2009 yılında başlatılan 'Demokratik Açılım', Kürt sorunu bağlamında taraflar arasında bir tür diyalog sürecinin başlaması niteliğindeydi. AK parti tarafından 2010 yılında hazırlanan 'Sorular ve Cevaplarla Demokratik Açılım Süreci' kitapçığında süreç rasyonelize edilirken şu satırlara yer veriliyor: 'Bugün artık güçlü bir ekonomimiz olsun ama özgürlükleri kısıtlayalım', 'dış politikada aktif olalım ama çağdaş demokratik düzenlemeleri erteleyelim', ya da 'ülkemiz güvenlik içinde olsun ama demokrasiden taviz verelim' gibi bir anlayışın başarı şansı kalmamıştır. Ekonomi, dış politika, iç politika, sosyal yaşam demokratik hak ve özgürlüklerle iç içe geçmiş, birbirinden ayrılamaz bir bütün oluşturmuştur... Türkiye ne kadar demokratikleşirse, demokrasi standartlarını ne kadar yükseltirse, uluslararası camiada da o kadar güçlü bir hale gelecektir' (sf.9). Bugün hala bu anlayışa şiddetle ihtiyaç vardır. Fakat demokratik açılım, Temmuz 2011'de yapılan Silvan saldırısıyla sonlandırıldı. Hükümeti etkisi altına alan bazı kesimler 'Sri Lanka Modeli' diye tamamen güvenlikçi bir perspektifle sorunu çözmenin peşine düştüler ve 2012 yılında çatışmalarda bir yıl içinde 1000'den fazla can kaybı meydana geldi. Birçok uluslararası çatışma yönetimi ve barış endekslerinde Türkiye'deki çatışma savaş olarak kategorize edildi. 90 yıldır başarısız olan bu anlayış doğal olarak yine çuvalladı ve 2012 sonu itibariyle, 2010'da ifade edilen anlayışa geri dönüldü ve 'Çözüm Süreci', 'Milli birlik ve beraberlik projesi', 'kardeşlik projesi' ya da 'Barış süreci' başladı.
Teoride sürecin bir dizi sorunu olmasına rağmen uzun bir süre çatışmazlık devam etti, birçok demokratikleşme reformu gerçekleştirildi, Kürt sorununda bir normalleşme yaşandı ve genel olarak ülkede demokratikleşme standartları yükselirken, Türkiye'nin uluslararası arenadaki saygınlığı da artı. Fakat Gezi olayları ve Cemaat-Hükümet çatışması hem süreci hem de dışarıda ülke imajını ciddi anlamda olumsuz etkiledi. Fakat süreci baltalayan şey son genel seçim dönemi oldu. Bir oy uğruna masa devrildi, siyasi aktörler çatışma diline sarıldı, süreç donduruldu. Seçim sonuçları aktörler arasındaki güvensizliği derinleştirdi ve bugün gelinen noktada süreç sadece 'sözde' durumuna getirildi. Sürecin başından beri var olan teorik sorunlar pratik tehditlere dönüştü. Süreç kurumsallaştırılmadığından, arabulucu olmadığından, geçmişle yüzleşme mekanizması olmadığından, şeffaflaşma ve katılım sağlanamadığından tarafların üç beş olumsuz beyanatıyla süreç yok olma noktasına geldi. Süreç halka mal edilmeyip iki üç kişinin inisiyatifine bırakılırsa sonuç kaçınılmaz olarak bugün olduğu gibi başarısızlık olacaktır.
Süreci bekleyen tehditler tarafların tavrıyla da sınırlı değildir şüphesiz. 'PKK silah bırakmadan süreç olmaz' (bugüne kadar yapılanlar neydi o zaman?) gibi yeni yeni önkoşullar zaten kırılgan olan süreci büsbütün işlemez hale getirecektir. Diğer önemli bir tehdit ise, uygun olmayan uluslararası konjonktürdür. Barış süreçleri uluslararası sistemin sunduğu fırsatlar olarak tanımlanır. Zira bazen taraflar istese bile barış yapamazlar. Bugün uluslararası sistem ve bölgesel gelişmelere bakıldığında maalesef böyle bir fırsat yoktur. Hatta Rojava'ya yönelik Hükümetin tavrı ve buna mukabil dünyanın reaksiyonu bırakın fırsatı, var olan sürece yönelik bir tehdit durumundadır. Bu durum bir küresel üst aklın varlığından değil, aksine içimizdeki gayri ahlaki ve gayri insani hatta faşizan bazı yeşil kemalist projelerin varlığının sonucudur.
Medeni ve demokratik dünyada sorunları çözmenin tek yolu vardır o da çatışma yönetimi ve barışçıl yöntemlerdir. Oldukça kırılgan bir safhaya gelen süreç, devam ettirilmek isteniyorsa öncelikle kurumsallaştırılmalı, şeffaflaştırılmalı ve toplumsal katılım sağlanmalıdır. Bunun yolu da sürecin TBMM bünyesinde oluşturulacak bir çözüm komisyonu denetiminde ve uluslararası barış çalışmalarına uygun bilimsel yöntemler ve küresel örnekler ışığında yürütülmesindedir. Dünyanın her yerinde başarılı çözüm süreçleri, yerine getirilmesi zor önkoşullar yerine, koşulsuz müzakerelerle mümkün olmuştur. Asıl olan şey çatışmayı yatıştırmadır yani ateşkestir. Eğer ateşkes varsa orada müzakereler yürütülür ve bütün dünya örneklerinde silah bırakma gerçek bir çözüm ve barış sürecinden yıllar sonra gelmiştir. Dünya örnekleri incelenmeden, ders çıkarılmadan 'ala turka yöntemlerle' varacağınız nokta, mehter takımı gibi iki ileri bir geri olacaktır. Böyle bir anlayıştan da sürdürülebilir bir barış çıkarmak imkansızdır.