Uluslararası ilişkilerde aktörler arası dengeler zamanın ruhuna bağlı olarak esneklik gösterebilir, değişebilir ve yeni ittifaklar doğurabilir. Fakat Ortadoğu'da özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde bu dengeler baş döndürücü bir hızla değişiveriyor. Bu hızlı değişimin sağlıklı olmadığı ve olamayacağını anlamak zor değil. Zira, uluslararası ilişkilerde ittifaklar değişse bile, unutma biraz daha zor oluyor. Dolayısıyla normalleşme de zaman alıyor. Bu nedenle, yeni kurulan dengelere temkinli yaklaşmakta fayda var.
Bir yıl önce, bir tarafta İran, Suriye ve Rusya'nın merkezinde olduğu bir bloka karşı, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar vardı. Küresel düzeyde, ilk bloku Çin desteklerken, ikinci bloku da Batı desteklemekteydi. Bugün ise, tamamen yeni bir yapılanma var. Birinci blok sağlam bir şekilde yerinde duruyor, fakat ikinci blok dağılmış durumda. Türkiye birinci blokla yakınlaşmaya girince, S. Arabistan bundan hoşnut olmadı. Katar ise kararsız. Bu defa, ikinci blok kısmen de olsa, hem bölgesel hem de küresel düzeyde batı ittifakının üzerinde kaldı. Kısacası, bölgesel dengeler dağılmış, fakat küresel dengede köklü bir değişimden bahsetmek henüz zor. Dağınık ve zayıf da olsa, küresel aktörlerin bölgedeki ve özellikle Suriye'deki pozisyonları, sabit ve çıkarları çatışıyor. Bu nedenle, farklı ve çatışan politikalar izlemeleri de kaçınılmaz oluyor.
Yeni dengede kim neyi kazanmayı umuyor? Türkiye ne yapmalı?
Her yeni ittifak yeni umutlar ve yeni fırsatlar doğurduğu kadar beraberinde yeni tehditler de getirmektedir. Suriye'de PYD'ye hem de 15 Temmuz darbe girişimine karşı Batıdan yeterli desteği alamayan Türkiye, birinci bloka göz kırparak bölgedeki dengeleri değiştirmek istiyor. Fakat NATO üyesi, AB üyelik sürecinde, Avrupa Konseyi üyesi ve bolca ABD üssünü barındıran bir ülke olarak Türkiye, Batıdan ne kadar uzaklaşabilir ve aynı zamanda birinci blok nezdinde ne kadar güvenilir bir ortak olarak kabul edilebilir? Türkiye Rusya ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, aynı zamanda Batı ile bozuşmak zorunda mıdır? Aslında dengeli bir politika ile iki blokla da ilişkilerini geliştirerek hem bloklar arası ilişkilerde hem de bölgesel ittifaklar arası ilişkilerde bir arabulucu rolü oynayabilir. Bunu 6-7 yıl önce yapabiliyordu. Bugün farklı şartlar var. Esad ve PYD o eski denklemi bozan faktörler, fakat bu iki aktörle de yeni ilişkiler geliştirerek eskisinden de daha güçlü bir pozisyon elde edebilir.
Türkiye beş yıldır sürdürdüğü Suriye politikasını 'Esad gidecek, PYD olmayacak' denklemi üzerine inşa etti. Olabilir, fakat bu stratejinin işlemediği, işe yaramadığı görüldüğü halde bunda ısrar etmek, bir şey kazandırmaz. Aksine kaybettirir. Yeni oluşmakta olan dengede de bu politika sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Esad gidecek ısrarıyla Suriye'de Rusya ve İran'la ne kadar birlikte hareket etme imkanı olacak? Tıpkı PYD karşıtlığının Batı ile ittifakta çalıştığı kadar olur ancak.
Türkiye'nin bölge politikası bu yönüyle bir ikilemle karşı karşıya. Ya eski politikalarında ısrar ederek birkaç yıl sonra bunun hala işe yaramadığını tekrar fark edecek, ya da yeni, vizyoner, kapsayıcı, arabulucu fakat bölge haklarının çıkarlarını, haklarını koruyan, bölgesel barışı merkeze alan, arabuluculuk rolü ile uyumlu kadim politikalarını meydana sürecek. Eski adıyla, 'Komşularla sıfır sorun politikası', yeni adıyla 'dostlukları artıran ve düşmanlıkları azaltan' bu politikanın sözde kalmaması gerekir.
Üç tarafımız denizlerle, dört tarafımız düşmanlarla çevrili eski Türkiye anlayışı bir asırdır barış ve huzur sağlamadı, oysa bu politikaları terk eden AK Parti'nin ilk 12 yılı ülkeye huzur ve barış getirdiği gibi, Türkiye'ye uluslararası arenada da büyük bir prestij ve güç kazandırdı.
Bölgedeki tüm sorunların çözümü barışçıl yöntemlerdedir. Adalet, hakkaniyet, demokrasi ve eşitlik üzerine kurulu bir anlayıştadır. Barışçıl, kapsayıcı ve kuşatıcı bir bölgesel dış politika hiç şüphesiz beraberinde iç politikaya da nefes aldıracak ve iç barışa katkı yapacaktır. Bu defa, fırsat kaçırılmamalı, aksi takdirde yeni bir fırsat çok geç kalabilir.