hayatımızın doğal bir parçasıdır. Yani çatışmalar hep olacaktır. Çatışmalar iyi yönetilirse iyi sonuç, kötü yönetilirse kötü sonuçlar alınır. Çatışma özünde kötü ya da iyi değildir, onu iyi ya da kötü yapan şey onu nasıl yönettiğimizdir. Yani önemli olan çatışmanın kendisi değil, çatışma yönetimidir. Peki çatışmaları iyi yönetmenin araçları nelerdir? Bu sorunun cevapları barış çalışmalarında farklı teorik analizlerle ve dünyadan örneklerle detaylı anlatılır. Fakat bu yazıda üzerinde durulacak nokta, toplumların çatışma yönetimini belirleyen bir takım doğal unsurları üzerinde durulacaktır.
Her toplumda çatışmalı ilişkiler vardır ve olması kaçınılmazdır. Fakat bu ilişkilerin barışçıl bir şekilde yönetilmesini sağlayan, bu çatışmaların şiddete evrilmesini engelleyen bazı doğal toplumsal dinamikler vardır. Bütün bu dinamiklerin toplumsal barışa yaptığı katkıya o toplumun barış kapasitesi denir. Toplumda var olan çatışmalı ilişkilerin barışçıl bir şekilde çözülmesini/yönetilmesini sağlayan kişi ve kurumlar önem sırasına göre, adalet(çiler), emniyet(çiler), eğitim(ciler), din görevlileri, STK'lar, sanatçılar ve yaşlı insanlardır.
Öncelikle bir toplumda adalet sistemi hiçbir güç, ideoloji ve dış müdahaleye maruz kalmadan gerçek anlamda, evrensel hukuk ilkeleri doğrultusunda tarafsız ve bağımsız bir şekilde işlerse orada toplumsal barışı sağlamak kolaylaşır. Türkiye'de adalet mekanizmasının hakkıyla adalet ürettiğini söylemek oldukça zordur. Özellikle siyasi davalarda sonuçları önceden kestirmek kolaydır. Zira güç çoğu zaman odaklarının tercihleri doğrultusunda kararların alındığı hepimizin malumudur. Örneğin yargı 28 Şubat'ta başörtüsünü yasaklarken, bugün aynı yargı başörtüsü yasağını uygulayanları cezalandırabiliyor. Beş yıl önce yargı Ergenekon ve balyozdan yüzlerce kişiyi darbecilikle hapse atarken, bugün yargı onları hapse atanları, hapse atıyor. Değişen ne? Bunun diğer önemli bir göstergesi ise Avrupa İnsan hakları Mahkemesi(AİHM) istatistikleridir. AİHM'de en çok davası olan ülkelerin arasında (2015'te 47 ülke arasında Rusya ve Ukrayna'dan sonra 3. sırada) yer alması ve en çok mahkumiyeti olan ülke olması türkiye'de adalet mekanizmasının iyi çalışmadığını göstermektedir. AİHM şimdiye kadar ele aldığı davaların %65'inin insan haklarına aykırı olduğu gerekçesiyle, Türkiye'yi mahkum etmiştir. Benzer şekilde TESEV hakim ve savcılarla yaptığı tek soruluk bir mülakatta 'önünüze gelen bir davada bir tarafta hak, hukuk ve adalet ve öbür tarafta devlet çıkarı olursa neye göre karar verirsiniz diye sorar'. İşi adaleti sağlamak, hakkı ve hukuku korumak olan yargıçların %65'i devlet çıkarına göre karar vereceklerini ifade etmiştir. Sadece bu örneklere bakılırsa, adalet mekanizmasının toplumsal barışa ve toplumsal barış kapasitesine katkısının maalesef çok düşük olduğu anlaşılmaktadır. Adalet yoluyla hakkını alamayan insanlar bu defa ya mafyaya gider, ya da şiddete başvurarak kendisi adaletini(!) sağlamaya çalışır. Bu da toplumsal barışı ortadan kaldırır. Gerçek adalet herkese lazım. Kim hangi ulvi(!) gerekçelerle olursa olsun, adalet sistemini bozmaya çalışırsa biliniz ki o kişi/ler toplumun geleceğini yok etmektedir.
Toplumun kapasitesini belirleyen ikinci önemli unsur, emniyet sistemidir. Emniyetçiler güvenliği sağlamak, suç delillerini ortaya çıkarmak, insanların özgürce haklarını kullanması için ortam hazırlamak gibi görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Fakat emniyetçiler toplumun farklı kesimleri arasında farklı muamelede bulunursa, bazı davalarda delil karartmaya ve hatta suçluyu korumaya çalışırsa, toplumsal gösterilerde bazı gruplara yardımcı olur, bazılarını gaza boğarsa emniyet, emniyet olmaktan çıkar, emniyetsizliğin kaynağı haline gelir. Missippi Yanıyor filminde Missippi emniyetinde yuvalanan Ku Klux Klan(KKK) örgütünün siyahilere karşı ırkçı uygulamaları ve cinayetleri nasıl koruduğu anlatılmaktadır. Bu tarz bir emniyet yapısı barış değil, sadece toplumsal kaos üretir. Türkiye emniyeti farklı gruplara mensup aynı nitelikteki suçlardan insanları göz altına alırken bile, bazılarına kelepçe takıyor, bazılarına sonsuz bir saygıyla davranabiliyor. Bunlar toplumsal barışa zarar veren uygulamalar.
Üçüncü grup öğretmen, akademisyen, ve informal eğitimcilerden oluşan eğitim(ciler) ve dördüncü grup din görevlileridir. Toplumlarda çatışma hep olacaktır, fakat eğitimciler ve din görevlileri topluma barışçıl ilişkileri, hoşgörü, eşitlik, adalet ve saygıyı tavsiye ederse toplumsal barışa katkı sağlar, yok kendileri de bir taraf olup çatışma dili kullanırsa, ideolojik ve hakkaniyetli olmayan bir pozisyon alırsa çatışmayı derinleştirir. Bugün Türkiye'de özelikle evrensel bilim ahlakından ve kaliteden uzak çoğu akademisyenin toplumsal barıştan ziyade çatışmaya katkı verdiklerini, çatışma dili kullandıklarını, güce taptıklarını söylemek yanlış olmaz. Nispeten öğretmenlerin ve önemli oranda din görevlilerinin toplumsal barışa katkı yaptıkları söylenebilir. Bu konuda son yıllarda verdiği hutbe ve mesajlarla istisnalar dışında Diyanetin, toplumsal barışın önemli bir aktörü haline geldiğini görmek gerekir.
Sivil toplum, sanatçılar ve yaşlı insanlar piramidin son halkasında yer almalarına rağmen, toplumsal barışa katkıları çok iyi olmamakla birlikte, diğer gruplara kıyasla daha yüksektir. Fakat bu grupların toplumsal barışa etkileri maalesef sınırlı olduğundan, katkıları da o nispette az olabilmektedir.
Ezcümle, Türkiye toplumunun barış kapasitesi mevcut durumda oldukça düşüktür. Ve bu durum, toplumumun geleceği için büyük bir tehlikedir. Buna bir de siyasal kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi, öfke ve kini topluma pompalayan siyasileri ve çatışma kültürünü besleyen medyayı ekleyince, Allah toplumu korusun demekten başka bir şey gelmiyor aklıma.