Scott, kendi kaderini tayin hakkını, diğer insan haklarının içinde yüzdüğü bir nehre benzetirken, Baehr ise, kendi kaderini tayin etme hakkının sağlanması, insanlık onuruna yakışır bir şekilde yaşamanın önkoşulu olarak görmektedir.
Peki, bu kadar önemli bir hak olan halkların kendi kaderini tayin etme hakkı nedir, ne değildir? Bu anlayış temelde J. Locke ve Rousseau düşüncelerinden esinlenerek oluşmuş ve zamanla uluslararası ilişkilerde değişik şekiller alabilmiştir. Yani, bu kavram statik olmayıp, tarihsel gelişmelere bağlı olarak sürekli gelişen bir süreçtir.
Yeni ve geniş anlamıyla bu kavram, gerek BM İnsan Hakları Komitesinde ve gerekse insan hakları uzmanları arasında küreselleşmiş, karşılıklı bağımlılığın had safhada olduğu günümüzde self-determination-kendi kaderini tayinin aslında self-governing- kendi kendini yönetme anlamında kullanılması gerektiğini söyleyenler de vardır. Bunun görece yeni bir anlayış olduğunu vurguladıktan sonra, demokrasi ile birlikte yorumlanınca ve ayrışmayı değil, bütünleşmeyi öncelemesi düşünüldüğünde, gelecekte hem uzmanlar hem de devletler tarafından daha fazla destek göreceğe benziyor.
Kendi kaderini tayin hakkının uluslararası ilişkilerde girmesi, ABD Başkanı Wilsonun 14 prensibi arasında yer almasıyla başlamıştır. Daha sonra de-kolonizasyonla dünya gündemin tepesine oturtulan bu hak, 1980li yıllardan sonra, yeni anlayış olan demokratikleşme ile anılmaya başlamıştır.
BM Şartı ve 1966 BM İnsan hakları anlaşmalarının (hem sivil ve siyasal hem de sosyal, ekonomik ve kültürel anlaşmalarının) birinci maddesinde insanların kendi kaderini tayin hakkı temel bir insan hakkı olarak tanınmakta ve bunun sağlanmasında bütün dünya devletlerine sorumluluk yüklenmektedir. Bu hakkın varlığı ve meşruluğunda kuşku yoktur. Temel sorun bu hakkın nasıl kullanılacağı ile ilgilidir.
Öncelikle ilgili BM Anlaşmalarının insan hakları maddesinin ilk paragrafını inceleyelim. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
Bir Çatışma Yönetimi Aracı Olarak Kendi Kaderini Belirleme Hakkı
Temelde bu hak, uluslararası ilişkilerde çatışmaların nedeni olmuştur. Fakat BM İnsan Hakları Komitesi, bu hakkın yorumunu genişleterek, bu hakkı uzlaşmanın aracı haline dönüştürmeye karar vermiş ve konuyu tartışmaya açmıştır. Bu nedenle, madde artık sık sık demokrasi ile anılır olmuştur. Kendi kaderini tayin hakkı artık kendi kendini yönetme hakkı olarak okunmak istenmektedir ki bu yorum, bugünün küreselleşmiş dünya anlayışıyla daha fazla örtüşmektedir.
BM İnsan Hakları yüksek Komiserliği, 1984 yılında yapmış olduğu yorumda, bu anlaşmayı kabul eden bütün ülkelerin yukarıda bahsi geçen farklı gruplara kendi kendini yönetme hakkının pratikte uygulanabilmesi için, gerekli yasal ve siyasi reformlar yapmak zorundadır demektedir. Fakat bu yorumun da yeteri kadar açık olmadığı veya bilerek muğlak bırakıldığı da ortadadır. Zira, kendi kendini yönetme biçimleri, bütün bireysel insan haklarının sağlanması için gerekli demokratik ortamın oluşturulmasından, otonomi, özerlik, federasyon ve konfederasyona kadar geniş bir yelpazeyi ifade etmektedir. 1996 yılındaki yorumda da Komiserlik, bu hakkı BM Dil, Din, Etnik veya Ulusal Azınlıklar Deklarasyonu ile ilişkilendirerek bu grupların tüm bireysel, kültürel, sosyal ve ekonomik hakların sağlanması olarak yorumlamıştır.
Unesco ise kendi kaderini tayin hakkını seçme, karar verme, katılma ve kontrol etme olarak tanımlamış ve kişi veya gruplara ait insan hakları, kendi kontrolünde olacak şekilde bir yönetim modelini önermiştir. Bu hak demokrasi ile yakından bir ilişki içinde değerlendirilmiş olup, ilgili insanların karar alma mekanizmasında yer alması ve kendi kendini yönetmesidir. Bu hak aynı zamanda, kendi içinde seçtikleri bir lider tarafından yönetilmesini de kapsar demektedir.
Unesco değerlendirmesine göre, kaderi tayin hakkı aynı zamanda bir süreçtir. Yani yalınız seçme olmayıp, karar alma sürecine katkıda bulunmak ve kendi kaderini belirlemektir. Bu sayede, farklı bir devlet yerine, insanlar kendi kendisini yöneterek, kendi kaderini tayin etmiş olurlar. Bu sayede insanlar, J. Washingtona göre, insani ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bu ihtiyaçların başında da refah ve güvenlik gelmektedir. Güvenlik burada ekonomi, sağlık, çevre, fiziksel şiddetten korunma, toplum kültürünün korunması, siyasi güvenlik ve insan hakları ile temel özgürlüklerin güven altına alınmasını kapsamaktadır. Johan Henriksen ifadesiyle, güvenlik ancak kişilerin ve toplumun kendi siyasi ve hukuki tüm haklarının garanti altına alınmasıyla sağlanabilir.
B. Clinton eğer bir yerde yoğun olarak insan hakları ihlal ediliyorsa, insanlar inançları, düşünceleri veya ırklarının farklı olmasından dolayı zulüm görüyorsa oraya müdahale ederiz. T. Blair de benzer şekilde artık mutlak egemenlik devri bitmiştir, sorumlu egemenlik devri başlamıştır demişti 2000li yıllarının başında. Bu iki düşünceden de devletlerin kendi içinde istedikleri gibi halkı ezemeyeceği veya totaliter bir anlayışla zulüm yapamayacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda yapılan uluslararası insani müdahaleleri, totaliter ve baskıcı rejimler ve onların kodlarıyla kodlanmış insanlar bir türlü anlamak istememektedir. Bu tip insanlara, her toplumda rastlamak mümkünken, geri kalmış ve devlet propagandasını fazla yemiş toplumlarda bu sayı çok daha yüksektir. Hatta bu ilkel düşünce, bazı toplumlarda genel kanı olarak ortaya çıkabilmektedir. Bunun tipik göstergesi kutsal devlet anlayışı veya devletçi zihniyetin varlığıdır. Devleti insanların hak ve özgürlüklerini korumak için var olan bir örgütlenmeden fazla gören her anlayış, bu ilkel düşünceyi ifade eder. İnsanların devlet için değil, devletin insanlar için var olduğunu anlamayan gerici bir anlayış, günümüzde insanlara ancak zarar verecektir.