Sayfa Yükleniyor...
Cumhuriyet devri hikâye ve roman yazarlarından Sadri Ertem İstanbul’da doğdu. Doğum tarihi kaynaklarda 1888, doğduğu söylense de doğum tarihi tam tarihi bilinmemektedir. Bunun yanında okul mezuniyet tarihlerinde ve ismi konusunda da aynı karışıklık görülmektedir. Değişik kaynaklarda hakkında yazılanlarda ismi Sadri E. Ertem, Sadri Etem (Ethem), Sadri Ethem Ertem, Sadri Ertem gibi farklı şekillerde geçmektedir. Yazar asıl isminin Sadreddin olduğunu, nüfus defterine Hayreddin olarak geçtiğini de belirtmektedir. Soyadı kanunundan önceki yazılarında Sadri Etem (Ethem), sonrakilerde ise Sadri Ertem imzasını kullanmıştır.
Memduh Şevket, bir süre çiftçilikle uğraştıktan sonra Reji Muhafaza Müdürlüğü’nde çalıştı. Genç yaşta İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne girdi. Esnaf Odaları mümessilliği ve Anadolu Vilâyetleri müfettişliği görevlerinde bulundu.
***
Kör Ali İhsan Bey ve Kara Kemal’in liderliğindeki Meslekî Temsilciler Grubu’na katıldı. İstanbul’un işgali üzerine arkadaşlarıyla birlikte İtalya’ya kaçmak zorunda kaldı. Dönüşünde Ankara’ya gitti ve Millî Mücadele’ye iştirak etti.
***
Meslekî temsilcilik fikirleri sebebiyle tek parti (Cumhuriyet Halk Fırkası) iktidarına ters düştüğünden zaman zaman elçilik göreviyle yurt dışına gönderildi. Bakü (1920-1924), Tahran (1925-1930), Kâbil (1933-1941) elçiliklerinde bulundu. Elazığ (1931-1933) ve Bilecik (1941-1950) milletvekilliği, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel sekreterliği (1942-1945) yaptı.
***
Güçlü Türkçecilik bilincine sahip olan Memduh Şevket’in dil ve üslûbu sanat hayatı müddetince belli bir dinamizme sahiptir. İlk hikâyeleriyle Miras romanında Edebiyât-ı Cedîde ile Millî Edebiyat’ın dil anlayışı arasında gidip gelen yazar daha çok yazı diline bağlı kalır ve dilde belli bir istikrardan çok kararsızlık dikkati çeker.
***
Israr ettiği suni, kapalı, uzun birleşik cümleleri mâna ve yapı bakımından yer yer ârızalıdır. 1920’lerden itibaren tesir, arayış ve kitâbî yazı dilinden uzaklaşmaya başlar, hızla konuşma diline yaklaşır. 1930’lara gelindiğinde artık onun için asıl olan konuşma dilidir.
***
Kendine has kısa, basit ve tabii cümleyi bulmuştur. Söz konusu ikilik üslûpta da kendini hissettirir. Dış dünya ile psikolojik durumun ifadesi çevresinde ortaya çıkan 1920 öncesi üslûbu kendine has normlara ulaşmış, bireysel ve orijinal olmaktan ziyade, tesir unsurlarıyla kendi arayışlarının sonucu olan unsurların sentezinden oluşmuş tipik bir geçiş devri üslûbudur.
***
Yazarın 1920’den sonraki üslûbunun dikkati çeken ilk özelliği dış âlemin ifadesi çevresinde meydana gelmiş olmasıdır. Esendal mücerredin değil müşahhasın dili peşindedir. Gerçeği abartmadan, değiştirmeden ve yeniden düzenlemeden sunar.
***
Burada da göstermeden faydalanır ve büyük ölçüde diyaloga dayanır. Üslûbunun temel özelliklerinden biri de konuşma/sohbet tarzında oluşudur. Tahkiye, tasvir, açıklama, tahlil, iç konuşma anlatım tarzlarını en aza indirmiş, ayrıntıdan uzak durmuştur.
***
Son derece yumuşak, önemli ölçüde mizahî niteliklere sahip bir üslûpla okuyucu karşısına çıkar. Tenkitçi değil hoşgörülüdür. Bütün bu nitelikleriyle Esendal modern Türk hikâyeciliğinin önemli yazarları arasında yer alır.
***
Esendal fikrî bakımdan genel anlamda sosyalist dünya görüşüne dahil edilse de düşünceleri Doğu ve Batı’nın hazır fikir kalıplarına indirgenemez.
***
“Amûdî medeniyet” dediği sanayi medeniyetinin sürekli olacağı ve insanlığa huzur getireceği inancında değildir; “ufkî medeniyet” adını verdiği toprak medeniyetine inanır.
***
Savunduğu meslekî temsilcilik görüşünü de şu üç temel kaynağa dayandırır: Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısında önemli bir yer tutan lonca sistemi, dayanışmacı çözüm arayışları ve halkçılık düşüncesi, Rusya’da gelişen ve hayata geçirilmeye çalışılan sosyalizm.
***
CHP’de genel sekreterlik yaptıktan sonra inzivaya çekilen Memduh Şevket 17 Mayıs 1952’de Ankara’da öldü.
Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde 28 Mart 1884’te doğdu. Asıl adı Mustafa Memduh olup babası Mehmed Şevket Bey, annesi Emine Şâdiye Hanım’dır. Düzenli bir eğitim görmedi ve daha çok kendi kendini yetiştirdi.
***
Dışa dönük, iyimser bir mizaca sahip olan Memduh Şevket Tanin gazetesinde 1908’de yayımlanan “Veysel Çavuş” adlı hikâyesiyle edebiyat alanına girmiş, daha sonraki yıllarda Çığır, Meslek, Vakit, Ulus gazeteleriyle Halka Doğru, Ülkü, İstanbul Kültür, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Hayat, Hisar, Türk Dili dergilerinde hikâyeler neşretmiştir. Hayatında iki hikâye kitabı ile (Hikâyeler Birinci Kitap, Hikâyeler İkinci Kitap) bir romanı basılmış, Miras, Ayaşlı ve Kiracıları, Vassaf Bey isimli üç roman kaleme almış olmakla birlikte daha çok hikâyede yoğunlaşmıştır. Başlangıçta G. de Maupassant, 1921’den sonra Çehov tarzında, XIX. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın ortalarına kadar gelen Türk toplumu ve meselelerine dair kendine has dünya görüşü perspektifinden hikâyeler yazmış, ancak şöhret endişesi taşımaması, eserlerini hemen okuyucuya ulaştıramaması ve ismini açıkça kullanmaması (M.Ş., M.Ş.E., Mustafa Memduh imzalarıyla) yüzünden devrinde yeterince tanınmamıştır.
***
Sanat hayatının 1908-1920 yıllarını kapsayan birinci devresindeki hikâyeleriyle Miras romanında kendinden önceki hikâye ve roman geleneğine bağlı kalmıştır. Dış dünya ile psikolojik halin ifadesini esas aldığı dönemde tenkitçi, tasvirci, tahlilci olmasıyla belirginleşen sosyal gerçekçilik anlayışına sahiptir. Mesajını ön plana çıkararak okuyucuyu kanaatlerine ortak etmek ister. Bazı hikâyelerinde bireyci ve santimantaldir. Klasik giriş, gelişme ve sonuç bölümlerine göre şekillenen bu dönemin hikâyeleri gücünü dış dünyadan bilinçli olarak seçilmiş, ayıklanmış, belli bir amaca göre düzenlenmiş vak’adan, vak’a da çok açık tezatların çatışmasından alır. Güçlü bir mekân-insan, mekân-konu ilişkisinin söz konusu olduğu bu hikâyeler okuyucunun merak duygusunu kamçılayacak gerilimlerle yüklüdür. Büyük ölçüde alt tabakadan seçilmiş olan kahramanlar idealize edilmiştir. Bireysel arayışlarla birlikte daha çok Edebiyât-ı Cedîde mektebiyle Millî Edebiyat hareketinin getirdiği temel anlayışların etkisi dikkatlerden kaçmaz.
***
Bakü mümessilliği esnasında Anton Çehov’u tanıyan Memduh Şevket, sanat hayatının ikinci/ustalık devresinde (1921-1952) özellikle türün yapısı ve yapı unsurları bakımından Çehov tarzı hikâyeyi benimsemiştir. Bu dönemde 200 civarındaki hikâyesinde ve iki romanında yine realist sanat anlayışına sahip olmakla birlikte dış âlemi hikâyeye taşırken geniş ölçüde tabiiliği esas alır. Vak’a için büyük olaylar ve çatışmalara ihtiyaç duymaz. Okuyucunun merak duygusunu kamçılayacak gerilimlerden uzak durur. Gündelik hayat içindeki herhangi bir olay veya durum vak’a için yeterlidir. Çoğu zaman giriş bölümü olmadan doğrudan vak’ayla başlayan hikâye belli bir sonuca ulaşmadan bitiverir. Daha çok kişilerin ruh halini sezdirmenin esas olduğu bu hikâyelerde dramatik özellik öne çıkar.
***
Esendal hikâye ve romanlarında aile kurumu, yöneten-yönetilen ilişkisi, günlük hayatı çerçevesinde küçük insan, yozlaşma, çocuk/çocukluk, Bulgar zulmü, düşkünlere acıma gibi konular çevresinde yoğunlaşmıştır. Yazar dikkatini, Türk toplumunun imparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş dönemi problemleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Fakir kenar semtlere yönelir. Şehirlisinden köylüsüne, nâzırından odacısına, erkeğinden kadınına, yaşlısından çocuğuna, fakirinden zenginine kadar sosyal durum ve karakterdeki insanları başarıyla sunar.
***
Zengin şahıs kadrosu büyük ölçüde dışa dönük, nikbin, aktif insanlardan oluşur. İçe dönük, bedbin, pasif karakterler sadece birinci dönem eserlerinde yer alır. Kahramanlarına topluca bakıldığında yazarın memur, bürokrat, yarı aydın, ev kadını, alafranga kesim, esnaf, din adamı ve dedikoducu tipler üzerinde durduğu görülür. Onun hikâye/romanlarındaki muhteva çekirdeği şu şekilde formüle edilebilir: Genelde olması istenen-istenmeyen çatışması; fikrî temelde meslekî temsilcilik / ufkî medeniyet-mevcut yönetim biçimi / sanayi medeniyeti çatışması; insanî temelde küçük insan-küçük insan dışındakilerin çatışması. Esendal özü halkçılığa dayanan, meslekî temsilcilik veya ufkî medeniyet olarak adlandırılan bir dünya görüşüne sahiptir.
Şiiri bir mızrak gibi kullanmalısın
Mısralarını şarjör gibi sürmelisin damarlara.
Asıl adı Adil Erdem Bayazıt’tır. 18 Aralık 1939’da Kahramanmaraş’ta doğdu. Soyu Çaldıran zaferinden dönen Yavuz Sultan Selim Han’ın Doğubayazıt’tan getirip Maraş’a iskân ettirdiği halka dayanır.
Şiir anlayışını öncelikle “Büyük Doğu” dergisinde biçimlendirip Sezai Karakoç’tan etkilense de Şiir yazmaya orta okul yıllarında başlamıştır. Aslında “Okuduğumu anlamaya başladığımdan beri şiir yazarım.” Cümlesi Erdem Bayazıt’ın şiir yazmaya çok küçük yaşlarda başladığının kanıtıdır.
Bayazıt, düşünen, hisseden ve yazan bir şairdi. Bayazıt, şairlerle dolu bir arkadaş çevresinde sanatını geliştirdi. İlk gençliği, Kahramanmaraş Lisesi’nde, namıdiğer Kara Lise’de Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Ali Kutlay, Sait Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Nuri Pakdil gibi isimlerle geçirdi.
Bu isimlerden her birinin kendisi üzerinde önemli etkileri oldu. Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’tan etkilendi. Özellikle Mavera ve Edebiyat dergilerindeki çalışmalarıyla dönemin en önemli sanat hareketlerinden birinin içinde yer aldı.
Şiirlerinde Dadaloğlu’ndan, Köroğlu’na Dedekorkut’tan günümüz modern şiirine kadar izler taşır. Erdem Bayazıt şiirlerindeki düşünceyi eyleme, eylemi ise şahsiyete dönüştüren bir insandır. O şiirlerini yazarken yaşayarak yazmıştır. Anadolu insanını emperyalizme karşı uyaran İslami gelenekçi bir yapıda yolunda ilerleyen yedi güzel adam şairleri içerisinde yerini almıştır.
Erdem Bayazıt için günümüzün Yunus Emresi’ydi diyebilirim. O gönüllere hitap etmesini çok iyi bilen bir şairdi. Yalnız Anadolu’nun sesi değil tüm İslam aleminin sesiydi. O, haksızlıklara susan bir yapıya sahip değildi. Hem şiirleri hem de eylemleriyle bir başkaldırı insanıydı. Bu yapısından dolayı bir dönem milletvekilliği dahi yapmıştır.
Bayazıt’ın Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’un şiirlerini ezbere bildiğini, bunun yanında Fuzuli, Baki, Nabi gibi divan şairlerini de çok sevdiğini belirten Gündoğan, Bayazıt’ın her zaman her sohbetinde etrafında devamlı bir şiir halkasının oluştuğunu söylerdi. Divan şiirini çok iyi bilirdi. Lakin o tarzda hiçbir zaman şiirlerini yazmamıştır.
Erdem Bayazıt, her zaman toplumsal bir kaygı gütmüştür. Bu nedenle Toplumcu bir anlayışla, lirik duygularla, tok, kavgacı bir anlayışla söylediği şiirleri vardır. ... Şiirlerinde şehrin yapmacık ortamından kaçış, zulme haksızlığa başkaldırı, resmî ideoloji ve sloganlara bir karşı çıkış bulunur. Erdem Beyazıt çok az yazan bir sanatçıdır.
Yaşadığı dönemde akciğer sorunları yaşamış ve en son kontrolünde akciğer kanseri olduğunu öğrenmiştir. Hastalığına rağmen dik duruşundan ve sanat anlayışından hiç taviz vermeyen Erdem Bayazıt uzun süre tedavi görmesine rağmen 5Temmuz 2008 tarihinde akciğer kanseri nedeniyle aramızdan ayrılmıştır.
Bunlarda da ferdî ve sosyal konuları işleyen yazar daha çok kadın, çocuk, aile ve ahlâk meseleleri üzerinde durmuştur.
Oyunlarının bir kısmı sıradan okul piyesleri iken ekserisi profesyonel sahneler için yazılmış olan eserlerdir. Konularının çoğu romanlarıyla paralellik gösterir. Hatta Eski Şarkı’nın Eski Hastalık adıyla, Yaprak Dökümü’nün aynı adla roman olarak karşımıza çıkması, Çalıkuşu’nun başlangıçta “İstanbul Kızı” adıyla tiyatro eseri olarak yazılmış olması, ayrıca her romanının bir de senaryosunu kaleme alması, Reşat Nuri’nin tiyatro eserleriyle romanlarının genellikle aynı temaları ihtiva ettiğinin delilleridir.
Yeşil Gece gibi Hülleci de özel bir maksatla yazılmış izlenimi vermektedir. Oyun saf, biraz da alıkça bir hâfız olan Halil’i, annesi ve ağabeyinin bir olup genç karısı Melek’ten ayırarak parası için çirkin ve aptal bir kızla evlendirmek istemeleri, bunun için de bir düzenle boş düştüğünü iddia ettikleri gelinlerinin bir süre sonra iyi bir mirasa konduğunu öğrenince niyetlerinden vazgeçip eve giren bir hırsızla hülle yaptırmaları olayına dayanır. Hülleci ve Melek bu ilk gecelik beraberliklerinden hoşnut kaldıkları için evliliklerini devam ettirmeye karar verirler. Bütün bu düzene yalancı şahitler ve şer’î çıkış yolları bulmaya çalışan, rüşvet alan tipiyle mahalle imamı da karıştırılmıştır. Bir halk komedisi gibi gösterilen oyunda hülle ile beraber şeriat, dinî nikâh, tesettür, nâmahremlik, cerre çıkma gibi dinî meseleler ve âdetler hep olumsuz örnekleriyle bazen cehalet, bazan menfaat sebebiyle gülünç gösterilmiştir. Hülleci’yi yayımlayan Basın Genel Direktörlüğü’nün kitabın baş tarafında “halka yeni davalarını anlatacak piyeslerin azlığı, bunu telâfi için ulusal tezlerimizi yığına anlatacak eserlerin tanınmış yazarlara ısmarlandığı, Hülleci’nin bu serinin ilk kitabı olduğu” şeklinde bir notu vardır.
Kendi tarzında orijinal ve dikkat çekici bir eser olan Anadolu Notları Reşat Nuri’nin müfettişlik yıllarına ait gözlemlerini yansıtır. 1928-1939 yıllarını içine aldığı anlaşılan bu notlar, yurdun hemen her köşesini gezen ve ince bir gözlem kabiliyeti olan romancının seyahat intibalarıdır. Karşılaştığı kişilere benzer tiplerin az çok değişerek romanlarında yer alması, yazarın gerçekçiliğini ve hayat tecrübelerinin eserlerine yansıdığını gösterir. Düzenli ve kronolojik bir seyahatnâme olmayan Anadolu Notları’nın orijinalliği, zamanında tutulmuş küçük notlara hâtıra ve çağrışımların da eklenmesiyle bir çeşit deneme karakteri kazanmış olmalarıdır. Bu notlarda dönemin Anadolu kasaba ve şehirleri, bunları birbirine bağlayan yollar, otel, han, lokanta gibi mahaller, at arabası, kamyon, otomobil, tren gibi yolculuk araçlarının yanı sıra Anadolu insanının özellikleri, yoksulluğu, mahrumiyeti, aydının sorumluluğu, eski yaşama alışkanlıklarından modern hayata geçişin intibaksızlıkları ve gülünçlükleri, tulûat tiyatroları, kahve ve cambazhâne gibi eğlence yerleri, bütün meşakkatlere rağmen şikâyetsiz bir yazarın kaleminden anlatılır. Böylece bir tarafta gelişen dünya karşısında Anadolu’nun yoklukları dile getirilirken faziletleriyle bu açıklarını kapatmaya çalışan insanlar anlatılır. Bu insanların yoksulluğa rağmen yabancıyı rahat ettirmek, ele güne karşı küçük düşmemek için çırpınmaları, dünya nimetlerinin en azıyla yetinip mutlu olmaları, bu kadarını bile elde etmek için tek varlıkları olan toprakla didişmelerinin anlatılması eserin dikkat çeken özelliklerindendir. Reşat Nuri, romanlarının çoğunda sergilediği özelliğiyle Anadolu insanının cehaletini, buna karşılık gelenekten ve hayat tecrübesinden gelen irfanını yer yer vurgular. Kitabın II. cildinin son bölümündeki not, bu yazıları dönemindeki emsallerinden ayıran özelliğe işaret eder. Notların ilk cildini okuyan bir dostunun kendisine, süratle ilerleyen inkılâbın Anadolu’ya yansımasını gösterecek yerde eskiyi, kötüyü, sakatı ve geriyi göstermekten hoşlandığı şeklinde ithamda bulunması üzerine Reşat Nuri insanları ve memleketi sevme yolunun tek olmadığını, bunun ise kendi tarzı olduğunu söyler.
Reşat Nuri’nin ilk bakışta aşk konusu üzerine kurulmuş gibi görünen romanları, gerçekte verilmek istenen mesajların şahıs ve olaylarla örülmüş edebî metinleridir. Bu bakımdan genel anlamıyla tezli roman kategorisine girerler. Başta Çalıkuşu olmak üzere romanlarının çoğunun Türk okuyucusu tarafından hemen her dönemde okunması ve sevilmesi bunların sevgi, merhamet ve şefkat duygularıyla işlenmiş olmasındandır. Roman kahramanları arasında bulunan düşmüş kadınlar, dilenciler, toplumun çeşitli şekillerde damgaladığı suçlular bile okuyucuya fazla itici gelmez. Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı gibi ilk romanlarında şahıslar, olaylar, hatta anlatım tarzında duygu ağırlık kazanır. Daha sonrakilerde duygu yönü ihmal edilmemekle beraber toplum meseleleri ön plana çıkar. Bu açıdan bakıldığında Reşat Nuri’nin eserlerini birer içtimaî tenkit romanı olarak değerlendirmek mümkündür. Yer yer ironik bir ifade bu tenkidi destekler. Genellikle klasik roman yapısı içinde kalan Reşat Nuri, romanlarının hemen tamamını kahramanlardan birinin ağzından nakletmiştir. Merhamet duygusunu uyandırmak için sık sık melodramatik unsurlar kullanmış, olağan üstü tesadüflere de önemli ölçüde yer vermiştir.
Babası askerî Doktor Nuri Bey, annesi Lütfiye Hanım’dır. Üsküdar Selimiye’de başladığı ilk öğrenimini Çanakkale mahalle mektebinde tamamladı. Bir buçuk yıl kadar Çanakkale İdâdîsi’ne devam ettikten sonra İzmir’de Frerler Mektebi’ne kaydoldu.
Avrupa’da ilk durakları Viyana olacak, sonra diyar diyar gezeceklerdi. İçlerinde kırgınlık ve hüzün taşırken, Halide çalışmaktan bir an bile geri durmadı. Paris’te, Amerika’da ve hatta Hindistan’da çalışmalarını sürdürdü, konferanslar verdi, kitaplar yazdı. İngiltere’de kendisi ve arkadaşları hakkında çıkarılan ‘mandacılık, cumhuriyet aleyhtarlığı ve hainlik’ suçlamalarına cevap vermek için anılarının ikinci cildini yazmaya karar verdi. Yazdıklarının Avrupa’da okunabilmesi ve Türkiye’de yayınlatma olanağı olmayacağı için İngilizce yazdı. Kitaba Turkish Ordeal (Türkün Ateşle İmtihanı) ismini verdi. 1960 yılında kitabı Türkçeye çevirdiğinde Mustafa Kemal’e yönelik sert eleştirileri kitabına koymadı. Sürgün yıllarında dünyanın en ünlü Türk kadını sıfatıyla Amerika’ya davet edildi ve orada Türkiye’yi anlattı. Konuşması çok ilgi uyandırdı. Davet üzerine gittiği Hindistan’da bağımsızlık mücadelesine destek verdi. Başyapıtı sayılan Sinekli Bakkal romanını sürgün yıllarında yazdı. Zaman zaman Türkiye’den ziyarete gelenler olurdu. Ancak bu ziyaretler Türk Büyükelçiliği tarafından takibe alınır, bu da hem Halide’ye hem de Dr. Adnan’a üzüntü verirdi. Halide vatanına ilk kez 10 sene sonra torunu Ömer’i görmeye geldi. Çocukları ve torunu ile hasret giderdikten sonra tekrar Londra’ya döndü. Halide’nin sürgünü ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İnönü’nün davetiyle 1939 yılında, tam 14 sene sonra son bulacaktı.
***
Dr. Adnan, İslam Ansiklopedisi’nde çalışmaya başlamıştı. Halide de İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Kürsüsü’nün başkanlığına getirildi. O yıla kadar profesör unvanını taşıyan ilk kadındı. Yaşadığı hayat Halide’yi zor ve sert bir kadın haline getirmişti. Bu arada dünya değişiyor, Türkiye de çok partili hayata geçiyordu. Bu durum, kadınları savaştan sonra döndükleri evlerinden tekrar siyasi ve sosyal yaşama çekiyordu. 10 yıldır üniversitede görevini sürdüren Halide, Demokrat Parti listesinden İzmir milletvekili seçildi. Ancak burada da Amerikan mandacılığı ile suçlandı ve istifa ederek üniversiteye geri döndü. Halide hayatının en acı günlerinden birini İstanbul’a döndükten bir yıl sonra yaşayacak, hayat arkadaşını kaybedecekti. Bu ona sonsuz bir ıstırap verdi. Hayatının geri kalanında çalışmalarına devam ederken dönem dönem ağır buhranlar geçirdi. 9 Ocak 1964’te 80 yaşında hayata gözlerini yumduğunda, ardında onlarca eser ve mücadelelerle geçen bir yaşam bırakmıştı. Hayatının her dakikası ideallerle, mücadeleyle geçmiş, ideallerini gerçekleştirmek uğruna üç kez ayrı ayrı nedenler dolayısıyla sürgün edilmişti. Sanatı ve yetenekleri herkes tarafından saygı gördü. Örnek ve zorlu bir yaşam sürdü. Asi karakteri ona belki başka kimsenin yaşamadığı maceralarla ve mücadelelerle dolu, zor ancak çok renkli bir hayat hediye etti.
***
Lozan Barış Antlaşmasına bir protokolle eklenen bu istisna mad¬desine göre, adları sonradan saptanacak 150 kişi, Türk toprakla¬rında olunamayacak ve Türkiye’ye gelemeyeceklerdir. Malları altı ay içinde tasfiye edilecektir.
***
23 Temmuz 1923’de Lozan Barış Antlaşması imzalandığında, af dışı bırakılacak bu 150 kişinin kimler olacağı henüz saptanma¬mıştır. Kimin saptayacağı, hangi ölçülere göre saptayacağı da belli değildir. 1923 ve 1924 yıllarında 391 ve 487 saydı genel af yasaları çıkarıldığında da 150’likler listesi yayınlanmamıştır. Sadece bu ka¬nunlara, “Bu kanun hükümleri, Banş Antlaşmasına bağlı Beyanname ve Protokolde amaçlanan kişileri kapsamına almaz” denilmekle yetinilmiştir.
***
23 Nisan 1924’de Bakanlar Kurulu, konuyu ele almış, 149 kişi¬lik bir liste hazırlamıştır. 1 Haziran’da, Cumhurbaşkanı Gazi Mus¬tafa Kemal Paşa, bu listeye Köylü Gazetesi sahibi Refet’i katmış, sayı 150’yi bulmuştur. Sonra liste yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
***
Aradan üç yıl geçtikten sonra 28 Mayıs 1927’de, 150’likler, Türk vatandaşlığından çıkartılmışlardır. Hemen tümü, zaten daha 1922’de yurt dışına çıkmış olan 150’likler, aradan 16 yıl geçtikten sonra 26 Haziran 1938’de kabul edilen 3527 sayılı yasayla affedilmişler, isteyenlerin, yeniden Türk vatandaşlığına kabulü ve yurda dönme¬si sağlanmıştır. İşte bu 150’likler listesinde Halide Edip’in de adı girmiştir. Kendisi vatan haini ilan edilmiş ve yurtdışına kaçmak zorunda bırakılmıştır. Peki, Halide Edip’e vatan hainliği damgasını kim reva gördü?
***
Millî Mücadele başarıyla sona ermiş, düşmanlar bertaraf edilmişti ancak mücadele bu sefer şekil değiştirecek ve iç çekişmeler yaşanacaktı. Mustafa Kemal’in otoriterleştiğini iddia edenlere bunun isnatsız olduğu cevabı veriliyordu. İstikrarlı bir yönetim için muhalefetin bir müddet desteğinin gerektiği söyleniyordu. Ancak Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, faili meçhul bir cinayete kurban gidince ipler tamamen koptu. Meclis seçim kararı aldı ve kapandı.
***
Yeni seçime hiçbir muhalif isim giremedi. Yeni meclisin aldığı radikal reform kararlarına muhalefet eden Millî Mücadele grubu yeni bir parti kurmaya karar verdi. Kurulacak partide (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) Halide’nin eşi Dr. Adnan da vardı. Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yürüttüğü arkadaşlarından ayrılmıştı.
***
1925 yılındaki Şeyh Sait isyanında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın da rolü olduğu iddia edilerek, parti kuruluşundan sadece altı ay sonra kapatıldı. Bir yıl sonra Mustafa Kemal’e düzenlenen suikast girişiminden sonra olayların dozajı arttı. İstiklal Mahkemesi tarafından Halide ve Adnan için tutuklama kararı çıkarıldı. Tehlikeyi evvelden fark eden karı koca suikasttan bir süre önce Rauf Orbay gibi yurt dışına çıkmıştı. Muhalefetin tasfiyesi sırasında sürgüne giden Halide için pek çok kitapta sağlık sorunları ya da eğitim için yurt dışına gittiği yazılmıştır.
***
Mustafa Kemal meclis kürsüsünde yaptığı konuşmasında birtakım kişileri hainlikle suçladı ve buna da delil olarak yedi yıl önce Halide’nin kendisine yazdığı “Ehven-i şer Amerikan mandasıdır” ifadesinin geçtiği mektubu delil gösterdi. Oysaki o dönemde bu fikri tek savunan Halide değildi, İsmet Paşa bile bu fikre ilgisiz kalmamıştı. Tarihsel bağlam çerçevesinde düşünüldüğünde Amerikan mandası meselesi rasyoneldi. Nihayetinde o dönemde Türkiye yoktu, Osmanlı yenik düşmüştü ve savaşa tarafsız giren Amerika gibi güçlü bir ülkenin desteğine ihtiyaç vardı. Ancak Mustafa Kemal birçok kişi gibi Halide’yi de manda taraftarı ilan etti. Halide ölünceye dek Amerikan mandasını savunmakla suçlandı. Bu suçlamadan çocukları ve torunları da etkilendi.
Babası Selânikli Mehmed Edip Bey, annesi Bedrifam Hanım’dır. Küçük yaşta annesini kaybedince çocukluğu, ileride sanat hayatında önemli tesirleri görülecek olan anneannesinin evinde geçti ve ilk terbiyesini ondan aldı.
1901’de Servetifünûn Topluluğunun dağılmasından sonra edebiyat dünyasında bir boşluk oluşmasından sonra bazı genç sanatçılar, bir edebi topluluk oluşturmak için bir araya geldi. Bu gençler, Fecriati Topluluğu adı altında toplandılar. Sanat görüşlerini bir beyanname ile ortaya koydular. Topluluğa ad olarak sunulan “Sinâ-yı Emel” (ideal zirvesi) beğenilmeyerek Faik Ali’nin teklif ettiği Fecriati (geleceğin aydınlığı) ismi kabul edilmiş, Faik Ali başkanlığa seçilmiştir.
II. Meşrutiyet’in ardından kurulan Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocağı ve Türk Bilgi Derneği gibi kuruluşların faaliyetlerine katıldı; uzun süre Türk ocaklarının başkanlığını yaptı. Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali sebebiyle İstanbul’da düzenlenen protesto mitinglerinde yaptığı konuşmalarla dikkati çekti. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Saruhan mebusu olarak bulundu. İstanbul’un işgali ve Türk ocaklarının kapatılması üzerine Ankara’ya gidip fiilen Millî Mücadele’ye katıldı. Antalya mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi (1920); aynı yıl Maarif vekilliğine getirildi. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde İstanbul matbuatına karşı Millî Mücadele’yi savunan yazılar yazdı. Bu arada Matbuat ve İstihbarat umum müdürlüğü yaptı. Mehmed Âkif’in (Ersoy) yazdığı İstiklâl Marşı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde millî marş kabul edilmesi için özel bir çaba sarfetti. 1923’te ikinci meclise İstanbul mebusu olarak girdi. Ankara’da Etnografya Müzesi’ni kurdu. Edebiyata henüz Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde okuduğu yıllarda yazdığı şiirlerle başlayan Hamdullah Suphi’nin “Nâmık Kemal” adını taşıyan ilk şiiri başka bir adla, aralarında amcası Sâmipaşazâde Sezâi’nin de bulunduğu Jön Türkler’in Paris’te çıkardığı Şûrâ-yı Ümmet dergisinde yayımlanır (1902). Gençlik yıllarında daha çok Nâmık Kemal’in etkisi altında hamâsî manzumeler kaleme alır. 1909’da doğrudan doğruya sanatı gaye edinen, bir dönem başkanlığını yaptığı Fecr-i Âtî topluluğuna katılır. Bu dönemde daha çok Tevfik Fikret ile Cenab Şahabeddin’in etkisinde çoğu aşk ve tabiat konulu şiirler yazarsa da daha sonraki yıllarda arkadaşı Ahmed Hâşim ile Yahya Kemal’in (Beyatlı) edebiyat ortamına hâkim olmaları üzerine şiiri terkeder. Aynı yıllarda mizaha da ilgi duyan Hamdullah Suphi birçoğu Davul mecmuasının (1908-1909) “Vur Abalıya” sütununda olmak üzere Toplu İğne, Yutmaz, Hasad, Keçiboynuzu, İstanbulin ve Münekkid gibi takma adlarla manzume ve yazılar yayımlar. 1911’de Fecr-i Âtî topluluğu mensupları ile yeni lisan hareketini savunan Genç Kalemler dergisi yazarları dilde sadeleşme konusunda tartışmaya girince Hamdullah Suphi, Celâl Sâhir’le birlikte bu derginin yazı kadrosuna katılır. Bu tarihten itibaren millî edebiyat akımı içinde yer almış, aruzu terkedip hece vezniyle ve sade bir dil kullanarak şiirler yazmıştır.
İstanbul’da doğdu. Babası Halil Saip Bey, annesi Hafize Nuriye Hanım’dır. Aslen Kanlıcalı olan Halil Saip Bey, Evkaf Nezareti kalemi memurlarındandır. Kültürlü bir aileye mensup olan Ali Canip, soyadı kanunu çıktıktan sonra “Yöntem” soyadını aldı. Yazılarında “Ali Canip, Ali Canip Yöntem,” imzasını kullanan yazar, özellikle giriştiği bazı kalem kavgalarında “Yekta Bahir, Celal Sakıp, Gökalp” imzalarını da kullandı.İlköğrenimine Üsküdar’da Gülfem Hatun Mektebi’nde başladı. Orta öğretimini Toptaşı Askeri Rüştiyesinde yaptı. Fransız mektebine devam ettiği sırada babası Selanik’e sürüldü. Aile Selanik’e taşınınca bu şehirdeki Mülkiye İdadisi’ne girdi. Son sınıfta iken, sınavla İstanbul Hukuk mektebine girdiyse de, tekrar Selanik’e dönmek zorunda kaldı. Burada açılan Hukuk mektebine devam etti. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Mektebi ile Zıraat Mekteb-i Âlisi’nde dersler verdi. Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine bu okulu bitiremeden İstanbul’a döndü
27 Mart 1889’da Kahire’de doğan Yakup Kadri, 1833’te Manisa’yı işgal eden Kavalalı İbrâhim Paşa’ya yakınlık gösteren ve daha sonra hizmetinin karşılığı olarak Mısır’da onun konağına yerleşen Karaosmanzâdeler’den Abdülkadir Bey’in ve aynı konak mensuplarından İkbal Hanım’ın oğludur. Ailesinin Manisa’ya dönmesiyle (1895) Yakup Kadri burada Çaybaşı Feyziye Mektebi’nde öğrenime başladı. Notlarında hayatının en güzel günlerinin burada geçtiğini çokça belirtmiştir.
Refik Halit Karay, 15 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu. Maliye Başveznedarı Mehmed Halit Bey’in oğludur. Galatasaray Sultanisi’nde ve Hukuk Mektebi’nde okuduktan sonra Maliye Nezaretinde memur olarak çalışmaya başlamıştır.
Göster sema-yı mağribe yüksel de alnını,
Mehmet Fuad KÖPRÜLÜ, edebiyat ile değil daha çok tarihi ile uğraşmış çok değerli araştırmacı, Türk Edebiyatı Tarihi alanında profesör, tarihçi ve siyasetle bir süre uğraşmış ve Dış İşleri Bakanımız olmuş bir aydındır. Soyu, Sadrazam Köprülü’ye dayanır. Babası, mahkeme başkâtiplerinden İsmail Faiz Beydir ve babasının kökleri IV. Mehmet’in sadrazamı, Köprülü Mehmet Paşa’ya kadar dayanır. Annesi ise İslimiye eşrafından ve ulemadan Arif Hikmet Efendi’nin kızı Hatice Hanım’dır.
Gazeteci, yazar ve siyasetçi kimlikleriyle öne çıkan ve asıl adı Enis Avni olan Aka Gündüz 1886’da Selanik’te dünyaya geldi. Babası Binbaşı İbrahim Kadri Bey’dir.
29 Eylül 1883’te İstanbul Aksaray’da doğan Celal Sahirin, babası II. Abdülhamid devri kumandanlarından Botgoriçeli İsmâil Hakkı Paşa, annesi İran’da Sünnî harekâtında önemli rol oynayan ve III. Ahmed tarafından kendisine Şirvan hanlığı verilen Hacı Dâvud Han sülâlesinden Fehîme Nüzhet Hanım’dır.
Geçen haftaki yazımda Fecr-i Ati topluluğundan bahsetmiştim. Her ne kadar topluluk olarak kısa sürse de adından yıllarca bahsettirecek kadar birçok eser bırakmasının yanında çok iyi yazarlara da ev sahipliği yapmıştır. Bu topluluğun unutulmaz sanatçılarından biri de Tahsin Nahit’tir.
1901’de Servetifünûn Topluluğunun dağılmasından sonra edebiyat dünyasında bir boşluk oluşmasından sonra bazı genç sanatçılar, bir edebi topluluk oluşturmak için bir araya geldi. Bu gençler, Fecriati Topluluğu adı altında toplandılar. Sanat görüşlerini bir beyanname ile ortaya koydular. Topluluğa ad olarak sunulan “Sinâ-yı Emel” (ideal zirvesi) beğenilmeyerek Faik Ali’nin teklif ettiği Fecriati (geleceğin aydınlığı) ismi kabul edilmiş, Faik Ali başkanlığa seçilmiştir.
1866 yılında İstanbul’da doğdu. Eserlerinde Mehmed Sâmî Bey, Süleymân Paşa-zâde Sâmî Bey ve SüleymânNesîb olmak üzere üç ayrı ad kullanmıştır. Fakat asıl adı Mehmet Sami’dir. Babası, Şıbka kahramanı olarak anılan ve Darüşşafaka’nın da kurucularından olan Müşir Süleyman Hüsnü Paşa’dır (Orkun 1952). Bu nedenle kaynaklarda Süleyman Paşazade Sâmi Bey olarak da anılır. Kanun-ı Esasi’nin hazırlanmasında büyük emeği olan Süleyman Paşa, Bağdat’a sürgün edildi ve bir daha da şehrine dönemedi. Edebiyatçı kişiliğinin ve fikir adamlığının oluşmasında babasının büyük etkisi vardır. Babasının namı ve karakterinden çok etkilenen şair, ömrünce babası gibi olabilmenin hayalini kurduğu gibi gelecek nesillerce babasının haksız tanınmaması için onun eserlerini de yayımlatmak arzusundaydı. Baba özlemi içerisindeki şairin annesi de o henüz bebeklik çağındayken vefat etti. Bir müddet babasının sürgünü nedeniyle Irak’ta kalan şair, derviş olma kararına yönelince babası tarafından İstanbul’a gönderilir. İlk ve orta eğitimini zaten İstanbul’da tamamlamış bulunan şair, 1889 yılında da Mülkiye’den mezun oldu. Hocası Recaizade Ekrem’in sevgisine ve ilgisine mazhar olan Süleyman Nesîb, edebiyata da bu çağlardan itibaren merak saldı. 1890’da Bursa İdadisi Müdürlüğü’nde görevlendirilir. Bir yıl sonra babasının sürgünde bulunduğu Bağdat’a gider ve okul müdürlüğü görevine burada devam eder. 1892 yılında babasının vefatının ardından tekrar Bursa’ya döner ve 1893’te İl Maarif Müdürü olur. 1900’de Cezâir-i Bahr-ı Sefîd Vilayeti Maarif Müdürü olarak Anadolu haricinde görevlendirilir. 1908 yılına kadar devlet görevlerini farklı yerlerde sürdürür. İstanbul’da da coğrafya, kimya, ahlak ve edebiyat öğretmenlikleri yapar. 1908’de İstanbul’a döner ve Maarif Müdürlüğü’nde çalışmaya başlar. 1912’de İlm-i Terbiye ve Tedris Müfettişliği, Meclis-i Maarif azalığı görevlerini yürütür. 1915 yılına kadar, sürekli artan derecelerle meslek hayatını devam ettirir. Eğitim konusunda edindiği birikim, onun pedagojik nitelikli eserleriyle tamamlanır. 1915’te Maarif Nezareti Telif ve Tercüme Heyeti Azalığı görevini üstlenir.
1876 yılında İstanbul’da doğan Ahmet Şuayip, doğumundan birkaç ay sonra babasını kaybetti. İlköğrenimini Fatih Rüştiyesi’nde gördü. Daha sonra Vefa İdadisi’ne ve Hukuk Mektebi’ne devam etti. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü görevinde bulundu. Meşrutiyetin ardından siyasete girmesi konusunda baskı görmesine rağmen öğretmenlik ve idarecilik yapmaya devam etti.
1868 yılında Erzurum’da dünyaya gelen sanatçı, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin önemli yayıncıları arasındadır. Ahmet İhsan Tokgöz, Servet-i Fünun dergisinin sahibi ve yazarıdır.