Kuruluş felsefesi ve son 300 yıllık uygulamalarıyla daha ziyade ulus(çu) devlet hatta etnikçi, ırkçı, belki de terörist devlet( ulus inşa süreçlerinde, ulusçu tekçi kimlikleri kurmak için son 300 yılda 350 milyondan fazla insanı katletmiş bir yapı) olan ulus devletin, son yarım asırdır küreselleşme süreci, post-yapısalcı itirazlar ve dünya politikasında etkinliği artan devlet dışı aktörlerle (çok uluslu şirketler, uluslararası örgütler, dini gruplar, silahlı gruplar, etkin şahıslarla) birlikte yapısı, etkinliği ve hatta varlığı tartışılır olmuştur.
Avrupa'da son 300 hatta 350 yıldır var olduğu ileri sürülen ulus devlet modeli esasında dünyaya son yüzyılda yayılmıştır. Tekçi, tek tipçi, homojenleştirici, asimilasyoncu, terörize edici, ayrımcı bir felsefe (etnikçilik, milliyetçilik ve ırkçılık) üzerine kurulan bu yapı, neredeyse son yarım asra kadar şaşmaz, mutlak gerçek ve doğru devlet formu olarak insanlığa dayatıldı. Son yarım asrı aşkındır, insanlar şunu fark ettiler ki bu canavar yapı insanlara ( ama özellikle çoğunluk olmayan halklar ve topluluklar için) mutluluk değil, soykırım, etnik temizlik, gözyaşı ve çatışma üretmekten başka işe yaramamaktadır. Mutlak egemen ve şiddeti tekelinde bulunduran ulus devletin şerrinden kurtulmak için daha önceleri anayasal sınırlamalar getirildi fakat bunun etkili bir ehlileşme sağlamadığı görüldü. Ardından demokratikleşme ve insan hakları gibi kurumsal ve değer unsurlarıyla bu yapı halkın mutluluğuna ve refahına aracı kılınmak istendi. Kısmen başarıldı da. Demokratik, çoğulcu ve insan haklarına dayalı sistemler geliştirebilen devletler, tamamen olmasa da önemli ölçüde geleneksel ulus devletin gayri insani ve gayri ahlaki bir dizi unsurundan kurtulabildiler. Bu nedenle, konsolide demokratik ülkeler post-ulus devletlerdir. Daha ziyade Kuzey Amerika ve Avrupa devletlerinin çoğu bu kategoriye girmektedir.
Yine, küreselleşme ile artan devlet dışı aktörlerin etkisi, küresel bazda kısmen destek bulan insan hakları ve demokratikleşme ve post-yapısalcı itirazlar beraberinde ulus devleti Batı dışı dünyada da ciddi anlamda zayıflattı. Bu öncekilerin aksine, gönüllü bir dönüşümden ziyade zoraki ya da zorlama ile gelen bir dönüşüm oldu/oluyor.
Basit birkaç örnek verilecek olursa, bugün 20 trilyon dolar civarında olan dünya ticaretinin %90'nı çok uluslu şirketler yapıyor, küresel ilişkilerin düzenlenme rejimleri doğrudan devletlerarası ikili ilişkilerden ziyade uluslararası örgütler çatışı altında yapılıyor (bunlar devletlerarası örgütler olsa bile devlet dışı aktörlerdir). Küresel eğitim ve kültürel etkinliklerin çok büyük bir kısmı sivil toplum kuruluşlarınca yürütülmektedir. Ve en önemlisi artık dünyadaki savaşlar devletler arasında değil, devletler ve devlet dışı aktörler arasında cereyan etmektedir.
Bugün dünyada (2013'te) toplamda 414 çatışma olduğu hesaplanmaktadır (Heidelberg Enstitüsü Çatışma barometresine göre). Bunların yarısından fazlası yani 221'inde şiddet var. Geri kalan çatışmalar (193) görünmez çatışma ya da şiddet içermeyen görünür çatışmalar, başka bir ifade ile uyuşmazlıklardır. Şiddet içeren çatışmalardan 176'sı kriz (ara sıra şiddete başvurulur), 25 tanesi şiddetli kriz ya da sınırlı savaş ( karşılıklı sistematik silahlı şiddet) ve 20 tanesi de savaş olarak kabul edilmektedir. İşin en ilginç olanı ve bizi ilgilendiren tarafı, yoğun şiddet içeren savaş ( 20) ve sınırlı savaş (25) toplam 45 çatışmanın hepsi de devletlerin içinde olmaktadır. Yani devlet dışı aktörler bu çatışmaların bir tarafıdır. Orta düzeyde şiddet içeren 176 krizden de sadece 11'i devletler arasındadır, geri kalan 165'i yine devletler ve devlet dışı aktörler arasında cereyan etmektedir.
Dünyadaki ilişkileri derinden etkileyen ve insanları bir yerden başka yerlere göç, tehcir, etnik temizlik vs ile hareket ettiren en önemli faaliyet olan çatışmalar artık devlet dışı aktörlerce sürdürülmektedir. Arap Baharı ve son olarak Suriye ve Irak'ta görüldüğü gibi bu aktörler ya da gruplar zaman zaman devletten daha da örgütlü ve etkin olabilmektedir. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bütün bu olanlar gösteriyor ki artık ulus devlet çoktan farklı yöntemlerle yok olma sürecine girmiştir. Evrilme süreci yaşamaktadır. Fakat demokratikleşemeyen devletler maalesef dönüşürken bile sadece acı ve çatışma üretmekten başka işe yaramamaktadır. İnsanlığa musallat olmuş örgütlü bir şeytan olan ulus(çu) devlet, demokratikleştirilmediği sürece canavarlaşmaktadır. Maalesef üçüncü dünya kafası hala bu tekçi ve asimilasyoncu şeytanı tek kurtarıcı olarak görmektedir. Özü itibariyle insana ve insanlık değerlerine ters olan bir düşünce (milliyetçilik, etnikçilik, ırkçılık) üzerine kurulu olan bu yapının 21. yüzyılda varlığını koruması imkansızdır.
Bu hastalıklı yapı küresel çapta ya demokratikleşerek barışçıl bir şekilde dönüşecek ya ameliyatla tümor atılacak ( köklü yapısalcı değişim ve devrimlerle) ya da yok olup gidecektir. Bu süreçte geç kalan halklar kaybedenlerden olacaktır. Hele yenilerini kurmaya çalışanların iflah olması imkansızdır.
Yeni model devlet, örgütlenme ya da hizmet aracı ise katılımcı ve müzakereci demokratik yapılar olacaktır/olmalıdır. Gücü ve tekçiliği değil, çoğulculuğu esas alan, insanı merkeze oturtan, her türlü ayrımcılık ve adaletsizlikle mücadele eden yerel demokratik yapılar, geleceğin insani ve ahlaki modellerini oluşturabilir. Önemli olan bu değişim ve dönüşüm sürecinin barışçıl bir şekilde sağlanabilmesidir. Bizim bölgede maalesef hem model hem de barışçıl yöntemler hala ufukta görünmemektedir. Neden acaba?