Ortadoğu'da beş yıldır devam eden ve Arap Baharı olarak adlandırılan süreç giderek tüm bölge için yıkıcı ve uzun vadeli sonuçları olabilecek bir bölgesel hatta mezhepsel savaşa dönüşmek üzeredir. Bölge ülkeleri rasyonel karar almayı bir kenara bırakmış, sadece duygu ve içgüdüleriyle hareket ediyormuşçasına bir çılgınlığın içine sürükleniyorlar. Bu felaketten çıkış yolu askeri stratejiler, mezhepsel ittifaklar ve kısa vadeli çıkarlarla değil, işbirliği ve barışçıl yöntemlerle olur.
Baskıcı, diktatörlüklerle yönetilen Ortadoğu'da siyasal değişim ve dönüşümü amaçlayan ve 2010 yılının Aralık ayının sonlarına doğru Tunus'ta yapılan kitlesel gösterilerle başlayan ve Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, Suriye'ye gelinceye kadar oldukça başarılı bir şekilde devam etti. Dünya kamuoyuna bir anda düşen bu halk devrimleri Tunus, Libya ve Mısır'da hedefe ulaşırken, Suriye'de bir iç savaşa dönüşerek bütün sürecin kaderini etkilemeye başladı. Öncelikle dünyanın büyük bir kısmı tarafından desteklenen bu devrimler, diktatörlerin yerine dini partiler geliyor diye önce ABD ve sonrasında diğer Batı desteği minimuma indirdi. Başından beri bu sürece karşı olan bölge diktatörleri ve öncelikle Suudi Arabistan yönetimi bunu fırsat bilerek devrimi tersine çevirmeye çalıştı. Körfez ülkelerinde protestoların kanlı bir şekilde bastırılmasına doğrudan müdahil olurken, Mısır'da İhvan yönetimini devirmek için darbeci Sisi'yi her türlü araçla destekledi.
Suriye'deki iç savaş giderek bölge ülkelerinin müdahalesiyle kısmi bir mezhepsel kutuplaşmaya dönüştü. Bölgedeki ülkeler Quran'ın emrine uyup Suriye'de adil bir barış projesinin geliştirilmesi için uğraşacağına, Sünni ülkeler muhalefeti, Şii ülke ve oluşumlar da rejimi desteklemeye başladılar. Bu karşılıklı kutuplaşma ve destekler maalesef sorunu çözmedi, aksine çatışmayı genişletip derinleştirdi. Suriye'de insanlar birbirini öldürürken, bölgede kutuplaşma ve kamplaşma safları sıkılaştı.
Herkes bu çatışmaların bir mezhepler savaşına dönüşmemesi gerektiğini vurgularken, sanki bu tehlikeli sona da hizmet ediyordu. Yemen operasyonu maalesef bu sonun başlangıcı gibi. İsrail-Filistin sorununda bile birlik olamayan bölge ülkeleri, Yemende Zeydi Şii gurup Husilerin merkezi yönetime karşı üstünlük sağlamasında bir anda ittifak kurup ortak operasyon başlattılar.
Bu operasyon ne anlama geliyor ve ne tür sonuçları olabilir?
Bu operasyon bakıldığında bir ortak Sünni eylemi gibi görünse de, sanki daha çok bir Suudi rejim eylemine benziyor. Zira Suudi Selefi Wahhabiliği birçok Sünni ülke tarafından bir tehdit olarak algılanıyor. Bu nedenle, Yemen operasyonu Suudi Arabistan rejiminin önleyici bir eylemidir. İleride kendisine tehdit oluşturabilecek bir bölgesel değişimi böylece engelleyerek diktatörlüğünü güvenceye almak istemiştir.
Darbeyle birlikte ekonomik anlamda Suudi Arabistan'a teslim olan Mısır, Arap liderliğinden de bir şekilde uzaklaştı ve Ortadoğu'da Arapların önderi şimdilik Suudi Arabistan olmuş gibi. Yemen'e yaptığı operasyonda 10 ülkeyi yanına çekmesi bunun bir göstergesidir. Bunu Şiiliği ve İran'ı hedefe koyarak başardı. Böylece, Türkiye ve birkaç bölge ülkesi daha ilk günden operasyona her türlü desteği vereceklerini duyurdular.
Suudi Arabistan liderlik rolünü sağlamlaştırmak için daha birçok girişimde bulunacaktır. Bölgesel politikalar ve bölgesel dizaynlara öncülük etmek isteyecektir. Bu çerçevde operasyona karşı çıkan Irak merkezi Hükümetini sıkıştırmak için, Suudi medyasında Bağımsız Kürdistan'ın desteklenmesi gerektiği şeklinde yorumlara yer vermeye başladı. Bugüne kadar Halepçe katliamı dahil Kürtlere yapılan zulümleri görmezden gelen Suudi Arabistan, bugün bölgesel tasarımında Kürtleri kullanmak istiyor.
Suudi Arabistan'ın amacı mezhepsel kamplaşmayı ve kutuplaşmayı derinleştirerek kendi konumunu ve rolünü sürdürmektir. Bu çerçevede, İran olmak üzere Irak, Suriye ve Lübnan Hizbullahı operasyona karşı çıktılar. Böylece çatışmanın tarafları ve mezhepsel kamplaşma safları belli oldu: Bir tarafta Sünni ülkeler öbür tarafta Şiiler.
Bu mezhepsel kamplaşma savaşa dönüşürse ki çok uzak bir ihtimal gibi görünmüyor, bu İslam dünyasının 100 yıl savaşlarına dönüşebilir. Böyle büyük bir felaketi engellemenin yolu adil ve barışçıl yöntemlerden geçmektedir. Bunu engellemeye çalışmak da her sorumlu Müslüman kişinin görevidir.
Türkiye, öncelikle operasyona açık destek vermekle birkaç yıldır dünyada savunuculuğunu yaptığı ve oynayabileceği arabuluculuk rolünü kaçırmak üzeredir. Bu tarz girişimlerle son dört yıldır bölgede kaybetmeye başladığı etkisini barışçıl bir çözüme önderlik ederek ve arabulucu bir rol oynayarak geri alabilecek ve aynı zamanda çok hayırlı bir iş yapmış olacak. Bu fırsat hala geçmiş değil fakat ciddi bir yara almış durumda. Cumhurbaşkanı'nın İran ziyareti - yapılabilirse - böyle bir role dönüş için ciddi bir fırsat olacaktır.
Bazı stratejist ve akademik muharip takım daha şimdiden medyada boy göstererek bir çatışma kışkırtıcılığına başlamış durumda. Yetkililer son dört yıldır bu kıymeti kendinden menkul muharipperestleri dinleyerek gelinen noktayı nazara almalıdır. Çatışma, kamplaşma ve öfke yolunu tercih etmemeli, tersine bölgede barış kurucu ve koruyucu bir aktör olmalıdır. Türkiye bunu yapacak kapasiteye fazlasıyla sahiptir. Yeter ki rasyonel düşünüp çatışmaya destek vereceğine barışa yatırım yapsın.