Sayfa Yükleniyor...
Gözlerini bizden çevirip, sonsuzluğa kapamanın üzerinden tam bir yıl geçti. Ruhun şad, mekanın cennet olsun canım babam…
Benim babam. Yoldaşım, sırdaşım, en güzel çocukluk arkadaşım… Eylül’de ayrıldın. Ayrıldık. Hiç bu kadar hızlı, çabuk, bir anda, göz açıp kapayınca bir ayrılık yaşamamıştım. Gecenin 2’sinde çalan telefonumun sesinden daha önce bu kadar korkmamıştım. Abimin doktorun yanına gidişini uzaktan izledim. Sırtımı duvara yasladım. Titriyordum. Allah’ım dedim, ne olursun… Abimi artık göremiyordum. Doktorla içeri girdiler. Dakikalar geçti. Korkum arttı. Ellerim, ayaklarım, dizlerimi hissetmiyordum. Allah’ım ne olursun dedim bir kez daha, kalbim daha hızlı attı… Abimin çığlığını duydum, önce dünyam sonra bedenim yıkıldı. Kafamdan milyon tane anı geçti. Babam benim dünyamdı. İçinde her şeyim vardı. En çok da çocukluğum. Çocukluğumu da alıp gidiyordu. Bana sormadan. Ben izin vermeden. Kokumu, hasretimi, gülüşümü hepsini alıp gitti. Geriye kocaman bir özlem bıraktın. Özlemine sarılıyorum. Özlemini özlüyorum…
EYLÜL’DEN NEFRET ETTİM!
“Her ölüm vakitsizdir” diyorlardı, bunu, ben seni kaybedince anladım. Eylül’den nefret ettim. O ela gözlerinin bir gün hareketsiz kalacağını düşlememiştim. Bana hep umutla bakan o gözlerin. O gözlerin hareketsiz kaldı. Bütün çocukluğum gitti. Oysa hiç bu kadar çabuk büyüyen bir çocuk görmemiştim… Seni bir tabuta sığdıracaklarını aklımın ucundan bile geçmemişti. “Uzun boylu bir insana göre tabut yapılıyor muydu?” diye sormamıştım kendime. Seni beyaz önlüklü bir adam, içinden bir şeyler fısıldayarak abimle beraber yıkadılar. Sonra tabutunu omzumda taşıdım. Yüküm hiç bu kadar ağır olmamıştı. Dizlerim tutmuştu. Sana toz kondurmamak için elimden geleni yapıyordum. Koca koca adamlar, kardeşlerin, komşuların kalabalıkta kimi gördüysem üstüne küreklerle toprak attılar. Üzerine attıkları kuru toprağı gözyaşlarıyla suladıklarını gördüm. İlk defa bir çınarı sadece kökleriyle değil, bütün bedeniyle toprağa verdiklerini gördüm. Ve evimizin önüne diktiğin çınar ağacı geldi aklıma. Sen, diktiğin o çınar ağacına gözün gibi bakardın. Acaba dedim yine kendime, sana da senin çınar ağacına baktığın gibi bakacaklar mı? Bakıyorlardır değil mi? Bakıyorlardır, düşlerimde görüyorum…
AH O SEKİZ KÖŞELİ KASKETİN!
Özlemenin ne demek olduğunu, senin sesini bir daha duyamadığımda öğrendim. Telefonun hala kayıtlı. Her gün kaç kere arıyorum seni bir bilsen. Her seferinde sesini duyacakmışım gibi telefonu tutuyorum. Aynı heyecanla, dünya kadar büyük bir özlemle. Sesini bir daha duyamamak ne çok zormuş. Yalnızlıkmış. Kocaman bir boşlukmuş. En çok da bu koydu bana. Aslında birçok şeyi senden sonra öğrendim. Meğerse ne çok anlam taşıyormuş “Yabo (Baba)” demek. Yabo güven veriyormuş. Sevginin dibiymiş. Biten hasretlerin mutluluğuymuş. Keşke diyorum, boğazım düğümleniyor… Her gün sövüyorum yalnızlığına, hasretine, vakitsiz ayrılışına. Tesbihini, sekiz köşeli kasketini, bastonu, iki parmak arasına koyduğun sarma sigaranı, ayak ayaküstüne oturuşunu özlüyorum. Doyamadım sana, vallahi de doyamadım billahi de doyamadım…
Pişmanlıklar çok fazla ama ne fayda… Seni hep arkamda bırakarak, büyük şehirlere yol alırken, sen hep arkamdan içine ağladın. Hep özledin. Ben de hep geldim sana. Şu gün geleceğim dediğimde saatleri, dakikaları, saniyeleri sayıyordun. Ama biliyor musun? Sen ayrılınca ben içime ağlamadım. Çığlık çığlığa ağladım. Duvarlara yumruk attım. Gözyaşlarım kuruncaya kadar ağladım. Çünkü senin bir daha geri gelmeyeceğini biliyordum. Sana olan özlemimin tarifini yapacak tek bir kelime bulamadım. Çünkü ben sana doyamadım. Hep sana hasret yaşadım. Ruhun şad mekanın cennet olsun canım babam…