Batıdaki binalar sadece aydınlanmış taraflarını gösterirler, yani güneşin üzerinde parladığı ve sisin geri kalanlarını sakladığı taraflarını.
Güneş doğup pusu dağıtıp tepelerin üzeri görünmeye ve mavi ortaya çıkmaya başladığında, binalar, ışıklarını ve gölgelerini açığa çıkarırlar.
İnce buharın içinden sadece ışıkları görünür, daha yoğun hava içinde kalan kısımları ise hiç görünmez.
Bu olay, sisin yatay olarak yayıldığı vakitte gerçekleşir. Sisin uçları gökyüzünün maviliği karşısında belirsizleşmeye başlar. Yere doğru toz kalkması gibi görünür.
Aynı oranda atmosfer yoğun olduğunda, şehirdeki binalar ve manzaranın içindeki ağaçlar daha az görünecektir.
Karanlık her şeyi etkiler. Bir nesne karanlıktan ne kadar sıyrılırsa o kadar gerçek ve doğal rengini gösterir.
Yoğunluk öyle bir dereceye yükselir ki, tepelerin karanlığı bölünür, zirveye doğru yok olur ve sadece aralarında uzun mesafe olan dağlar görünür.
Birbirine yakın ve alçak tepeler arasında ayırt edilebilir ölçüde az sis vardır ve dibe doğru gittikçe azalır.”
Leonardo Da Vinci’nin Atmosferin dünyayı ve dünyada bulunan her nesneyi nasıl kapladığını bir sanatçı gözüyle yorumlamasının konumuza ayrı bir estetik ve derinlik kattığını kabul etmeliyiz. Ayrıca Da vinci’nin baş ve yüz ölçüleri, el ve ayak ölçüleri hakkındaki tespitleri de oldukça şaşırtıcı ve düşündürücüdür.
Da Vinci, ilişki terminolojisi konusunda önceki bölümlerimizde de önerilen altın bir kuralda olduğu gibi, varsayılan her şey arasında bir ilişkinin olduğunu varsayarak; “Güç, fiziksel hareketin çocuğu, Ruhsal hareketin torunu ve yerçekiminin annesidir” demektedir.