Sayfa Yükleniyor...
Üniversite yıllarında şiir yazdığı için yargılanıp aklandı. 1976 yılında Ali Rıza Ertan, Hüseyin Yurttaş ve M. Kadri Sümer’le Dönemeç dergisini kurdu. Agora ve Ünlem dergilerinin de kurucuları arasındadır. Şiirin yanı sıra eleştiri, deneme, öykü, antoloji ve gençlik romanlarıyla göründü. Son yıllarda deneme ağırlıklı kitap tanıtım yazılarıyla dikkati çekti.
Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliği” ifade etmektedir. Anlam gereği farklılıklar gösterse de genel olarak “Toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden, her türlü duygu, düşünce, dil, sanat, yaşayış unsurlarının tümü, belli bir konuda edinilmiş, geniş ve sistemli bilgi” şeklinde tarif edilmektedir Eğitimcilere göre ise bir süreçtir ve eğitim yoluyla kazanılması gerekir. “Eğitimsiz kültür, kültürsüz eğitim” olmaz.
Kahvehaneler, toplumumuzda birçok insanın uğrak yeri. Buralara her kesiminden insanlar gelir. Ülkenin ekonomisi, sporu, siyaseti, sanatı, devletin sanata, sanatçıya, işçiye, köylüye, esnafa bakışı burada konuşulur. Masa başlarında hükümetler kurulur, hükümetler yıkılır. Spor yorumları yapılır. Kısaca, buralar ülkenin kılcal damarları...
Yetenek, kalıtımla, doğuştan getirdiğimiz bir güç. Sanatın hangi alanında kendimizi geliştirmek istersek isteyelim, hangi alanda atölye çalışması yapılırsa yapılsın o atölyelerdeki başarımız, bizim yeteneğimizle sınırlı.
Ahlaksız adam, ahlaksız kadın, ahlaktan nasibini almamış gibi kimsenin tasvip etmediği bir şeyle karşılaşınca insan, karşısındakine ahlakla ilgili söylenmedik söz bırakmaz. Burada ahlakla ilgili bir şey söylemek haddim değil ama o zaman ahlak nedir sorusunu sormak gerek. Söylemeye çalıştığım sadece afrorizmadır.
Bu yazıyı yazmama neden, gazete ve sosyal medyada yer alan bir haber üzerine… Yüreğim yandı, insanlığımdan utandım.
“Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde görevli bir erkek hemşire yoğun bakımda tedavi gören kanser hastası kadına cinsel istismarda bulundu. Tutuklanan hemşire ifadesinde suçlamaları kabul etti” haberi üzerine…
Eylem düşünüldüğünde, kurumlarda çalışan, çalışacak bireyler sıkı bir denetimden geçirilerek görevlendirilmeli. Sakıncalı görülenler tedavi edilmeden toplum içine salınmamalı.
Toplumda bu ve benzeri yüzlerce, binlerce insan sokağımızda, mahallemizde, şehrimizde dolaştığını varsayarsak içinde bulunduğumuz durumun vahameti ortaya çıkar.
Ahlak, hangi açıdan baktığına ve insandan insana değişmesine rağmen halk arasında, insan ilişkilerinde vicdanların belirli hareketleri iyi, doğru, kötü ya da yanlış olarak yazılı, emredici özelliği olmayan, toplum tarafından kabul görmüş kurallar diyebiliriz.
Dünyanın oluşumdan bu yana yüzlerce din gelmiş, zamanımızda hala varlığını sürdüren dinlerin hepsinde ahlak tekdir.
İnsanlarca benimsenen kurallar toplamıdır ahlak ama çağlar ve toplumlara göre dinler değişkenlik gösterse de hepsinin ahlak anlayışı; doğru sözlü olmak, adaletli davranmak, iyilik yapmak, güzel söz söylemek, cana kıymamak, kul hakkı yememek, bireyin mutluluğu, doğruluğu, bir başkasına zarar vermemek, birlik, dirlik, canlıları korumak, doğa ve insan sevgisi, yönünde olmayı öğütler.
Bir Alman, Fransız, Afgan, Mısır, Azeri, Bulgar ya da Kenyalı, Çinlinin dini farklı olabilir ama ahlak anlayışı aynıdır.
Toplumsal Ahlak, insan topluluğunun asgari düzeydeki ortak paydasını oluşturur.
Toplum düzenin sağlanması belli kurallara uygun davranılmasıyla mümkündür. Bunlar gelenek görenek, töre ve adetler gibi yazılı olmayan kurallar, diğeri de hukuk kuralları. Ahlak kuralları bireyin mutluluğu için vardır. Bireylerin kişisel ilişkileri zamanla toplum tarafından benimsenir, onlar toplumlara kalıcı olarak yerleşir, gelenek haline gelebilir. Bunların oluşmasında toplumsal baskının etkisi çoktur.
Bencillik ve ego ahlaki değerleri etkileyen en büyük faktörlerdendir. Bencillik, eyleme başka bir pencereden bakıp değerlendirmemektir. Yaptığı ya da yapacağını bir başka gözle görememektir. Çıkarcılık bencil insanların bir özelliktir. Oysa amaç erdem olmalı, erdeme ulaşmak olmalı. Erdem de ancak bilgelikle mümkündür. O da okumakla, kültürle olur. Ne zaman erdemli bir insan oluruz, ancak o zaman güzel ahlaktan söz edebiliriz.
Önce edebiyat sözcüğüne bakalım. Sözcük anlamı (Türk Dil Kurumu) Ar. edebiyat; olay, düşünce duygu ve imajların dil aracılığı ile biçimlendirilmesi sanatı, yazın, literatür… Çehov; “Büyükler ve çocuklar için ayrı ilaç var mı, dozlar değişir yalnızca.” demiş. Çocuk edebiyatı her şeyden önce belirli yaş grubuna hitap eden bir edebiyattır. Bu edebiyatın dozu doğru ayarlandığında bireylerin içinde bulunduğu ve ileriki yaşamında ruhunu tedavi edecek, kişilik gelişimine yardımcı olacak ilaçlar olduğunu kimse yadsıyamaz “Çocuk Edebiyatı” kavramı ortaya çıktığı günden bu yana tartışılıyor. Çocuk edebiyatı çocuklara çocuğu, çocukluğu anlatan bir edebiyat değildir. Çocuk okuduğu kitapta ya da yazardan kendisini çocukluk tan çıkarmasını, kendi dünyasını görmesini ister. Dolayısıyla çocuk edebiyatında çocuk; bilgisi, kültürü, duyarlılıkları keşfetmeyi bekler. Çocuğu çocuğa anlatan, onu küçümseyen edebiyat olamaz. Çocuk edebiyatı; dili, anlatımı, biçimi ve incelikliyle edebiyatın içinde yeni bir türdür. Dil ve anlatım çocuk edebiyatında çocuğa göreliğin derecesini belirlediğini söyleyebiliriz.
Yazar olarak âlemi cihan olsanız, dil, anlatım ve resimle hitap ettiğiniz yaş grubunun seviyesini yakalayamazsanız o yayın havada kalır ve okuyucusuyla buluşamaz, buluşsa da okunmaz. Dilde, anlatımda sadelik önemlidir. Çocuğun anlayamadığı sözcükler ve sözcük öbekleri onu okumaktan soğutabilir. Dil çocuğun anlama seviyesine göre olmalıdır. Gerçeği ya da düşleri konu alan anlatımlarda, çocuğu anlatımla özdeşleştirebilen, çocuk duyarlılıklarını yanıtsan edebiyat çocuk edebiyatıdır. Çocuk edebiyatında derin ruh çözülmelerine yer verilmemelidir. Yazılan şiir, öykü, roman, masalda anlatım ve dil anlaşılır olmalıdır.
Batıda aydınlanma çağında ve sonraki dönemde çocuk edebiyatında uzun bir süre didaktik anlayış hâkimiyetini sürdürdü. Yayınlanan her türlü çocuk kitabı, aydınlanmanın bir ürünü olarak istendik bireyler yetiştirilmesi içindi. Çocuk gerçekçiliği göz ardı edildi. Batıda yirmi birinci yüz yılın ilk çeyreğinden sonra bu anlayışın yerine çocuk gerçekliğine dayanan ve onları birey olarak gören düşünceler yayılmaya başladı.
Bir ürünün çocuğa göre olup olmadığını, onun dili, kurgusu ve anlatımı belirler. Anlatıma uyumlu bir dil, okuyucuya zevk vererek okunandan tat almasını sağlar. Yazar çocuk duyarlılığını ne kadar yakalarsa yakalasın, anlatışında kullandığı dil uygun değilse, o eserin çocuk edebiyatı içinde yer alması tartışılır. Dil ve anlatım; çocukların yaş gruplarına göre değişkenlik gösteren “dilsel, mantıksal, müziksel, vücut kinestetiği, içe dönük, kişiler arası” zekâ türlerine göre olmalı. Çocuk kitapları hangi yaş grubuna hitap ediyorsa, o yaş grubunun dili, algısal, duyusal, zihinsel gelişimi göz önünde bulundurulmalıdır. Onlara güven duyma, sevilme, başarılı olma, bir gruba kabul edilme, sevme, liderlik vb. duygulara yer verilirken didaktik olmaktan kaçınmalı. Çocukların da yorum yapabilen, özgürce düşünen, kendini, başkalarına gereksinim duymadan ifade edebilen birer bireyler oldukları gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca çocukların hayal gücünü geliştirici, kişilik gelişimine yardımcı olmalı, fiziksel ve resimleme yönünden de iyi örnekler sunulmalı. Türkçenin güzellikleri ve gücü çocuklara verilen bu iyi örneklerle okuma alışkanlığı ve sevgisi kazandırılacağı unutul mamalı. Çocuk edebiyatı ve yayınlarının çocuklara sunulurken nitelikli olmasında yazar, çizer ve yayıncıya büyük görevler düşmektedir.
Her gün diş fırçalamak ya da haftada bir spor salonuna gitmek, sigara içmek, kitap okumak, öz çekim yapmak gibi eylemlerimiz, (bunları çoğaltabiliriz) bizim alışkanlığımızdır. Alışkanlıklarımızın bize uzun vadede olumlu ya da olumsuz etkileri olur.
***
“Londra College Üniversitesi tarafından 96 kişiyle yapılan bir araştırmaya göre yeni bir alışkanlık edinmek için gereken ortalama süre 66 gün. Bazı katılımcıların 18 günde de yeni alışkanlıklar edinebildiği görülürken kimilerinde bu sürenin 254 günü bulabildiği kaydedilmiş.”
***
Yeni bir alışkanlık edinmek ya da edindiğimiz alışkanlıklardan kurtulmak için bu sürenin önemi yok. Bunun için kendimizi zorlamalıyız.
***
Bireylere göre değişmekle birlikte, genel olarak uzun süreli olan alışkanlıklarımızdan zor kurtuluruz. Yeni alışkanlıklarımızı da zor ediniriz.
***
Ulus olarak bizde her türlü alışkanlık var ama nedense kitap okuma alışkanlığı yok. Bunun da zamanımı şimdi, dediğinizi duyar gibiyim. Tam zamanı…
***
Okuma alışkanlığında, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında dünyada 86’ncı sırada, yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride.
***
Nüfusumuzun yüzde 0.1 (Binde bir) kitap okuyor. Okuyanların yüzde 65’i aşk, yüzde 24’ü siyasi, yüzde 13’ü düşünce, yüzde 7’si kişisel gelişim kitapları.
***
Neden kitap okumuyoruz sorusuna ekonomik, eğitim sistemimizdeki aksaklıklar, geleceğe dönük projelerin yapılmaması, kültürel farklılıklar, kadına bakış açısı gibi alt başlıklarda yanıtlar arayabiliriz. Bulacağımız yanıt ne olursa olsun, biz okumayan bir ulusuz. Kitaba, farklı bir gözle bakıyoruz.
***
Kitapların yakıldığı, okuyanların potansiyel suçlu görüldüğü, yayınevlerinin, dağıtımcıların birer birer kapandığı bir ülkede kitap okuma alışkanlığından söz etmek oldukça zor.
***
Eğitimde etkisizleştirmek, sınavlardaki test yöntemi, sosyal çevre, düşünce yasakları, insanların kitaplardan uzaklaşma nedenlerinden birkaçı…
***
Her ülkede olduğu gibi, yöneticiler, erk, okuma yazmada, okur düzeyinin belirleyicisidir.
***
Anaokulundan üniversiteye kadar eğitim yuvaları, özgür düşünceli, tartışmacı, araştırmacı, ezberci olmayan gençler yetişmesi için teşvik edilmelidir. Ancak o zaman okuma alışkanlığı kazanılmasında bir adım atılmış olur.
***
Kitap okuyan toplumlarda bireyler kendini ifade edebilme, toplum içinde etkin olma, etkili konuşma, zengin sözcük dağarcığıyla düşüncesini karşısındakine anlatabilme, ikna gücüne sahip olur, hayal dünyası genişler.
***
Okuma alışkanlıklarının olmadığı toplumlarda sabit düşünceli, hayalsiz, öngörüsüz bireyler yetişir. Bu toplumlarda teknoloji, bilim, eğitim ve görüşlerde farlılıklar olmaz, düşünceler gelişmez.
***
Kültür erozyonu günden güne çoğaldığı içi binde birlik okuma oranı daha da aşağılara çekilirse şaşmamak gerekir.
Bol kitaplı günler.
Sonra da AÖF’nin ‘Türkçe’ bölümünü bitirdi. Birçok okulda öğretmenlik ve idarecilik yaptı.
Şiir yazmaya 1987’de başlayan Eşref Karadağ, Yenice Gazetesi’nin düzenlediği Sabri Akay Şiir Yarışması’nda ‘Yüz Liralık Çocukluk’ adlı şiirle mansiyon aldı. “Yaba Öykü, Kıyı, Damar, Karşı, Öğretmen Dünyası, Güneş, Dönemeç, Çalı” gibi dergilerde şiirleri yayınlandı. İlk şiir kitabı “Erik Ağacı Olmak İsteyen Çocuk” 2004’te çıktı. Şiir dosyası “Çıkınımdaki Azıklar” ile Karabük İbrahim Yıldız Şiir Ödülü’nde mansiyon aldı. Şiirin yanı sıra öykü de yazıyor. Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda “Suriye’nin Öyküsü” adlı öyküyle ikincilik kazandı. ‘Küçük Menderes’ Gazetesi’nde arada bir güncel konularda yazılar yazdı.
Dedem Bir Maymun, Sevgi İzi, Noel Babalar Grevde, Torbadaki Maksim Gorki, Özgürlük mü O da Ne? Çıkınımdaki Azıklar, Küçük Şehir Belediye Başkanı (Nursel Çetin’le ortak kitap) Talanya (şiir) Mezarlıktaki Işık, Afra Tafra, Belirsiz Gün ve Haftalar. Yangın, Alsancak Dedektifleri. Binbir Kötülük, Sihirli Sınav, Dede ile Sayın Okaliptüs, Dersten Kaça Şiirler.
Edebiyatın birçok alanında, çocuk öykü, gençlik romanı, çocuk şiiri, yetişkin öykü, roman dallarında ürünler veren Eşref Karadağ, TRT’nin açmış olduğu Çocuk Bahçesi radyo oyunu dalında ikincilik aldı. TRT radyolarında birçok oyunu yayımlandı.
Osmangazi Belediyesi tarafından her yıl düzenlenen ve Türkiye’nin en uzun soluklu edebiyat yarışmasından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması’nda “Bir Çingene Masalı” isimli romanıyla üçüncü oldu.
Yazarın kullandığı dil onun parmak izidir. Eşref Karadağ kendi dilini oluşturmuş bir yazar. Bir kitabın kapağına bakmadan o kitabı okusanız, Eşref Karadağ’ın bir eseri olduğunu anlarsınız. Çocuk kitaplarında toplumsal sorunlara, yaralara parmak basarken onların dilsel, mantıksal, vücut kinestetiği, içe dönüklük, kişiler arası zeka türlerini göz önünde tutarak çocukları ötekileştirmeden, çocuk gerçekliğine dayanan, onun birey olduğunu gözler önüne seren kitaplar yazmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse “Sevgi İzi” kitabında bir otizimli çocuğun sorunlarına dikkat çeker.
Anton Çehov “Büyükler ve çocuklar için ayrı ilaç var mı, dozlar değişir yalnızca.” demiş. Eşref Karadağ çocuk kitaplarında çok iyi ayarlayan bir yazar. Yetişkinler için kaleme aldığı, kara mizaha kaçmadan ince bir zeka ürünü olan öyküleri, sizi yaşamın gözden kaçmış alanlarına savurur. Nice kitaplara sevgili Eşref Karadağ…
1993 Temmuz’dan sonra ne zaman nerde bir madımak lafı duysam burnumun direği sızılar içim yanar. Aklıma yangında yitirdiğimiz 37 aydın can, canlar gelir. Aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi yangından kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edildi, linç edilmesi için oradaki kalabalığa itilmesi hâlâ belleklerde.
Kurtuluş Savaşı’nda Cumhuriyete beşik sallamış bir şehirde insanlık onurunu ayaklar altına alan bu bağnazlığı her şeyden önce bir insan olarak kınıyorum. 2 Temmuz 1993 Cumhuriyet tarihine çalınmış bir kara leke olarak kalacak.
Yetkili merci tarafından kültürel bir etkinlik için aydınlar davet ediliyor ve şehre gelmeleriyle gizli bir güç olayların fitilini ateşlemek için harekete geçiyor. İki günlük sürede gizli eller eylem için kitleyi oya gibi ilmek ilmek işliyor. Daha acısı, devleti temsil eden mülki amir bağıra bağıra gelen terörü görüp engelleyemiyor. Orada devletin olmadığı açıkça görülüyor. Onca kolluk kuvveti, devletin güvenlik birimleri nerede sorusunu sormak gerek. Kıyım için birileri fitili ateşledikten sonra mülki amir kadar İçişleri Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığındaki yetkililer de sorumludur o insanları koruyamadıkları, 37 canı alevlerin ağzından alamadıkları için. Yetkililer, bugün geriye dönüp baktıklarında yürekleri kanamadan vicdan rahatlığıyla uyuyabiliyorlar mı?
Aklıselim kafayla düşünelim. Yol çalışması olmadığı halde Madımak Oteli’nin yakınında kaldırım taşlarının olması, olayları yatıştırmak için gelen askerlerin Madımak Oteli’nin önündeki sürüyü dağıtmak yerine, başka sokak ve caddelerde oluşabilecek kalabalığı dağıtmak için önlem alması, sokakları tutması manidardır. Küçük bir askeri birliğin otelin önündeki alana gelmesi, göstericiler, askerlerin önüne etten bir duvar çekerek otele geçmelerini engellemesi sonucunda bir albay göstericilerle konuşur; kalabalık karşısında cılız kalan askerler geri çekmek zorunda kalır ve oteldekiler göz göre göre kaçınılmaz sona doğru bir adım daha yaklaşır.
O zaman da yazılıp çizildi. Davalar açıldı, insanlar tutuklandı, aklandı. Bu kıyımdan sonra başlatılan soruşturma çerçevesinde olaylara karıştığı belirlenenlerden 79’u tutuklu, 124’ü sanık olarak yargılandı. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen bilgiye göre gelinen son nokta da hükümlü sayısı; 38 olduğu söyleniyor. Önemli olan, Nasrettin Hoca gibi testi kırılmadan önlemini almak... Testi kırıldıktan sonra aldığınız önlemin ne önemi var? İçerideki hükümlü sayısı 38, 338, 3338 olsa ne fark eder? Tarihin her döneminde olduğu gibi bugün bile vatan ya da din elden gidiyor demeniz yeterli. Kitleleri peşinizden sürükleyebilirsiniz. Sormadan sorgulamadan o yangındaki güruh gibi yüzlerce binlerce insan peşinize takılır. Olayları çıkaranlara ayak takımı denildi o zaman. Ayak takımı denen sürü önlerinde biri olmadan bu zamana kadar ne yapmış? Doğru, orada fitili ateşleyen ve onu gizleyen düşünme yetisini kaybetmiş bir sürü vardı ama onlar olayların görünen yüzüydü.
Bırakın insanı, bir canlıyı öldürmeyi, nasıl göze alabilir insan, hele birini yakmayı? Özellikle de bunu inanç, inandığın din adına yapıyorsa. Bu din ki insanı, canlıların en yücesi sayan bir din, sen, onun adına yapıyorsun. Vermediğin bir canı geri almaya kalkıyorsun. Ne olursa olsun, hiçbir sebep insanı, bir canlıyı öldürmek için neden değildir, olmamalı da.
O yangının üzerinden tam tam otuz yıl geçti. İki Temmuzlar hep yangınla anılacak ve anılmaya da devam edecek. Canlar ne için yakıldı, kim yaktı? Ateşi yakmak için kıvılcımı kim çaktı? O zaman olduğu gibi bugün de karanlık güçler iş başında ve olmaya da devam edecek. Bugün ülkemin aydınlarına düşen görev bir kat daha ağırlaşmış, sorumlulukları bir kat daha da artmıştır. Aydınım diyen, aydın olduğunu söyleyebilen bunun bilincinde olmalı. Karanlıklardan çıkmak için şapkamızı önümüze koyup düşünmeliyiz...
Son yıllarda dini ve milli bayramların gelmesini dört gözle bekler oldu insanalar. Çünkü kentte yaşayan birçok insan stresten, iş yorgunluğundan kısa süreliğine de olsa kurtulmak için bu günleri dinlenme ve tatil olarak değerlendirmeye başladı.
Eskiden bayram hazırlıklar birkaç gün önce başlar, son olarak da geleneksel tatlılar yapılır, dini bayramlarda büyükler ve aile fertleri ziyaret edilir, tüm aile toplanılır ve hoş vakit geçirilirdi. Mümkün olduğu kadar dost ve komşular bir araya gelir, el öpen çocuklara para, mendil ya da şeker vermek bir zaman gelenekti. Değişen koşullar ve yaşam biçimiyle bu gelenek yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttu.
Her ulusun önemli günleri, milli ve dini bayramları var. Bunlar toplumu birlik beraberlik, kardeşlik ve dayanışma içinde tutan, duyguların, inanışların pekişmesini, canlı tutulmasını sağlayan, saygı ve sevgi temelinde insanları birleştiren önemli günler.
Aralarında kin, nefret, düşmanlık bulunanlar bu günlerde duygularının sevgiye dönüşmesi; küçüklerin büyüklere saygı, büyüklerin küçüklere sevgi göstermesi, hastaların ziyaret edilmesi, verilecek küçük hediyelerle çocukların gönlünün alınması, eş, dost ve akrabanın kaynaşması, genellikle bayram günlerinde daha da su yüzüne çıkmaktaydı; son zamanlarda bunlar yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttu.
Bayram namazında aynı safta, camiden çıktıktan sonra yan yana durduğun senin din kardeşin değil mi, neden bayramlaşmazsın? Bu soruyu sormak haddim değil ama sormadan da edemiyorum. Bayram namazından çıkanlar tanış arar, varsa bir iki kişi, onunla bayramlaşır, sonra doğru evine, oradan da tatil beldesine. Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak olası. Çevrenizde yüzlercesi var. Hiç değilse bayramın ilk günü evinde, ocağında, mahallende, semtinde oyalansan da komşun Fatma Teyze’yle, yaşlı Ahmet Bey’le bayramlaşsaydın. Ayşe Teyze’nin de gönlünü alsaydın…
Bozulmayı, yozlaşmayı yaşamın her alanında görmek olası…Kentlerdeki tabela isimlerinden tutun da yiyecek, giyecek, aydınlanma, aşevleri, çayevleri aklınıza gelebilen her şeyde var. Yozlaşmaya neden olan etkenlere hiçbir kurum durdurma çabası gösterip önlem almıyor.
Ulusları ulus yapan başta dil birliği olmak üzere o ulusun kültürüdür. Dille, kültürle bayramın ne alakası var gibi bir soru akla gelebilir. Bayramlaşmak bizim kültürümüz, bir parçamız, değerimiz...
Her yıl olduğu gibi arefe günü ve öncesinden ana arteller, yollar araç trafiğiyle yine dolup taştı. Bekler olduğumuz, bildik kaza haberleri yürekleri yakmaya başladı. Sahillerin, tatil beldelerinin nüfusu plansız arttı, yine yerel yönetimler yetersiz kaldı.
Sözlerini Ruhi Su’nun yazdığı, Rahmi Saltuk’un bestelediği “Bayram benim neyime” ağıdının sözleri her bayram geldiğinde yüreğimi dağlar. Mezarlardan çıktılar/bayram benim neyime/çekip şerifi vurdular/ kan damlar yüreğime.
“Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka.” Halil Cibran
Manavgat’ın ilçe olmasından bir yıl sonra Taşağıl bucak olmuş. Bu güzel belde 1963 ve 2008 orman yangınlarında ciddi ölçüde etkilenmiş, doğal zenginliğini kaybetmiştir.
Bunlar Cumhuriyet, Totaliter, Otoriter, Monarşi Sosyalizm, Komünizm, Faşizm, Otokrasi, Feodalizm ve Teokrasi. Cumhuriyetin demokratik olması, o ülkede herkesin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katılması demek. İnsanların eşit haklara sahip olduklarını gösteren bir yönetim biçimidir. Demokratik cumhuriyetlerin yönetimi, ülkeyi yöneteceklerin halk tarafından seçilmesi temeline dayanır. Çoğunluğun yönetimde söz sahibi olmasıdır. Yönetimlerde azınlık hakların güvencesi, sosyal eşitsizliği kaldırma çabası; fırsat eşitliği sağlamak, kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetimdir demokrasi. Bir ülkede yaşayan insanların çoğunluk, azınlık, fakir veya zengin olsun demokrasilerin ortak yönü halka dayanmasıdır. Çok partili sistemlerde düşünceler partiler tarafından temsil edilir. O düşünceler ışığında halk kendileri adına karar alacak, devlet politikası oluşturacak yönetimi, yöneticileri seçer. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil eden partiler olması da kaçınılmaz. Bu da halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlar. Mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok parti olduğu için istikrarın sağlanması güçleşir ama bu demokrasilerin olmazsa olmazıdır…
dürüstlük, çalışkanlık, iyi niyetlilik, onurluluk gibi özellikler yükleyen köy romanı örneklerinden biri Dereler Buz Bağladı.
Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan şarkısı umut dolu sözlerle gençlerin bıkıp usanmadan dinlediği bir şarkıydı.