Birinci Cihan harbinden bugüne kadar dünya sisteminin iplerini kendi ellerinde tutan, zaman ve mekân şartları değiştikçe de sistemi yenileyen; ya da sistemi yenilemek için zaman ve mekân şartlarına müdahale eden sistemin sahipleri son 1 asırdır Ortadoğudan vazgeçmediler. Ortadoğunun son bir asırlık tarihine baktığımızda hep aynı şeyi görüyoruz. Sürekli değişen, yenilenen ve dönüşen Ortadoğu, ama aynı Ortadoğuda hiç değişmeyen ve hep ilerleyerek büyüyen kadim sorunlar. Siyasi istikrarsızlıklar, çatışmalar, ekonomik ve sosyal krizler, mezhep savaşları, etnik kökene dair meseleler, halk sorunları ve adaletsizlik, zulüm, şiddet en nihayetinde katliamlar.
Ortadoğu hem Müslümanlar için çok önemli hatta en önemli bölgedir hem de sistemin sahipleri olan Batı için. Bölgenin Müslümanlar için önemi, siyasi ve kültürel zenginliğinden, İslama olan ev sahipliğinden ve içinde dini, edebi-ebedi çok kadim değerleri taşımasından gelir. Yani bu bölge Müslümanlar için dünyanın adeta nefes borusu konumunda. Batı içinse hiç kuşku yok ki; jeopolitik konumu ve önemli yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmasıyla hep önem kazanmıştır. İslam coğrafyası, Ortadoğu ile olan maddi ve manevi bağını kestiği gün Batı bu bölgeye bir karabasan gibi çöktü ve bir daha da ne gitti ne de Müslümanlar onları gönderebildi.
Sevr antlaşması, 1. ve 2. Lozan görüşmeleri hem kısm-i azamisiyle Osmanlının hem de Ortadoğunun Batı tarafından dönüştürülmeye başlandığı ve dünya sistemine entegrasyonlarının temelinin atıldığı tuzaklardır. Öyle ki, Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte Ortadoğuda Batının güdümünde oluşan ulus devletler ve bunların siyasi ve ekonomik olarak sözde bağımsızlaşmaları bu bölgede günümüze kadar devam eden siyasi, ekonomik, dini ve toplumsal meselelerin başlangıcı olmuştur. Özellikle 2. Cihan harbinden sonra Ortadoğuda bağımsızlığını elde etmeyen devlet kalmazken; buna karşın bu devletler ekonomik ve siyasal özgürlüklerini sağlayamamış, etnik-dini ve ideolojik rekabetlerle boğuşarak bugüne gelmişlerdir. Aynı şekilde otoriter yönetimlerin siyasete etkisi, istikrarsızlığı ve uzun vadeli çatışmaları doğurmuştur. Bunların hepsi sistemin sahibi olan Batının yönlendirmesi ve hakemliğinin de katkısıyla gerçekleşmiştir.
Ulus devleti projesi, sistemin Ortadoğuyu dönüştürmek için son 1 asırdır kullandığı en büyük tuzaktır. Bölge ülkelerinin ya da halklarının büyük bir çoğunluğu bu tuzakla dönüşmüşken, bundan şuana kadar etkilenmeyen yalnızca Kürtler oldu. Aslında son yıllarda yaşadıklarımız sistemin bölgeyi yeniden dizayn girişimi olarak okunabilir. Bu dizaynda ise en önemli aktör Kürtlerdir. Burada Kürtlere çok büyük görev ve sorumluluklar düşüyor. Kürtler burada bir tercih yapmak zorundadırlar. Kendileri için en ideal ve mümkün olanı seçmelidir. Bir Kürt ulus devleti mi? Bu yönde bağımsızlık için mi adım atmak? Yoksa ulus devlet sınırlarının çizilmeyeceği, İslamdan daha çok uzaklaşmadan komün gibi bir talihsiz maceraya sürüklenmeden özellikle Türklerle birlik ve ortaklık mı? Eğer ki bugünün şartlarında Kürtlerin ulus devlet diye bir projesi varsa ki ben Kürt halkının böyle bir ideal peşinde olduğuna kesinlikle inanmıyorum ama baskı ve zorlamalar, PKKnın bu yöndeki girişimleri Kürtleri sistem sahiplerinin tuzağına düşürür. Böylece Kürtlerin de sisteme entegrasyonu sağlanmış olur. Bu da Ortadoğunun tamamen sistem lehine dönüşümü demektir.
Ayrıca bir Kürt ulus devletinin kurulması, sadece Türkiyeden 10-15 vilayet topraklarının alınması ve-ya buna Kuzey Irak yönetimini de dâhil edilmesiyle de olacak bir şey değil. Sosyal, siyasal, ekonomik ve bilim açısından şartlar böyle bir şey için mümkün değilken, üstelik ulus devlet mantığının tüm önemini ve geçerliliğini yitirdiği 21.yyda Kürtler, sistem sahibi Batının ve PKKnın ulus devlet tuzağına düşmemelidir. Bunun yerine sınırların giderek parçalandığı diğer milletlerle güzel ve birlik olunabildiği, adaletli, eşitlikçi, demokratik bir siyasal ve sosyal sistemin inşası için çalışmalıdır. Gerçekten Kürtlerin ihtiyacı olan nedir? Bu soruya yazar Mehmet EFE şöyle cevap veriyor: İhtiyacımız olan, Kürtlere bir ulus devlet değil; Türkiyeyi bir ulus devlet olmaktan çıkarmak ve Kürtlerle Türkerin ortaklığını kurmaktır. Evet, bu çok anlamlı bir öneri ve olması gereken bir çözümdür. Kürtler egemenlik mücadelesi değil ortaklık, birlik ve hepsinden öte adaletin tesisi için uğraş vermelidir. Bugün her şeye rağmen tüm koz ve güçler, zaman ve mekân şansı Kürtlerin lehine işliyor. AK Parti iktidarına kadar Türkiyede Kürtler sistematik bir kıyıma, adaletsiz ve eşit olmayan bir yaşama mahkûm edildi. Ölümler, yasaklar, tehcirler ve yaşanan tüm zulümler sistemle beraber Kürtü Türke, Türkü Kürte ve Kürtleri topyekûn İslama düşman etme planları. Kısmen başarılı olan bu kumpaslara karşı mücadele edilmeli.
Burada hiç şüphe yok ki Türklere de çok şey düşüyor. Türkler bu coğrafyaya dayatılan Türk ırkçılığından vazgeçip buna tepki olarak Kürt ırkçılığının doğmasına engel olmak zorundadırlar. Türkler kendi varlıklarını Kürtleri tahkir ve tezyifle, onları red ve asimile etme girişimiyle sağlama yoluna gitmemelidirler. 80 yıllık devlet zulmü ile yüzleşmeye gitme cesaretini göstermeli ve Kürtlerin haklı isyan ve haykırışlarını bir bölünme telaşı olarak görmekten vazgeçmelidirler. PKKnın şiddet ve cinayetlerini Kürtlere mal etmekten derhal kaçınıp onlarla birlikte bölgemizde her şeyden önce adalet ve eşitliğin inşası, Batı sisteminin istilasına karşı mücadele edildiği vakit bölge bizimle beraber ayağa kalkabilecektir. Aksi bir durumda Kürtlerin ulus devlet tuzağıyla kopuşu sadece onların değil Türklerin de yeniden dönüştürülmesine sebep olacaktır. Çünkü yanı başımızda sadece Kürtleri değil aynı zamanda Türkleri de yemek için çok aç kurt bekliyor. Birlikte ortakça yaşamak veya birlikte aç kurtlar sürüsüne yem olmak! İkisi de bizim elimizde. Ortadoğunun kaderi Türkler ve Kürtlerin elinde.