Son günlerde Suriye'ye müdahale konusunda yapılan yoğun siyasi ve çoğu zaman mantıki tutarlılığı olmayan bazı tartışmalar, beraberinde bunun uluslararası hukuktaki yerini analiz etme ve ortalıkta var olan dezenformasyonu giderme ihtiyacı doğurdu. Bu çerçevede uluslararası kamu hukuku, uluslararası ceza hukuku ve uluslararası insan hakları hukukuna bakmakta fayda var. Zira tartıştığımız mesele asgari olarak bu hukuk dallarının hepsini ilgilendirecek derecede çok boyutlu ve kimi yüzeysel, mantıksız ve maksatlı yorumları aşacak kadar da karmaşık bir konudur. Son günlerde uluslararası hukukta suç sayılan savaş propagandasında (BM Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, Madde 20) tavan yapan kimi yeşil kemalistin bu konuda ürettikleri laf-ı güzaf niteliğindeki yorumlar, maalesef toplumsal barış ve uluslararası hukuk açısından bir facia niteliğindedir. Ne yazdıklarını anlasalar, ne kadar tenakuza düştüklerini anlayacaklar belki, fakat gözlerindeki ideolojik perde kalplerini de mühürlemiş gibi görünmektedir. Yalancı şahitlik (yalan haber üretme), bir kavme olan kinlerinin kendilerini adaletten ne kadar uzaklaştırdığını, gücü adalete, zulmü ahlaka ve şeytanlığı insanlığa tercih ettiklerini görememektedirler.
Rojava'ya müdahalenin haklılığından ve meşruluğundan, tampon bölgeden, Rojavalı Kürdün (kavramların arkasına sığınarak PKK, PYD diyerek gerçeği örtme girişimi ayrı bir çarpıtmadır) haklarını ihlal etmenin ahlakiliğinden ve orada savaşı körüklemenin haklılığından bahsedebiliyorlar. Oysa ileri sürdükleri bu iddiaların hiç birisinin haklılığını ahlakla, insanlıkla, vicdanla ya da uluslararası hukukta gösterememektedirler. Bunların yerine emperyalizmle, işgalcilikle ve hukuka saygısızlıkla suçladıkları bazı batılı ve bölge ülkelerinin pratiklerini gösterebiliyorlar (ahlaki ve mantıki tutarlılık fevkal'adenin de fevkinde(!). Rojava'da iddia ettikleri gibi Kürtler diğer etnik ve dini guruplara haksızlık yaparlarsa buna hep beraber hak ve adalet namına karşı çıkalım ve her türlü müdahaleyi yapalım. Fakat delil olmadan, etnik ve emperyal reflekslerle Kürtlere üstten ve egemen tavırlarla hüküm biçmek, ahlaksızlıktır ve Türke Türk propagandasından öte birşey değildir.
Müdahale bağlamında bu çevrelerin dile getirdikleri iddialar genelde tampon bölge ve tek taraflı müdahale gibi iki genel konu etrafında şekillenmektedir. Bu yazıda bu iki konuyu hukuki açıdan incelemekte yarar var.
Tampon Bölge Ancak Türkiye Topraklarında Mümkündür
Kimilerince meşruiyet kaynağı olarak kullanılan tampon bölge hukuki bir uygulama değil, uluslararası ilişkilerde siyasi bir pratiktir. Daha önce Türkiye tarafından salt insani yardım ve koruma için önerildiğinde bile uluslararası toplumdan destek görmemiş böyle bir uygulamanın, bugün askeri ve özellikle Kürtlere karşı kullanılma talebi bırakın uluslararası toplumu, Türkiye toplumunca bile kabul edilemez bir girişimdir. Bu kavramları herkes gönlünce kullanabiliyor fakat uluslararası hukuk ve pratiklerde durum hiç de öyle görünmemektedir. 16 Ekim 2008 tarihinde tampon bölge ile ilgili Eski Taraf Gazetesinde yazdığım yazının ilgili paragrafı;
Tampon bölge, iki hasım güç arasında çatışmaların engellenmesi için kurulan güvenlik bölgesi olarak tanımlanabilir. Buna örnek olarak uluslararası siyasette kullanılan askerden arındırılmış bölge veya yeşil hat gibi kavramlar verilebilir. Bu politikalar, siyasi tarihte ve uluslararası ilişkilerdeki, Denge Politikası teorilerinde 17. yüzyılda konu edilen tampon ülke kavramından esinlenerek uygulanmaktadır...Tampon bölge, siyasi bir kavram olup uluslararası hukukta herhangi bir karşılığı yoktur. Tampon bölge iki tarafın anlaşmasıyla veya BM gibi uluslararası aktörlerin aktif rol almasıyla ortaya çıkabilir. Yani bir anlaşma türüdür. Aksi takdirde, bir ülke tek taraflı olarak, hukuken sadece kendi egemenlik alanında yani kendi topraklarında bir tampon bölge kurabilir. Bu nedenle, Türkiyede kimi siyasilerin ve uluslararası hukuk bilgisinden yoksun bazı kişilerin dile getirdiği gibi, [Suriye] topraklarında tampon bölge kurmak hukuken imkânsızdır. Böyle bir girişim uluslararası hukuka göre işgal olarak tanımlanır, meşruiyeti yoktur, [karşı taraf için savaş sebebidir] ve uluslararası toplumun bunu kabul etmesi de zor görünmektedir. (Detaylı bilgi için http://arsiv.taraf.com.tr/haber-yazdir-19234.html).
Tek Taraflı Müdahale Hukuksuzdur
Kimi medya ve akademi çevrelerince topluma empoze edilmeye çalışılan tek taraflı olası bir müdahale başta uluslararası kamu hukuku olmak üzere uluslararası ceza hukuku ve uluslararası insan hakları hukukunun ihlalini içeren bir dizi eylemi içermektedir.
Birincisi, şunu ifade etmek gerekir ki BM'nin öngördüğü uluslararası ilişkiler düzeninde kuvvet kullanmama ilkesi esastır. Başka bir ifade ile kuvvet kullanma yasaklanmıştır ( BM Şartı, Madde 2/4). Bunun iki istisnası vardır: a) Meşru müdafaa ve b) BM Organlarıyla kuvvet kullanımı (maddeler, 41 ve 42). Birincisi için bir ülkenin silahlı saldırıya uğraması halinde BM Güvenlik Konseyi önlem alıncaya kadar, acilen önlem amaçlı kuvvet kullanabilir ki mevcut durumda Suriye'den Türkiye'ye herhangi bir silahlı saldırı yoktur. Daha önemlisi sınır hattı PYD kontrolüne geçtikçe güvenli hale gelmektedir. İŞİD oradayken müdahaleyi düşünmeyen bir ülkenin bölgenin halkı ve sahibi olan Kürtler topraklarını denetim altına alınca müdahaleyi düşünürse, uluslararası toplumun bunu nasıl anlayacağı ortadadır. İkinci durumda ise, BM organlarının, özellikle Güvenlik Konseyi'nin müdahale için karar alması gerekir. İnsani amaçla tampon bölge oluşturmak için buna yanaşmayan üyelerin (Çin ve Rusya hiçbir durumda yanaşmamaktadır), askeri ve işgal amaçlı bir müdahale içinse, karar alma ihtimal dahilinde değildir. Dolayısıyla mevcut durumda oraya yapılacak her türlü tek taraflı müdahale başta BM Şartı 2/4, 51, 41 ve 42. maddeleri olmak üzere bunlarla bağlantılı bir dizi uluslararası hukuki düzenlemenin ihlali anlamına gelir.
İkincisi, tek taraflı kuvvet kullanma Uluslararası Ceza Mahkemesinin görev ve yetkilerini belirleyen Roma Statüsüne göre de (madde 5/1/d), saldırı suçu olarak kabul edilir ve mahkemenin yargılama yetkisine girer. Türkiye Roma Statüsüne taraf olmadığı halde BM Güvenlik Konseyi'nin savcıyı görevlendirmesiyle, Türkiye yetkilileri hakkında yargı yetkisini elde eder. Yine Roma statüsüne ve uluslararası insan hakları raporlarına göre toplu öldürme, köleleştirme (kadın pazarları), işkence ve ırza geçme başta olmak üzere 7. maddede ifade edilen tüm suçları işleyen İŞİD insanlığa karşı suçlar işlemiştir (madde 5/1/b ve 7/1/bütün bentleri). İŞİD savaşı kaybetmeye başladığı anda paniklercesine kimi kişi ve kurumların PYD ve Kürtleri hedef göstermesi ve müdahaleyi tartışması, dünya kamuoyunda ve Mahkemece insanlığa karşı suçlar işleyen İŞİD'e bir tür destek olarak yorumlanabilir ( ki bu konuda Türkiye ve dünya medyasında ciddi iddia ve yorumlar da vardır) ve bunu yapan Türkiye vatandaşı kişiler zamanı geldiğinde Uluslararası Ceza Mahkemesinde (UCM) yargılanabilirler.
Üçüncüsü, Suriye'de ne tür bir yönetim olacağını (özerk, federal, üniter) Kürtler dahil sadece Suriyeliler karar verecektir. Dışarıdan yapılacak her türlü müdahale hatta telkin egemenlik hakkının ihlalidir ve uluslararası hukukta (BM şartı 2/7) yasaklanmıştır. Bunun istisnası, BM Şartı 7. bölümle düzenlenen BM Güvenlik Konseyinin müdahale yetkileridir. Bu çerçevede, Koruma Sorumluluğunun sağlanması amacıyla müdahale edilebilir. Ayrıca, Suriye Kürtlerinin kendi kaderini tayin yani kendi kendini yönetme (otonomi, özerklik, federasyon ya da bağımsız devlet) hakkına sahiptirler. Bu çerçevede, BM 1976 İnsan Hakları İkiz Anlaşmalarının birinci maddelerinin birinci fıkrası Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlarlar demektedir. Hal böyle iken, Türkiye sadece Koruma Sorumluluğunu gerekçe göstererek uluslararası toplumun onayı ve desteğini alarak Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını sağlamak amacıyla müdahale edebilir. Aksi takdirde bu hakkı engelleme yetkisi ve hakkı olmadığı gibi, bu amaçla bir müdahale uluslararası kamu hukuku ve insan hakları hukukunun ihlaline girer ve tün dünyanın haklı tepkisine maruz kalır.
Özetle, bu analizde çok daha ağır ve zor olan siyasi engeller ve tehditlere girilmedi, fakat bilinmeli ki onların Türkiye'ye yansımaları daha da derin ve olumsuz olacaktır. Hukuki ve siyasi ve hatta mantıki ve ahlaki zeminden ve meşruiyetten yoksun bir müdahaleyi körüklemeye çalışan ve uluslararası suç işleyerek savaş propagandası yapan birtakım medya ve akademi çevreleri bunların hepsini anlamsız bulabilirler, fakat dünyanın gerçekleri ve hukuku budur.