Sayfa Yükleniyor...
İnsani ve ahlaki siyaset bilimi teorilerine göre, devletin iki temel görevi var: Birincisi insanların güvenlik hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerini korumak ve ikincisi, insanlar arasında adil ve tarafsız bir hakem olmaktır. Bunun ötesi haddini aşmaktır, tağutlaşmak ve insanlık onurunu hiçe saymaktır. Sadece yakın dönem devlet zulmünü anlatan yazılara bakıldığında bile, bu topraklarda devlet bu asli görevleri dışında her şeyi yapmıştır. Mesela adil bir hakem olmadığı gibi, başta yaşama hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklere de gerektiği gibi saygı göstermemiş ve hala göstermemektedir. Fakat insanların inancına, kültürüne, diline, kıyafetine, hatta etnik yapısına bile müdahale etmiştir. Aslında bu çerçevede devlet, devlet olmamış, haydut gibi bir haksızlık, zulüm ve baskı aracı olarak kullanılmıştır egemenler tarafından.
Bugünlerde elime geçen iki değerli, vesika olarak saklanması gereken kitapla meşgulüm: Hüda Kaya'nın Başörtüsüne Özgürlük Yolunda ve Eğitim-Bir-Sen tarafından yayımlanan Karanlık Dönemler ve Ödenmiş Bedeller: Darbelerin, Baskıların Yaşattığı Mağduriyetler. İkisi de kalın ikişer ciltten oluşmaktadır, bu zulümleri anlatmaya cilt cilt kitap bile yetmez aslında. Bu kitapları okumak bile zor, anlamak ise imkansız: Zira yaşayanlar bilir, bilenler anlar. Biz ancak anlamaya çalışırız.
Binlerce insan başta eğitim hakkı olmak üzere, çalışma hakkından ve en önemlisi onurundan yoksun bırakıldı. Koca koca akademisyenler koridorlarda başörtüsü avına çıkıyor, kapıda başörtüsü yoklaması yapıyor, resim çekiyor, o yetmiyormuş gibi derste sözü oraya getirip hakaret edebiliyorlar. Öğretmen ders ortasında sınıfından alınıyor, askeri personel, eşi başörtülü diye ordudan atılıyor. Devlette çalışmadığı halde, anayasal ve temel bir hak olan gösteri yürüyüşüne katıldı diye yalnız bir kadın çocuklarıyla birlikte idamla yargılanabiliyor. Issız bir köye, başörtülü bir öğretmen var diye, bir müfettiş ordusu sorguya gidiyor. İnek bir heykele çarptı diye, ineği sürgün eden büyük beyinler bunlar işte. Gerçi bu örnekten sonra ne yazılsa eksik olur.
Öğrenciyi hayallerinden koparan, öğretmeni okulundan eden, bürokratı işinden ebeveynleri evladından ayıran, sivil kuvvetlerin ön cephelerde koşturduğu 28 Şubat sahiden bitti mi? Asit kuyularında kemikleri eriten, binlerce köyü bazen içindeki hayvanlarla yakan, ana dilini konuştuğu için öğretmeninden dahi dayak yiyen yedi yaşındaki çocuğun korkusu sahiden de bitti mi? Oruç tutmadığı halde komşuların baskısına maruz kalmamak için korkudan sahura kalkan Alevinin, aynı korkudan Müslüman ismi alan Ermeninin, Süryanininin ve Yahudinin ıstırabı bitti mi? Yüzleşme olmadıkça hiçbirisi bitmez. Sadece bir kısmı uygun zaman ve zemin için beklemeye alınmış olabilir.
Bir belgeselde izlemiştim. Van'da köyleri yakılan bir köylü, köpeğiyle köyden ayrılıp giderken, karşı kıyıda durup yanan evini ağlayarak izliyor. Bu sırada kendisiyle birlikte köpeğinin de ağladığına şahit oluyor. Köpeklerin bile ağladığına ağlamayan, hatta bir adım ileri gidip sevinenlerden insanlık beklemek, insanlığa bir hakaret olmaz mı?
Geçmişle yüzleşme olmadıkça, devlet hiçbir zaman asli görevlerine dönmez. Zaman zaman sakinleşebilir, fakat uygun ortam bulduğunda yine ahlaksızlığın dibine vurmaktan tereddüt etmez. Her dönem önceki dönemlerin baskı ve zulümlerinin üstü örtülür, zannedilir ki unutulur. Oysa yüzleşme olmadıkça anılar ve yaşanmışlıklar hep taze kalır. Mağdur hep mağdur, zalim ve baskıcı ise, hep uygun zaman kollar. Başörtüsü yasağıyla, Alevi meselesiyle, Kürt sorunuyla, azınlıklar ve darbelerle yüzleşilmedikçe bir arınma olmaz/olamaz. Çünkü yüzleşme hakikatleri açığa çıkarır, aksi ise onları örter. Milyonlarca insan hala bekliyor, baskılarla, zulümlerle, mağduriyetlerle, yok edilen hayaller ve öldürülen umutlarla, asit kuyularıyla, yakılan köylerle, yapılan işkencelerle, toplu kıyımlarla yüzleşmeyi.
Aslında bu yazıda, sadece 28 Şubat zulmünü anlatacaktım fakat o kadar çok örnek var ki, başlayınca insan hızını alamıyor. Zira hepsi birbirinin devamı, aynı kaynaktan besleniyor ve aynı lağım üzerine oturuyor: Başkasına saygısızlık, insan onuruna saygısızlık, en önemlisi kendisine saygı duymayan zihniyet. Yani şeytanın özelliği olan kibir ve ırkçılık (etnik, dini, sosyal ve felsefi v.s.) hastalığı.
İnsanların mağduriyetler yaşadıkça hakikate ulaşması, hakkı ve adaleti anlaması beklenir. Artık vicdanlı ve ahlaklı bir insan olması, sadece kendisine değil, kime yapılırsa yapılsın zulme ve baskıya karşı direnmesi umulur. Buna hakka ulaşma, hak düzeyini yakalama da denir. Fakat ne yazık ki yazılan bazı yazılarda bazı mağdurlar, kendi mağduriyetini anlatırken bile, başka mağdurların mağduriyetini meşrulaştırmayı seçmişler ki bence en acısı da budur. Kendisini mağdur eden sistemin, haksız ve ahlaksız bir şekilde ötekini de mağdurlaştırabileceğini düşünmez. O zulme yeşil ışık yakar. Sayı çok az fakat belki de asıl ezber ve iflas da budur. Gerçi mağdur olan herkes, hak düzeyine ulaşabilseydi, belki de bugün dünyanın en vicdanlı, en barışçıl ve demokratik toplumlarından biri olabilirdik.