Bizler kardeşiz ve bin yıldır bu topraklarda birlikte yaşıyoruz. Türk-Kürt kardeştir ve kimse bizi ayıramaz mealindeki söz ve konuşmaları on yıllardır gittiğimiz her yerde duyuyoruz ve hatta bizler de sık sık bu türden izahları yapıyoruz. Doğrusu 90 yıldır varlığını devam ettiren Kürt meselesi bugüne kadar bu ülkede coğrafi bir bölünmeyle sonuçlanmamışsa bunda gerçekten kardeşlik duygusunun çok büyük bir etkisi ve katkısı olmuştur. En çok da kardeş olmanın bilincini idrak etmiş olmak bu süreyi daha çok uzatabilmiştir.
Peki, bizler neyin kardeşliğini yaşıyorduk? Bir taraftan ezilen ulus-millet-etnik veya insan kitlesi varken ve diğer taraftan ezen ulus-millet-etnik grup üstünlüğü havadaki her toz zerreciğinde bile kendini göstermesine rağmen neydi bizi kardeş kılan? Bize, bizim birbirimizle problemimiz yok dedirten o kardeşlik şuuru neyden besleniyordu? Ya da bunca yaşanan acı olaylara rağmen Kürt halkının kahir ekseriyetine biz ayrılmak istemiyoruz duruşunu veren neydi? Bu soruların hepsini kime sorarsak soralım çoğunlukla alacağımız ortak cevap; dindaşlık olurdu. Yani İslam, yani Müslümanlığın vermiş olduğu ortak aidiyet duygusu. Aynı camide Kürt-Türk ittifakıyla oluşan sıkı saflar ve bu safların karşılıklı selamlaşma ile sürmesi. Birbirimizi etnik kökenimizden dolayı değil, daha çok Müslüman oluşumuzdan sevmemiz. Aynı dine, aynı kitaba, aynı nebiye inanıyor ve aynı kıbleye yöneliyor olmamız. Üstünlüğün ırkta değil takvada olduğuna itaat etmiş olmamız. Evet, sadece bu birkaç neden bile Türk-Kürt mahallelerinde eşitlik ve adalet olmadığı halde kardeşlik duygusunu pekiştirmişti.
Fakat bugün aynı şeyleri söyleyebiliyor muyuz? Bugün biz kardeş miyiz gerçekten? Hala Türk-Kürt kardeştir ve bin yıldır birlikte yaşadık yine de yaşayacağız diye bağırabiliyor muyuz? Maalesef diyemiyoruz. Artık anlaşıldı ki eşitlik yoksa kardeşlik zaten gerçekleşemez. Adalet yoksa kardeşlik duygusu hep eksik kalır. Dindaşlık diyeceksiniz. Hepimiz Müslümanız diyeceksiniz! O da artık etki ve fayda etmiyor. Üzgünüm bu böyle. Artık İslamın ve Müslümanlığın vermiş olduğu ortak aidiyet duygusu da kalmadı. Bir kere Türkiyede sekülerizme yenilen din ve pratikten çok teoriyle sınırlandırılmış İslami yaşantı eşitliği, adaletli ve herkesin onurlu bir yaşamı elde etmesini sağlayamıyor. Baksanıza, artık birbirimize nereli olduğunu öğrendikten sonra gösterdiğimiz muamele değişebiliyor. Topyekûn bir topluluğu terörist ilan etmek artık hiç de zor değil. Bölücü yaftası yapıştırmak, hain damgası vurmak eskimemiş. Ya da tam aksine artık kendimizi ezdirmeyeceğiz ve biz de ezeceğiz görüşü hayata geçirilmeye başlandı.
Birbirimizin ölüsüne bile sevinecek hale gelen bir toplum olduk. Görüşlere saygıyı, farklı fikir ve felsefe dünyalarına tahammülü, demokrasi ilkeleri içerisinde herkesin ortak temsiliyetini de geçtim. Artık ölülere bile sadece ölü olması hasebiyle verilmesi gereken kıymet verilmiyor. Ölü bedeni kutsamak nasıl bir psikopatlık ve sapıklık ise aynı şekilde ölü bedene eziyet, işkence veya daha çok zarar vermek de zulümdür. Kişi ölürken günahı ve sevabıyla Allaha aitken ve ölümüyle birlikte ırkından, inanıcından, mezhebinden bir şey kalmıyorken ve bunu bize İslam öğretmişken ölü bir bedeni TOMA arkasında sürüklemek de neyin nesi? Ya da öldürülen bir polisin bedenini ateşe verip yakmak hangi İslamın öğretisi? Ya da bunların hepsine sevinmek hangi kardeşliğin özü? Dirisine hayattayken belki hak etmediği saygıyı ölüsüne göstermemiz gerekirken birbirimize olan kinimiz artık buna müsaade etmiyor. Kutuplaşma var diyeceksiniz. Bu durum artık kutuplaşmanın çok ötesinde bir şey! İzahı yapılamıyor, anlaşılabilir bir yanı yok ve tek gördüğümüz coğrafi bölünme olmadığı halde coğrafi bölünmeden daha tehlikeli olan zihin ve kalp-gönül ayrılığını artık yaşadık ve yaşıyoruz.
İnancımızla ters düştüğümüzü fark edemiyor ve bunu önemsemiyoruz bile. Türkler ve Kürtler artık kendilerine yeni bir tipoloji çizdiler. Hayal ve tasavvur ettiğimiz tipolojiye uymuyorsa kendimizce birtakım inkârlara giriştik. Türk Kürt bu milleti tevhid inancına sahip olduğunu iddia edeceğiz. Ümmetin derdiyle dertlenmeyi görev bildiğimizi her fırsatta deklare edeceğiz ve belki bugün bile kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de istemedikçe cennete girilemeyeceğinin bilinci hala canlı tutmamıza rağmen kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için istemekten vazgeçeceğiz, hatta vazgeçebilecek bir istek bile oluşamayacak zihnimizde. Artık Fıratın ötesine, Diclenin berisine gitmek gözden çıkarılmış. Adeta zihinsel sınırlandırmalar yapılıyor.
Nobel edebiyat ödülünü alan Mardinli Aziz Sancar Türkiyeye yıllar sonra bu onuru ve gururu yaşatan bir kişi olmasına rağmen milletçe sevinmek yerine kalkıp ırkını etnik kökenini sorgulayıp konuştuk. Türk mü? Kürt mü? Arap mı? Arabım derse kısmen üzülecek ya da aman bize ne diyecek bir kutup ama Kürdüm derse belki kimsenin kaale bile almayacağı bir başarı mı olacaktı bu? Belki Aziz Sancar BBCnin kendisine ırkıyla ilgili soruduğu soruya mecburi çaresizlikten veya öğretilmiş çaresizlikten dolayı ben nereli olursam olayım Türküm dedi. Belki gerçekten de kendini Türk görüyor ve öyle hissediyordur. Ama bunun ne önemi var? Nobel ödülünün neye ve ülke vatandaşı olarak kime verildiği daha önemli değil mi? Ama bir kere zihnen bölündük ve bir başarıya bile sevinemez durumdayız. Hele onu elde eden bir Kürt ise galiba konuşulmaz bile. Ya da konuşulması ve sevinilmesi için illa Türküm demesi ya da Türklükle dünya tarihinin bir yerinde bir bağının olmuş olması lazım! Kendimize yazık ediyoruz diyeceğim ama onu da geçmişiz ki
Ezcümle kardeşlik için hamaset ve tekleştirme değil, önce adalet terazisinin dengesi ve sonra eşitlik ve akabinde da kardeşlik.