Türkiyede 2007 referandumundan sonra çok ciddi bir sistem kargaşası oluştu. Aslında sistem kargaşası 2007 öncesi de zaman zaman gerek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerekse seçim sonrasında cumhurbaşkanı ile hükumet arasındaki krizlerde kendini gösteriyordu. Fakat o dönemlerde hâkim bir Kemalist ideoloji vardı ve bu krizler sürekli olağan olarak topluma dayatılıyordu.
Fakat bu sistem karışıklığının bir taraf için kurmuş olduğu hegemonya, bir taraf için de yaratmış olduğu mağduriyet sonsuza dek sürecek değildi. Zamanı geldiğinde ama aniden değil tedrici olmak kaydıyla sistem değişikliği başlayacaktı, tüm direnmelere ve hâkim hegemonyayı korumak için yapılacak engellemelere rağmen.
2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP öncülüğündeki muhalefetin meclise AK Parti adayı Abdullah Gülü seçtirmeme uğraşı önce bir referandumu ve akabinde Abdullah Gülün cumhurbaşkanlığını getirdi. Daha sonra da artık cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi yasalaştı. Aslında bir anlamda muhalefet büyük bir hezimet yaşamış ve korktukları başlarına gelmişti. O gün Abdullah Gülün seçilmesine o denli karşı çıkmamış olsalardı belki bugün halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı durumu olmazdı. Tabi o gün yaşananlar şüphesiz Türkiye için en hayırlısı olmuştu ve Kemalist ideoloji ilk defa böylesi ciddi bir sarsıntı geçirmişti.
Hasıl-ı kelam o hadisenin üzerinden 9 yıl geçti ve sıradaki cumhurbaşkanını seçmek artık halkın yetkisindeydi ve halk kararını vererek Recep Tayyip Erdoğanı seçimle başa gelen ilk cumhurbaşkanı olarak göreve getirdi. Aslında bu şekilde hem Erdoğanın aklındaki anayasa ve sistem değişikliğine adım adım gidiliyordu hem de mevcut Çankayadaki CHP ideolojisisönmeye yüz tutuyordu.
Cumhurbaşkanlığı resmi binası olan Çankaya Köşkünün başbakanlığa verilmesi ve yeni Külliyenin veya muhaliflere göre sarayın cumhurbaşkanlığına tahsis edilmesi Çankayalı Kemalist ideolojiye büyük bir darbeydi ve çok isabetli olmuştu. Bununla birlikte cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmiş olması şimdilik hukuken olmasa da fiilen yarı başkanlığı doğurmuştu. Bu da zaman içinde anayasal sistem değişikliği demekti.
Şuan Türkiyede yarı başkanlık sistemi fiilen hayata geçmiş durumda. Çünkü Türkiyede daha çok sembolik bir protokol makamı olan ve daha çok protokollerde şeref veren cumhurbaşkanını artık halk seçiyor. Başka bir kanıtı hali hazırda Erdoğan ile birlikte cumhurbaşkanlığı bir icra makamına dönüştü. Gerek siyasette gerek dış politikada neredeyse hükumetten daha çok aktif ve etkin olan bir cumhurbaşkanlığı portresi mevcut.
Zaten bu sistem ile eskisi gibi pasif bir cumhurbaşkanlığı olamazdı. Öyle kalacak olsaydı Erdoğan ve ardındaki cumhurbaşkanları Çankayada oturmaya devam ederdi. Fakat burada bir detay var. Halk diyor k; ben seçtiysem, benim seçtiğim kişi sembolik olamaz. Madem anayasa cumhurbaşkanını bana seçtirme hakkı verdi, ben seçtiğim kişinin aktif ve etkin olmasını, bana hizmet etmesini isterim. Cumhurbaşkanı da haklı olarak diyor ki; Ben halk tarafından seçildim, yani ben milli iradenin tezahürüyüm. Dolayısıyla ben beni seçen halka karşı vazifeliyim, sorumluyum. İcra makamında olacağım ve olmak zorundayım. Hakikat de bu zaten.
O zaman ne yapılması gerekiyor? Başkanlık tartışmasından önce bir anaysa değişikliği ve eşitlikçi, özgürlükçü, adaletli ve her kesimi kucaklayan Kemalist hegemonyayı yerle yeksan edecek yeni bir anayasa yapılmalı. Başkanlık sistemi veya fiilen uygulanan yarı başkanlığın yasal statü kazanması yeni anayasa yapıldıktan sonra konuşulmalı ve tartışılmalı. O zaman yeni sistemin hem meşruluğu kesinlik kazanmış olur hem de sivil yani halk desteği tam olur.
Zaten Recep Tayyip Erdoğanın seçilip aktif bir cumhurbaşkanı portresi çizmesinden bir süre sonra zor da olsa muhalefet de aslında yarı başkanlığı kabul etmiş vaziyette. Artık hepsi Erdoğanı çok güzel bir şekilde muhatap alıyorlar ve dinliyorlar. Yeni anayasa yapıldıktan sonra eminim ki muhalefet başkanlığa da alışacak ve onu kabullenecektir, ama kısa zamanda ama uzun...
Şu da var ki, çok önemli, cumhurbaşkanı Erdoğandan sonra seçilecek olan yeni cumhurbaşkanları da en az Erdoğan kadar aktif ve etkin olmalı, olmak zorunda. Çünkü halk tarafından seçiliyor, üstelik hangi partiden olursa olsun. Düşünsenize Ekmeleddin İhsanoğlunun halk tarafından seçilmiş olması acaba nasıl bir infial yaratırdı! Çünkü protokollere şeref vermekten başka bir şey yapmayacaktı.
Evet, fiiliyata yansımamış olsa bile anayasadan kaynaklı bir sistem kargaşası var. Halkın yetki ve etki alanını genişlettiği cumhurbaşkanlığı anayasal sınırlamaya takılıyor. Dahası yine anayasadan ve yetki kargaşasından dolayı yürütme ile yasama farklı partiler olması halinde müthiş bir çatışma içine girecekler ki, şuan bile Erdoğan ile Davutoğlu arasında zaman zaman gerilimler olabiliyor, bu da çok doğal. Ve buna rağmen hala çok başarılı yürütüyorlar. Ama bu hep böyle devam edecek de değil.
Bu sebepledir ki tedricen Türkiyede sistem değişecek. Muhalefet de bu değişime katılmak zorunda kalacaktır. İngiliz eseri parlamenter sistem gidecek, yerine bu ülkenin akıllı insanlarının yapacağı başkanlık sistemi en kötü yarı başkanlık sistemi gelecektir. Bunun kaçarı yok. Çünkü burada parlamenter sistemin mi yoksa başkanlığın mı daha iyi veya kötü olduğundan ziyade şartlar gereği de sistem değişmek zorunda. Ama tekrar ediyorum sistem değişikliğinden önce anayasa değişikliği!