Sayfa Yükleniyor...
Türkiye yükseköğretiminin akademisyenlerden altyapıya, finanstan yönetime ciddi sorunları var. Bu sorunların bir kısmı yapısal ve uzun vadeli önlemlerle giderilebilir, fakat bazıları oldukça yüzeysel olup basit önlemlerle düzeltilebilir. Son yıllarca açılan onlarca yeni üniversite var olan sorunlara yenilerini ekledi.
Bu kısa yazıda yükseköğretimde önemli bir sorun olan akademisyenlerin kalitesizliği, gayri ciddiliği, yetersizliği ve liyakate dayalı olmayan atama ve yükseltme prosedürlerine ilişkin bazı noktalara değinmek istiyorum. Yükseköğretimde kaliteyi yakalamak istiyorsak başkasını suçlamadan önce biz akademisyenler öncelikle bir özeleştiri yapmalıyız. Türkiye’de her şeye rağmen ekonomik, teknik ve altyapı imkanları açısından dünyanın birçok ülkesinde göre büyük avantajlara sahibiz. Birtakım akademik özgürlük sorunlarımız var, fakat sahip olduğumuz birçok imkana rağmen, dünya bilim alanında önemli başarılarımız yok. Örneğin, neden, dünya üniversitelerinde yaygın olarak okutulan makale ve kitaplar üretemiyoruz? Yeni bilimsel gelişmelere neden öncülük edemiyoruz? Yeni buluş, patent ve üretimde neden gerilerdeyiz?
Bunun için farklı birçok neden sayılabilir, fakat benim gözlemlediğim kadarıyla birkaç tane saymak istiyorum. Birincisi, üniversitelerimizde kalite ve birikimden ziyade ciddi bir ideolojik ve siyasal yapılanma göze çarpmaktadır. Üniversitelerde karar alma mekanizmasında yer alan şahıslar, işe aldıkları akademisyenlerin kalitesinden çok, bağlantılarına, ideolojik ve siyasal eğilimlerine, dini ve etnik altyapılarına bakmaktadır. Herkes, kendi gibi düşünen, yazan ve okuyan kişilerle çalışmayı tercih etmektedir. Oysa bilim evrenseldir ve evren gibi çeşitlilik içermektedir. Farklı düşünce ve anlayıştan kaliteli ve birikimli insanların birlikte üreteceği bilimsel ürünler ancak evrensel bir boyut kazanabilir. Örneğin, sadece çimentodan, sadece demirden, sadece briketlerden ya da sadece keresteden veya camdan bir bina ya da bir plaza inşa edilemez. Bunların her birinden ve ya birkaçından ancak bir köy evi ya da bir kulübe inşa edebilirsiniz. Hepsi bir arada ve mahir mühendisler ve mimarlar elinde mega yapılara dönüşebilir. Akademide de aynı şekilde kaliteli ve farklı düşünce girdileriyle kaliteli bir eğitim elde edilebilir.
İkincisi, akademisyenlerin işe alınma kriterleriyle ilgilidir. Bir kişinin doktora ya da uzmanlığa sahip olması onu yeterli yapmaz. Daha doğrusu her üniversitede eğitici yapmaya yetmez. Üniversite giriş sınavında ilk 300 bine zorla girmiş ve 3. Sınıf bir üniversitede 5. Sınıf bir bölüm okuyan bir şahıs, yine bu vasıfsız yerlerde ya da yurtdışında bir şekilde hasbelkader bir doktora yapabilmektedir. Gerisi, o şahsın ilişkileri ve torpiline kalmıştır. Söz konusu oldukça düşük zekalı 60 IQ’lük akademisyen, stratejik ilişkileri sayesinde üniversite sınavlarında ilk bine 10 bine ya da 20 bine girmiş 120+ IQ’lük öğrencilerin girdiği okul ve bölümlerde öğretim üyesi olabilmektedir. Bir asır üniversite sınavına hazırlansa kazanamayacağı bölümlerde öğretim üyesi olan kişilerin o öğrencilere, o bölüme, o üniversiteye ve genelde yükseköğretime yapacağı tek katkı var. O da yıkımdır. Sağdan soldan elde ettiği bilgi kırıntılarını düzgün bir mantık örüntüsüne büründüremez ve sağlıklı bir şekilde öğrenciye aktaramaz. Kendisinden çok daha zeki olan öğrencilere rehberlik edemez. Dolayısıyla, üniversiteler akademisyenleri işe alırken, üniversite sınavında aldıkları puanları da baz almalı ve bir kişinin giremeyeceği bölümlere/üniversitelere asla öğretim üyesi olarak başvurma hakkına sahip olmamalıdır.
Üçüncüsü, atama ve yükseltme kriterleri oldukça düşüktür. Yılda bir makale ve kitap bölümü yazan birisi zorlanmadan profesörlüğe yükselebilmektedir. Bazı üniversitelerde neredeyse hakemli yayın olmadan bile öğretim üyeliğine başlanabilmektedir. Öncelikle, tüm üniversitelerde bir standart oluşturulmalı ve fakat daha fazla kalite isteyen üniversiteler o standardın üstünde kriterler koyabilmelidir.
Dördüncüsü, bugün için dünya bilim dili olan İngilizce ve farklı disiplinlerde ihtiyaca göre, Arapça, Çince, Rusça, Almanca, Fransızca ve başka gerekli dillerden yüksek puanlar talep edilmelidir. Yabancı dilden kaynak okuyamayan birisi evrensel bilimsel gelişmeleri takip edemez. Gelişmeleri takip edemeyen birisini öğrencilere verebileceği yeni bir şey de olamaz.
Özetle, yükseköğretimin kalitesinin arttırılması için biz akademisyenler öncelikle ciddi bir özeleştiri yapmalıyız. Bizden kaynaklı sorunları gidermeliyiz. Dunning-Kruger sendromunun(kendisini büyük görme, yetenekli ve üstün görme hastalığının) fazlaca yaşandığı bu alanda, rekabete ve kaliteye dayalı bir istihdam, atama ve yükseltme süreci sağlanamazsa, alınacak diğer tüm tedbirler boşa çıkacaktır.