasıl da önemsizleştirildiği ortaya çıkar.
Sanayileşmeyle birlikte, tüketim toplumlarında önemli günler daha da önem kazanmaya başladı. O günler gelmeden önce medyada, sözlü, görsel basında haberler, reklamlar boy gösterir oldu. Elbette, insanların yaşamında diğerlerinden farklı olan günler anımsanmalı, o günler unutulmamalı. İnsan yaşamında iyi ya da kötü eylem hiçbir zaman unutulmaz, anımsanır bu gerçek. Özel günlerin armağanlarla taçlandırılmadığı zaman, taraflar arasında facia çıkmaz ama faciayı aratmayacak günler yaşanabilir. Televizyon programındaki konuğun neler yaptıklarını uzun uzadıya anlatmasından bunu anlayabiliriz.
Anneler Günü (Her yıl mayıs ayının ikinci pazar günü), Dünya Kadınlar Günü (Her yıl 8 Mart’ta kutlanan uluslararası gün), Babalar Günü (Farklı ülkelerde farklı zamanlarda kutlanmasına rağmen ülkemizde Haziran ayının 3.Pazar günü), Sevgililer Günü, Öğretmenler Günü (Bizde 24 Kasım UNESCO’nun tavsiyesiyle birçok ülkede 5 Ekim), Yeni Yıl, Doğum Günü, Evlilik Yıldönümü… Bu özel günlerde karşı tarafa armağanlar alınır. Armağan alınırken, karşı taraf beğenecek mi beğenmeyecek mi kaygısı taşınır, armağanın maddi değeri de öne çıkar. Önemli olan o günün anımsanması mı yoksa armağanın maddi değeri mi? Bunun bilincinde olan insanlar armağanın ne olduğuna bakmaksızın o günü anımsayıp sözle de olsa o günü kutlar.
Sözde değil özde kutlamalar dileğiyle… Sevgiler.
Miladi takvim ya da Gregoryen takvimi, İsa’nın doğduğu yılı milat olarak alır. Takvim Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı bir yıl olarak kabul eder. Günümüzde en yaygın olarak kullanılan takvimdir. Takvim, 4 Ekim 1582 tarihinde kabul edilmiş; değişik tarihlerde önce Avrupa’da, daha sonra diğer ülkelerde yayılmış. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önce hicri takvim, daha sonra da 1 Mart’ı yılbaşı olarak kabul eden Rûmî takvim kullanılırdı. Cumhuriyetin ilanından sonra, 26 Aralık 1925’te kabul edilen “Takvimde Tarih Mebdeinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun” ve Güneş gününü getiren “Günün 24 Saate Taksimi Hakkında Kanun” adlı iki ayrı yasa ile birlikte 1 Ocak 1926 tarihinden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti‘nde Gregoryen takvimini benimsendi. Bu takvimin yanı sıra, günü 12 saat gündüz, 12 saat gece dilimlerine ayıran saat sistemi yerine 24 saatlik zaman dilimi kabul edildi. Miladi takvimi kabul eden ülkelerde 31 Aralık gecesi yılbaşı gecesi olarak kutlanır.
Geçen yıl içinde sevinçlerimizi paylaşarak çoğalttık, acılarımızı paylaşarak azalttık. Gözyaşlarımız aktı, kahkahalarımız duyuldu; incittiklerimiz, vazgeçemediklerimiz, vazgeçtiklerimiz, affetmediklerimiz, affettiklerimiz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, acılarımız, sevinçlerimiz oldu. Geçen yıl belki beklentilerimize cevap vermedi, umduğumuzu bulamadık ya da umduğumuzdan daha başarılı, güzel geçti. Sonuçta bir yıllı da acısıyla tatlısıyla geride bıraktık. Yetişemediklerimizi, yapamadıklarımızı, kavuşamadıklarımızı, sevmelerimizi, beklentilerimizi yeni yıla bıraktık, yeni yılda neler olacağını bilmeden… Eski yıl giderken, yeni yıl gelirken kutlamalar yapar, dileklerde bulunur insanlar. Kutlama yapanların kendince haklı nedenleri var, kutlamaya nereden nasıl baktığımız da önemli. Eskittiği yıldan kurtulduğu için kutlama yapanlar olduğu gibi yeni yılda yeni beklentiler için kutlama yapanlar da var. İnsan yeter ki kutlama yapmak istesin, bunun için o neden bulunur. Kutlamayı, yaşadığın yıldan kurtulduğun için mi yapıyorsun, yoksa yeni bir yıla kavuşacağın, yeni yılda beklentilerinin gerçekleşmesi için mi yapıyorsun?
Başka bir açıdan bakacak olursak ergen, bir yaş daha büyüyecek, yeni yılda umutlarının beklentilerinin olması, bir kutlama nedeni. Belirli bir yaşın üzerinde olan insanlar da bir yaş daha almanın, bir yıl daha bu dünyanın güzelliklerinden yararlanacağı için kutlama yapmasından doğal ne olabilir ki? Diğer taraftan, gelen yeni yıl, bizi olgunlaştırırken yaşamımızı azalttığı, bizi yaşlandırdığını varsayacak olursak neyi kutluyoruz sorusunu insan kendine sormadan duramıyor. Her yaşın kendi güzelliği var ama bir yıl daha yaşlandık, kaçınılmaz sona bir adım daha yaklaştık, bunu mu kutluyoruz? Maalesef böyle… Yaş almaya başlayıp da kemale erince günlerin, yılların ne kadar kısa olduğunu, azaldığını görürüz. Elimizden kayıp giden yıllarda kendimiz, ailemiz, daha da önemlisi bu ülke, bu ülkenin aydınlık geleceği için ne yaptım gibi sorularla sorgulamalıyız. Umarım ki yeni yıl bu ülkenin aydınlık geleceği olur. Yeni yılınız kutlu olsun.
Edebiyatın alt dallarını (roman, öykü, şiir, fıkra, tekerleme, bulmaca, otobiyografi, makale, destan, gezi, eleştiri, sohbet, tiyatro, masal, anı, deneme…) bünyesinde taşıyan Çocuk Edebiyatı’nın doğuşu, gelişimi uygarlık için de sancılı olmuştur. Çünkü çocuk, çocukluk toplumsal bir kavramdır; insan soyunun sürdürülmesi yolunda bastırılamayan bir dürtü.
Çocuk Edebiyatı hâlâ bir arayış içinde olduğu, ülkemizde ise henüz emekleme döneminde olduğu gerçeğinden hareketle insanlığın varoluşundan bu yana çocuğa, çocukluğa bakıştaki benzerlikler kadar farklılıkların olması da doğal; çünkü uygarlıklarda, çocuğa bakışın farklı olmasından kaynaklı çocuk anlayışı var.
Eldeki kaynaklardan Antik ve Orta Çağ’da çocuk, çocukluk kavramının dönemlere göre farklılıklar gösterdiğini anlıyoruz. Antik Çağ’da köle çocuklar büyüdüğü zaman sahibine karşı çıkacağı, kenti yakacağı korkusuyla yedi sekiz yaşından sonra öldürülebilirdi. Dolayısıyla konuşma yeteneğini kazanmış kendini ifade eden çocuk yedi yaşından sonra yetişkin olarak kabul edilirdi.
Orta Çağ’da dinler açısından bakıldığında da durum farklı olmadığını görülür. Katolik inancına göre çocukluktan çıkış yedi yaş, İslamiyet de ise benzer bir anlayışın olduğu evlilik kurumları tarafından belgelendiği açıkça ortadadır. Bu yüzden coğrafyalarda, inançlarda çocuğa yönelik farklı ve benzer anlayışlar sürekli olmuştur.
Yazının olmadığı dönemlerde çocuk yazını alanındaki boşluğu sözlü kültür doldurduğunu biliyoruz. O dönemlerde batı dünyasında çocuğa yönelik kitap yok. Bunun bilincindeki yetişkinler masal, hikâye, ninni ve halk ozanlarının yazdığı manzum hikâyelerden yararlanma yollarına gittiler. Aslında anlatılan hikâyeler büyükler için olmasına rağmen, çocuklar da bunları dinliyorlardı.
Çocuk kitaplarının yazılması çocuk eğitiminin bir sonucudur. Çocukların yapmacık hayvan hikayelerini, boş fanteziler olan kitapları okumalarının zararlı olacağını ileri sürenler ayrıca çocuklar için kitap yazılmasına karşı çıktılar.
Tartışmaların başladığı bu dönemde batıda kilise, çocuklara dini kitaplar dışında kitap okutulmasına karşı çıktı. Çocuklar ise dini kitapları sıkıcı buluyor okumak istemiyordu.
Aydınlanma Çağı’yla birlikte okullu olmak, okul bitirmekten geçerek ayrıcalıklı bir hal aldı. Rönesans’tan önce değersiz bir varlık olarak algılanan çocuk, sonraları birer değer olarak algılanmaya başlandı.
Aydınlanma Çağı’nda çocuk eğitiminde yatılı okullar önemli yer tuttu. Erkek ve kızlar için okullar manastırlar açıldı. Dönemin burjuvazisinde elit, sosyal statü sahibi ve yüksek memuriyette olmak önemliydi. Çocuklar okul bitirerek bu statüyle ailelerinin gurur kaynağı olmaya başladı.
Özel idare, merkezi yönetim siyasi anlayışı doğrultusunda hizmet sunar. Kaynaklarını o yönde değerlendirir.
Belediyelerse belirli nüfusu olan yerleşim yerlerinde kamu tüzel kişiliğine sahip karar organlarıdır ve halk tarafından seçilen yerel yönetimlerdir. Belediye meçlisi ve encümeninin kararları doğrultusunda, kanunlar çerçevesinde gerekli hizmetlerin yürütülmesini sağlarlar. Genel anlamda belediyelerin görev alanları; şehrin temizliğini sağlamak, yeni yerleşimler için arsa üretmek, sosyal yardım yapmak, şehir içinde yol ve kaldırım yapmak, ulaşımı düzenli ve sağlıklı kılmak, konut üretmek, itfaiye teşkilatı kurmak, alt yapı çalışmaları yapmak, kültür hizmetleri sağlamak, esnafı, yiyecek ve içecek satılan yerleri denetlemek park ve oyun bahçeleri yapmak, yeşil alanları korumak yenilemek ve çoğaltmak, inşaat ruhsatları vermek, kanalizasyonlar yapmak, kültürel ve sportif tesis yapmak yerleşim yerinin elektrik, su, doğal gaz ihtiyacını karşılamak gibi hizmetleri sayabiliriz...
Hizmetlerden kültür hariç hemen hemen hepsi görünen ve belediyeye dönütleri olan hizmetlerdir. Yatırımlar daha çok alt yapıya, gelecek seçimlerde seçmen sayısını artırmaya yönelik çalışmalardır. Çağdaş bir belediyecilik anlayışıyla elbette onlar da yapılmalı ama ne acıdır ki birçok belediyenin önemsemediği alan kültür alanıdır. Çünkü günü kurtarma oy alma gibi hesaplar yapıldığından “kültür” alanındaki yatırımlar, siyasiye gelecek, rant sağlamayacaktır.
Belediyede hizmet veren birimler, olsa da olmasa da değişen bir şey olmaz mantığıyla kültür alanını değerlendirdiklerini düşünüyorum. Neden önemsenmez, çünkü buradan beklenti yok, oy yok, geri dönüşüm yok.
Bir avuç yazar, çizer, ressam heykeltıraş, karikatürist, tiyatrocu, müzisyenden gelecek seçimlerde oy verse ne vermese ne? Devede kulak bile değil. Ne yazık ki bütünün tamamını göremezsek, bir parçasını görürsek hiçbir şey olmaz, ayağımızın altına bir sandalye alıp daha da ileriye bakıp göremezsek, bakış açımızı değiştirmezsek bir şey yapılamaz. Oysa bu alandaki hizmet savsaklanmaya ve ihmale gelmeyecek nitelikte ve büyüklüktedir.
Yüzyılın lideri Mustafa Kemal, “Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinde mana çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur.” derken sanata ve sanatçıya verdiği değeri yadsıyamayız. Durum bu kadar önemliyken neden belediyeler kültüre sanata önem vermezler? Seçilmiş bir belediye başkanı önce beldesini, kentini düşünmeli. Gelecek için kültüre yatırım yapmalıdır. Bir kenti ulusal, uluslararası alanda bir yere taşıyabildiği oranda o kentin adı duyulur ve diğerlerinin öncüsü olur. Dolaysıyla kültürel alandaki çalışmalara ağırlık vermeli.
Dili insanlar üretir ve aralarındaki tek ortak noktadır. Dil birleştiricidir. İnsanların ürünü olan dil zamanla farklılaşır. Sözcüklere gerçek anlamlarının dışında anlamlar yüklenir. Bir dili bilmek, o dilin ses dizilerini, belirli kavram ya da sözcüklerin anlamlarını bilmekten geçer. Yaşamda az kullandığımız sözcükler olduğu gibi daha sık kullandığımız sözcükler de var. İyi, kötü, güzel, çirkin, büyük, küçük, gibi sözcükler.
Sözcüklere anlamının dışında bir anlam yükleyip şiirde imge yaratılmamışsa genelde sözcükler gerçek anlamıyla kullanılır. Örneklemek gerekirse iyi (sıfat, zarf, isim olarak kullanılır) sözcüğü; TDK göre nitelikçe beğenilecek düzeyde olan, uygun olan, istenilen nitelikleri taşıyan demek. Eski Türkçe ‘de faydalı demek. Osmanlı’da ala, en üstün demek. Türklerde, güç kuvvet kudret sahibi anlamı taşır. Kötü (sıfat, zarf) sözcüğü, niteliği istenildiği gibi olmayan, düşük nitelikli, işe yaramaz, güzel olmayan, tehlikeli, zararlı olan demek. Osmanlı da zayıf cılız demek...
Bazen sözcüklere geçek anlamlarının dışında farklı anlamlar yüklenir. Genelde zıt sözcüklerde görelilik olur.
İzafi sözcüğü Türk Dil Kurumu’na göre görelilik anlamı taşır. Yani herhangi bir duruma ya da konuma bağlı olarak bakış açısını anlatır. İzafi sözcüğü, Albert Einstein’ın izafiyet teorisine kadar uzanmaktadır. Madde, zaman, uzay konusu ele alındığında zamanın, kişinin bakış açısına göre değişik konumlarda farklılık yarattığını ortaya koymuştur.
Bu sözcüklerden iyi, kötü (sıfat, zarf olarak) sözcüklerini ele alalım. Sözcükler tümce içinde kullanılırken yüklenen anlam izafidir. “İyi yağmur yağdı.” Tümcedeki “iyi” yağmurun çok yağdığı anlamında olduğudur. Oysa burada yağmurun çok yağması, evsiz biri için, açıkta olup da ıslanan, hasta biri için kötüdür. Belki de o yağmur bir çiftçinin ürününe zararı olmuştur. Yağmur nedeniyle o insanlar için iyi, değil kötüdür.
“Bu yün hırka için iyidir” tümcesi içinde benzer şeyleri söyleyebiliriz. Bir başka hırka dokuyucu için sizin iyi dediğiniz yünün rengini, kalitesini, inceliğini, kalınlığını beğenmeyebilir. Onun için iyi denilen yün kötü olabilir.
“Bu adam kötü…” Buradaki kötü, kime göre kötü. Bu sözü söyleyenle, o adam arasında belki de bir sorun var. Kötü adam diye tanıtılan belki de kötü değil, onu tanıtan kötü, bunu bilemeyiz.
İyi; kime göre, neye göre iyi. Ya da kötü, kime göre, neye göre kötü. İyi ya da kötü olmasına karar veren bir kurum, kişi var mı? İyiyi, kötüyü nasıl belirliyorsunuz? Sıfat, zarf olan birçok sözcük gerçek anlamının dışında kullanıldığı için o sözcüklerin anlamları izafidir. Bazen o sözcüklere taşıyabileceklerinin üzerinde anlamlar yüklediğimiz olur.
Kötü günleriniz olmaması dileğimle, iyi günleriniz olsun.
Sizlere selâm olsun üniversiteler! / Öğretmenleri alınmış kürsüler / Öğretmenler / Sizlere selâm olsun Hürriyeti yazan eller, dizen eller... (Enver Gökçe)
Göz ardı edilmemesi gereken öğretmenlik bir meslek olmasına rağmen, toplumu şekillendiren kutsal bir görevdir. Öğretmenlik meslek olmaktan çok bir yaşam biçimidir Öğretmen, bireylerin yaşama hazırlanmasında, kendisini geliştirmesinde en önemli etkenlerden biridir. Eğitimin temel öğesi, vazgeçilmez unsurudur. Bu nedenle öğretmenlik özeldir, farklı bir meslektir. Öğretmen, kendini geliştiren, bilgiye ulaşma yollarını gösteren, orkestra şefi gibi her türlü değişkeni dikkate alarak bireyleri yönlendiren, destekleyen etkin bir kişidir. Öğretmenin rehberliğinde bir öğrenci, hayallerini gerçekleştirebilir, dünyaya katkı sağlayabilir, yeni yollar keşfedebilir. Birçok çok düşünür, filozof, öğretmenlerin toplumdaki rolünü vurgulayan sözler söylemiştir. Onlardan bazıları; Aristoteles: Eğitim ruhun en iyi gıdasıdır. Albert Einstein: Gerçek eğitim, bilgilerin değil, düşünme yetisinin gelişmesidir. Confucius: Eğitimde sınır tanımayan, asla duraksamayan kişilere ‘öğretmen’ denir. Sokrates: Kendini bulmak için çabalamaktan daha değerli bir iş yoktur. Bu sözler, öğretmenlerin ne kadar değerli ve vazgeçilmez olduklarını bir kez daha gözler önüne seriyor. Öğretmenlik, sadece bilgi aktarmakla kalmaz, aynı zamanda öğrencilerin hayatlarına dokunarak onları geleceğe hazırlar. Bu anlamda, öğretmenler gerçekten de toplumu şekillendiren önemli figürlerdir.
Mustafa Kemal Atatürk de her zaman her yerde öğretmenliğin kutsal, yüce bir değer olduğunu anlatmış, onlara verilecek değer sayesinde yeni neslin ülkeyi kurtaracağına, uygar ülkeler seviyesine çıkaracağına vurgu yapmıştır. Çünkü Atatürk eğitim orduları diye nitelendirdiği öğretmenleri geleceğin mimarı gençler ile hep el ele değerlendirip ele almıştır. İzmir Erkek Öğretmen Okulunda yaptığı bir konuşmada; “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneği kazanmamıştır.” diyerek öğretmenlere verdiği değeri bir kez daha dillendirmiştir.
Her yıl olduğu gibi bu yılda 24 Kasım’da Öğretmenler Günü kutlandı. Televizyonlarda, sosyal ve görsel medyada öğretmenlerle ilgili sözler yayımlandı. Siyasiler, bazı kurumlar öğretmenliğin ve öğretmenlerin toplum içindeki yerinden, öneminden bahsetti. Sendikalar, öğretmenlerin yaşam koşullarından, karşılaştıkları, siyasi, ekonomik baskılardan söz etti. Televizyonda öğretmenler için söylenenleri dinlerken aklıma Ziya Paşa’ nın sözü geldi. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”
Birçok çalışan gibi öğretmenlerin de zor koşullar altında yaşamaya çalışıyor. Son yıllarda milli gelirden aldığı pay gittikçe azaldı… Daha da önemlisi gireceği derslikte öğrencilerine vereceği dersten çok kendi geleceğini, yaşam koşullarını nasıl iyileştireceğinin planı içinde sınıflara giren öğretmenler gittikçe çoğalmakta. Öğretmenler söz de değil özde değerli kılınmalı. Milli gelirden eğitim öğretime ayrılan pay artırılmalı ki Atatürk’ün söylemiyle eğitim ordusu, bu ülkenin mimarı olacak gençleri yetiştirsin.
Plan ya da Spontane sözcüğü dilimize Fransızcadan geçen, çok kullanılan bir sözcük...
Spontane yaşıyorum, zamanı spontane kullanıyorum, spontane gelişti, spontane davranıyor gibi sözlerle kendilerini ifade ederken ben düzensizim, yarına, geleceğe ait planım yok demez hiç kimse.
İnsanların yemesi, içmesi, giyinmesi, tasarruf yapıp yapmaması kısaca yaşam tarzı kendisini ilgilendirir ve kendi belirler. Ona karışmak o insanın kişisel özgürlük alanına karışmaktır. Planlı, plansız, spontane, her ne şekilde yaşarlarsa yaşasınlar o tarz onları ilgilendirir.
Plan, belirlenen bir amaç için geçmişteki ya da eldeki verilerden yararlanılarak geleceğe yönelik alınacak kararlara temel oluşturur. Verilere dayanarak yapılan planlar ne kadar kusursuz olursa sonca gitmek, başarılı olmak da o kadar güçlü olur.
Planlamanın önemi, tahminle ilişkili. Tahmin geleceğin nasıl olacağını tahmin etmeyi amaçlar, planlama geleceğin nasıl olacağını hayal eder.
Plan yaşamın her alanında var. Birey olarak yaşadığımız koşulları değerlendirerek günlük, aylık, ekonomik, sosyal planlar yaparız.
Kurumlar, devletler; uluslararası ilişkilerde, sosyal, ekonomik, teknolojik alan için planlar yapar. Planların başarısı o kurumun büyümesine, o devletin sosyal, ekonomik, teknolojik alanda güçlenmesine, yurttaşların milli gelirden daha fazla faydalanmasına, refah seviyesinin artmasına neden olur.
Bir zamanlar Devlet Planlama teşkilatı vardı. Bu teşkilatın amacı geleceğe, devletin ekonomik, sosyal, kültürel amaçlarının belirlenmesinde hükûmete danışmanlık yapmasıydı. Belirlenen amaçları gerçekleştirmek için yıllık, beş yıllık
Atatürk, yüzyılın en büyük dâhisi, essiz bir komutan, bir demokrasi lideri, ekonomist, büyük bir devrimci olmasının yanında çocukları çok severdi. Çocuğu olmamasına rağmen çocuklara karşı adeta sevgi seli gibiydi. Atatürk, çocuk, sözcüğüne bir anlam yükler sevdiklerine “çocuk” diye hitap ederdi.
Atatürk’e göre vatanı korumak çocukları korumakla başlar. Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, her koşulda yetişkinlerden daha özel olarak ele alınmalıdır. Kendi tarihimizde değil, dünya tarihi dahil, çocuklara Atatürk kadar değer veren, ciddiye alan bir lider yok. Hiçbir cumhurbaşkanı bir çocuğu salıncakta sallamadı, bir çocuğu taşıttan kendi elleriyle indirmedi. Bir yabancı konukla birlikteyken yanına çocuk almadı. Bir yetişkini dinlerken gösterdiği ciddiyetle dinlemedi. Hiçbir lider onlarla birlikte denize girmedi, objektiflere poz vermedi. Onlarla gezintilere çıkmadı. Hasan Rıza Soyak bir anısında şunu anlatır: Bir gün çocuk terbiyesinden konuşuyordu, bu konudaki mütalâalarını izah etti: ‘Çoğu ailelerin öteden beri çok kötü bir alışkanlıkları var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar lafa karışınca, sen büyüklerin konusuna karışma der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket... Halbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya; düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifadeye teşvik etmelidirler; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur hem de ileride yalancı ve riyakâr olmalarının önüne geçilir. Kısacası, artık çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye artık alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıyız. Bence bunlar, çocuk terbiyesinde ana kucağından, en yüksek eğitim ocağına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu suretledir ki, çocuklarımız memlekete yararlı bir vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar.’ Çocukluk yıllarında kendi gerçekliğini görebilen güçlü bir lider elbette ki öngörüsüyle ülke geleceğini gençlere bırakacak kadar onlara güvenmiş ve inanmıştır. Dolaysıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni gençlere emanet etti. O, yüz yıl sonrasını görmüş, yıllar önce bugünkü orta doğu ülkeleri hakkında düşüncelerini açıklamış ve onlar bugün birer birer gerçekleşmektedir. Atatürk’ün geleceğimizi emanet ettiği çocuklara, gençlere; aydınlar, yazar, çizer, sanatçı, erk ne yapıyor, ya da yapmak istiyor? Oturup şapkamızı önümüze alıp düşünmemiz gerekir. Bir toplumda çocuklar, gençler üzerinde oyun oynanacak, küçük çıkarlar için planlar yapılacak kesim değil. Onlar bir ulusun, geleceği, mihenk taşlarıdır. Çocuklarımıza sahip çıkalım.
Atasözleri kültürümüzün bir parçasıdır. Bizi, bize anlatır.
“Ekmeği ekmekçiye ver bir ekmek de üste ver” işi ehline vermeyi en güzel açıklayan bir söz...
Adam kayırmacılık, senin-onun- benim adamım olmak, özel ve hizmet sektöründe kalitesizliği, birçok sorunu beraberinde getirir. Genelde iş emanet ehline verilmez de ehil olmayana emanet edildiği için sorunlar yaşanır.
Liyakat Arapça kökenli bir sözcük olup bir kişinin görev ve sorumluluğu üstlenebilmesi içi gerekli yeterlilik, bilgi, beceri ve temel değerlere sahip olması anlamı taşır. Bir kimsenin bir işi başarabilmesini sağlayan nitelikli, layık ve yeterli olmasıdır. Verilecek ücret ne olursa olsun her iş uzmanına yaptırılmalı.
Liyakat özellikle iş dünyasında önemli bir kavram... Bir pozisyona veya unvana gelmeden kişisel ilişkiler, kişinin işi iyi yapabilme kapasitesi göz önünde bulundurulmalı. Liyakat sistemi sağlandığında kurumlar daha verimli çalışır.
Liyakatsiz kişilere iş yaptırmak genellikle birçok soruna yol açar. Bu durum verimliliği, içeriği düşürebilir, hatta geri dönülmez zararlara neden olabilir. Böyle birinin bir görev üstlenmesi her şeyi olumsuz etkiler. İşi bilmeyen kişi daha çok hata yapar. O kişiler, plansızlık ve kargaşaya, verim kaybına, kalite düşüşüne, iş yükünün artmasına, sürecin kaotik hale gelmesin neden olur.
Bu kişilerle çalışmak çeşitli zorluklara ve sıkıntılara yol açar. Bu durum ekibin içindeki uyumdan her şeyin kalitesine kadar birçok alanda olumsuzluklara
Çürüme geniş kapsamlı bir sözcük. Doğada oluşan kimyasal, fiziksel bozulmadan tutun da maddelerin bozulup dağılması, sağlamlığını, dayanıklılığını yitirip yıpranması gibi… İnsanlar bozulmanın neresinde? İnsan bozulmaz mı? Tabii ki insan da bozulur. Biyolojik olarak beynimizdeki nöronlar yavaş yavaş öldüğünde eski, güçlü anılar bellekte kalırken yenileri silinir, unutkanlıklar başlar. Bu bozulmanın zararı kişisel olarak bireyi ve ailesini, çevresini etkiler. Ulusların değerleri sözlü, yazılı kültür ve davranış olarak hayatın içinde karşımıza çıkar. Bunların birçoğu genelde gelenek ve göreneklerdir. Toplumlarda kalmış, saygınlığı olan, kuşaktan kuşağa aktarılan, yaptırım gücü olan alışkanlıklar ya da törelerdir.
4. İzmir Kitap Fuarı, 26 Ekim-3 Kasım 2024 tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde, İZFAŞ ve TACT Fuarcılık iş birliği ile B Hol’ de kitapseverlere kapılarını açacak.
Kırk dereceyi bulan sıcakta Bornova yanıyor. Caddeler, sokaklar bomboş… İnsanlar sıcaktan korun-mak için sığınabileceği bir gölge ya da serinleyebileceği bir tepe arıyor. Yolumu Evka-4, Seyir Tepe-si’ne (Şahin Tepesi) düşürdüm. Ancak orada rahat edebileceğimi düşündüm. Tepeye bu zamana ka-dar da hiç gitmedim. Tepe ile Bornova merkez arasında belki de bir iki derece ısı farkı var. Isıyı da bı-rakın efil efil esen ılık bir rüzgar insanı serinletiyor. Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! / Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. / Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! / Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” dizeleri geldi. Yanıma gelen garsonla iki çift söz ettim, ondan kahve ve su getirmesini istedim. Seyir Tepesi’ndeki çayhanede kahvemi yu-dumlarken de bir süre Bornova’yı baktım. Al gözüm seyreyle, işte Bornova. Kuşbakışı ayaklar altın-da. Bir zaman adı Yeşil Bornova olan yerleşim bölgesinde aklım, ruhum, gözlerim. Yahya Kemal hangi duygular içinde o şiiri yazdı bilmiyorum ama tepeden Bornova’ya, Körfez’e bakarken içim bir tuhaf oldu.
Son yıllarda yerel yönetimler, kitap günleriyle birçok kitabı, yazarı okuyucuyla buluşturması sevindirici… Ülkemizde birçok il ve ilçelerde artık bu etkinlikler gelenek haline geldi.
Edebiyatın her alanında olduğu gibi çocuk edebiyatında iktidarda olan yıldız yazarları var. Gazetelerin kültür-sanat sayfalarının kitap eklerinde tanıtılır, eleştirmenler tarafından okura önerilir, kıdemlidir etkinliklerde, panellerde, vardır. Star yazarlar birer puttur, dokunulamaz. Yayın organlarında edebiyat iktidarının yıldız yazarları hakkında bir tek olumsuz eleştiri bulamazsınız ama yıldızlar çok rahatlıkla yazabilir. Onların kitaplarında karakter, olay örgüsü, kurgu olmamasına rağmen edebiyat iktidarının kitap eklerinde “başyapıt” diye övgüler yapılır. Bazı okurlar kitapçılara gidip gözlerine çarpan kitapları alır. Çoğu ebeveyin okuyacağı kitapları ya da çocuğuna okutacağı kitapları seçerken gazetelerin kültür sanat sayfalarına veya kitap eklerine bakar. Kitap eklerinde, kültür sanat sayfalarında tanıtılan, övülen, kitapçılarda vitrinlere konup gözlere sokulan kitaplar hep aynı tip kitaplardır.
Şu tepe pullu tepe (Nenni de yârim nenni), Su gelir serpe serpe (Eski de yârim hani), tepeler cinayetlerle değil de türkülerle anımsanmalı…
Göbeklitepe, Taşlıtepe (Şanlıurfa) Tavşantepe (Diyarbakır, Kocaeli) Tepeönü (Sivas) Tavşantepe (Kadıköy –İstanbul…) Burada hepsini tek tek saymayacağım, birçok tepeli yerleşim yeri var. İsimler benzese de kültür ve yaşam tarzı birbirinden farklı.
Tavşantepe günlerce dilimize pelesenk oldu. Tavşantepe, devletin bildiği ama kimsenin haberinin olmadığı, Diyarbakır merkez ilçe Bağlar’ a bağlı, 445 nüfuslu bir mahalle.12 km uzaklıkta, diğerlerinden farklı olmayan bir köy... Diğer Tavşantepelerle bu Tavşantepe sadece isim benzerliği.
Coğrafya konusu gündeme geldiğinde “coğrafya kaderdir” aforizmasına katılmadığımı belirtmeliyim. Tarih bilinci coğrafyanın kaderle özdeşleşemediğini, insan hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, kendi dünyasını değiştirip dönüştürebilir, bunun yollarını arar…
Coğrafya kader değildir, coğrafyayı değiştirecek olan bilim ve eğitimdir. Siz o coğrafyaya bilimi, eğitimi götüremezseniz, götürmekte geç kalırsanız, tabularıyla, kültürüyle baş başa bırakırsanız, coğrafya o zaman kendi insanını yaratır, coğrafya kader olmaya devam eder.
Tavşantepe köyü birdenbire ülke gündemine öyle bir düştü ki ülkeyi, insanları, coğrafyaları sarstı. Sarmaya da uzun süre devam edeceğe benziyor.
Bu ülkede her yıl çocuk, kadın, faili meçhul cinayetleri işlenir. Cinayetler kısa zamanda çözülürken bazısı uzun vadede çözülür, ne hikmetse bazısı da hiç çözülmez, faili meçhul olur. Kılı kırk yaran dedektifler
Tabu düzenin doğal ya da toplumsal kuralların dışında yer alan her şeydir. Bunların başında, toplum tarafından kabul edilmeyen garip şeyler gelir. Tabu, aynı zamanda var olan kurulu düzeni koruyan bir mekanizmadır. Usu ve bilimi hiçbir zaman kabullenemez, bilimle, usla çatışır. Aklın, bilimin olduğu yerde tabu olamaz. Tabu düzeninin bozulmasına, revize edilmesine olanak tanımaz. Ona dokunamaz, ulaşılmazsınız; dokunulduğu, ulaşıldığı zaman tabu olamaz, tabu olmaktan çıkar. Kendi içinde belli bir güç taşır ve gücü korur, kaybetmek istemez, her bakımdan dokunulması ulaşılması yasaklanmıştır. Nesne, kişi, düşünce ve kavramlar tabu olabilir. İnananlar tarafından tabu kutsallaştı-rılmıştır… Us ve mantıkla yüzleşen tabu zaman içinde kaybolurken yüzleşmeyenler süreklik arz eder.
12 Eylül, suya atılan taşın gittikçe yayılan dalgaları gibi tüm ulusu etkilediği bir dönem. Toplumun her kesimi bir şekilde bu darbeden etkilendi.12 Eylül ve sonrasında dini kesimin edebiyata yöneldiğini görürüz. Din ve istendik ahlak merkezli kitaplar yayımlandı. Din ağırlıklı Çocuk Edebiyatı kendi içinde bir cemaatin kültür odağını yaratması düzeyinde kapalı kaldı ama buna bağlı olarak kendi içinde yeni yayınevlerinin oluşumunu sağladı. Dini yayınlar, dönemin siyasi düşüncesiyle birleşerek daha açık hale geldi.
***
12 Eylül ve 80 sonrasında hızla yükselen kentleşme bireyselliği öne çıkardı. Bireysellik şehirlerde arabesk bir kültür yarattı. Bu kültür yaşamın her alanında kendini hissettirdi. Çocuğu, toplumda yeniden yükseltti. Çocuğun bu yükseliş, cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki değer olarak yükselmesi yerine ailenin merkezi durumunda kaldı. Üretimin dışında, tüketici olarak önemli rol aldı. Giysiden çocuğun oyuncaklarına kadar uzanan geniş bir yelpazede ve Çocuk Edebiyatına da yansıdı. Çok sık görülmese de çocuk kendi okuyacağı kitapları kendi seçmeye başladı.
***
Görsel medyanın ve iletişimin yoğun yaşandığı dünyamızda, çocuğa belli fikirlerin, buyurgan bir tarzla verilemeyeceği unutulmuş gibi. Her çocuğun düşçü, oyun sevdalısı, kendi düşleriyle, kendi gerçekleriyle yüzleşerek büyümek ve bu dünyada davranışlarıyla yetişkinler arasında var olmayı kanıtlamak istediği göz ardı edildi, hala edilmeye de devam ediliyor.
Birinci Dünya Savaşı, yirminci yüzyılın uluslararası en büyük savaşıdır. Bu savaş 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Arşidüşes Sophie’ ye düzenlenen suikastla Ağustos 1914’te başladı. Dört yıl yıl sürdü. Paylaşım savaşı olan bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu parçalandı, imparatorluğu her tarafı işgal edildi. Tarih boyunca hiçbir zaman sömürge devlet olmamış Tür Milleti yine bir kurtuluş yolunu bulacak bağımsızlığın kavuşacaktı. Her zaman zorluklar karşısında kurtuluş yolu bulmuş bu milleti yine bu milletin bağrından çıkmış büyük asker, çağının dâhisi, yüzyıl ilerisini görebilen büyük devlet adamı, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal olduğunu yazacaktı tarih. Tabii ki o zaman kimse ön görüde bulunamazdı. 11 Nisan 1920’de Mustafa Kemal ve arkadaşları aleyhine çıkarılan idam fetvası ve Sevr Antlaşması’nın mimarı Damat Ferit Paşa ve işbirlikçilerine rağmen kurtuluş savaşı kazanılmış, Türk milleti bağımsızlığına kavuşmuştur. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların işgaline karşı gelerek ilk kurşunu atan gazeteci yazar Hasan Tahsin Recep, gerçek adıyla Osman Nevres, kurtuluş savaşının başlamasında önemli rol almıştır. Hasan Tahsin’in işgal kuvvetlerine sıktığı ilk kurşun kurtuluş mücadelesinde diğer yerlere örnek oldu. Batıda, birçok ilde direnişler başladı.
Mustafa Kemal (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) Erzurum, (4-11 Eylül 1919) Sivas Kongreleriyle kurtuluş için izlenecek yolun belirledi. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
… (Edip Cansever/Mendilimde Kan Sesleri)
“İnsan yaşadığı yere benzer.” Ne de güzel söylemiş Edip Cansever. İnsan yaşadığı yere mi benzer, yaşadığı yer insanı kendine mi benzetir? Eğitim düzeyinin çevre üzerinde, çevrenin de eğitime katkıları olduğu kimse yadsıyamaz. İnsan yaşamını biçimlendiren çevrenin çok boyutlu bir yapısı vardır. Kentlerde yaşam, modernleşmeyle başlayan süreçte kabuk değiştirmeye başladı. Farklı bir coğrafi bölgede doğup büyüyen, sonra, yaşadığı yere sığmayan, ekmeğini, işini, aşını arayanların ya da emekliliğini taşıyanların buluştuğu kent, İzmir. İzmir, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerine bağlı, çağdaş, cumhuriyetin değerlerine sadık, kendine özgü bir kent... Belki de İzmir’i İzmir yapan değerler... Eşinle, çocuğunla, sevgilinle ya da bir dostunla kordonda yürümeyeceksen, Pasaport’ta, Asansör’de ya da Güzelbahçe’de bir balıkçı barınağında, körfeze karşı balık rakı yapmayacaksan, Kemeraltı’ nın mistik kokusunu alıp Agora’nın, Efes’in, Bergama’nın tarihine dokunmayacaksan, Şirince’de şarabın kokusunu almayacaksan, niçin İzmir? Farklı bir coğrafyalarda yaşayanlar için doğal olarak yeni bir çevrede uyum süreci zorlu geçer. Son derece karmaşık ilişkiler içinde bulunabilir. Yeni bir hayat kurma çabası sürecinde karşılaşacağı güçlükler,