Sayfa Yükleniyor...
Çocukluktan yaşlılığa kadar, yanımızda yürüyen, kahkahalarımıza, gözyaşlarımıza, sessizliklerimize tanıklık eden dostlarımız olmuştur. Birey hayatında her zaman bir sosyal ağ kurma ihtiyacı hisseder. Bu bağ kurma ihtiyacı yalnız kalmamızı önlemekle birlikte kişinin kendini gerçekleştirmesine ve benliğinin gelişmesine katkıda bulunan bir faktördür. Çünkü insan yalnız olmaya programlı değildir. Arkadaşlık, sadece bir boşluğu doldurmak ya da yanımızda birilerini bulundurmak değil, aynı zamanda kim olduğumuzu anlamamıza yardımcı olan bir aynadır. Ancak aynaya baktığınızda gördüğünüz şey sizi mutlu ediyor mu kısmı önemli bir sorudur. Çevrenizdeki insanlar hayatınızda bu kadar önem arz ederken bu kişilerin kim olduğu ya da size nasıl hissettirdikleri de bir o kadar önemlidir. Bu yüzden “Çevrendeki beş kişinin toplamı olabilirsin” cümlesi bir bakıma oldukça yerindedir. Sizi destekleyen, sizi geliştiren, varlığıyla ışık saçan kişiler mi var yanınızda? Yoksa sürekli çabaladığınız, anlamaya ve dinlemeye kendinizi adadığınız ama aynısını göremediğiniz ilişkiler içinde mi buluyorsunuz kendinizi?
Hep siz mi arıyorsunuz? Hep siz mi dinliyorsunuz? Hep siz mi anlamaya çalışıyorsunuz? Her an orda dostunuzu dinlemeye ve anlamaya hazır durumda olmak -kişi bunu kötü niyetle kullanmasa bile- sizi zamanla tüketen bir hal alır. İnsan ilişkileri bir denge işidir. Alma-verme dengesi bozulduğunda, bir taraf yorulurken diğeri bunun farkına bile varmadan yoluna devam edebilir. Peki bir dostluk sadece siz
Kaçan her seferinde biraz daha uzaklaşırken, kovalayan da kaygıyla bir o kadar yakınlaşmak ister. Son zamanlarda birçok kişinin dilinde “kaygılı ya da kaçıngan bağlanan’’ sözlerini duymuşsunuzdur. Bu rollerin temelinde bağlanma şekillerimiz yatar. Psikolog John Bowlby'nin geliştirdiği bağlanma teorisi, çocuklukta bakım verenlerimizle kurduğumuz ilişkilerin, yetişkinlikte romantik ilişkilerimize nasıl yansıdığını açıklar. Peki bu dinamik nasıl oluşur? Çocukken bakım verenler tutarsız bir sevgi sunduysa bireyler ilgi görmediklerinde kaygılanır ve sevgiyi kaybetmemek için fazlasıyla çaba sarf ederler. Çocuklukta ilgisiz ve duygusal açıdan mesafeli bir bakım veren tarafından yetiştirilen bireyler ise duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için kimseye güvenemeyeceklerini öğrenirler ve dolayısıyla duygusal yakınlık söz konusu olduğunda geri çekilirler. Kaygılı bir bağlanma tarzı, genellike kabulün ve kaygının peşinde sürüklenirken; kaçıngan bir bağlanma tarzı, duygusal mesafeyi bir savunma mekanizması olarak kullanır. Kaygılı bireyin dili “Beni seviyor musun? Emin misin?’’ iken kaçıngan bireyin dili ise “Yaklaşma, kendi başıma iyiyim’’dir. Peki yaşadığımız toplumda hiç mi güvenli bağlanma stiline sahip biri yok? Elbette var ama bu toplumun oldukça az bir kısmını kapsamakta. Günümüzde kahve masalarında heyecanla anlatılan en tutkulu aşk hikayeleri kaygılı - kaçıngan arasındaki ilişkilerdir. Kaçan ve kovalayan rollerinin yarattığı ilişki döngüsü bir mıknatıs gibi birbirini çeker. Aşk olarak değerlendirdiğimiz
Bu köşe tam olarak adı gibi hepimizin hikayesi. İlişkilerdeki rollerimiz her ne kadar farklı olsa da aslında her ilişki kendi içinde bilinmezliğiyle heyecan veren bir yolculuktur. Bu yolculuğa kimliklerimizle adım atarız. Ben varım, çünkü bu yolculukta seninle kendimi daha iyi tanıyorum. Seni biliyorum, çünkü seni tanıdığımda aynada kendi yansımam dışında senin varlığını da gördüm. Ve sonunda biz oluyoruz, iki ayrı rengin tabloda birbirini tamamlaması gibi, birlikte bir eser yaratıyoruz. Osho bir kitabında aşktan şu şekilde söz etmiştir: ‘‘Aşk iki yalnızlığın birbirini kutsaması, ama birbirini yok etmemesidir.’’
Aşk -ya da adına siz ne demek isterseniz- iki kişinin bireyselliğini kaybetmeden ortak bir hikaye yazmaya cesaret edebilmesi olduğunu düşünüyorum. Peki biz olma sürecinde “ben’’i kaybettiğiniz oldu mu hiç? Tam bu noktada dengeyi iyi kurabilme söz konusu oluyor. Bir ilişkinin içerisinde olduğumuzda zaman zaman kendimizi ikinci plana atıyoruz ve ortak noktalara, isteklere hatta hobilere daha çok önem veriyoruz. Kişinin kendi isteklerini ve ihtiyaçlarını yok saymadan devam edebilmesi ve o dengeyi kurabilmesi en büyük mücadele haline geliyor. Kim olduğumuzu, sınırlarımızı, bizi biz yapan özellikleri, yaşam tarzımızı belli bir noktaya kadar ön planda tutmak ilişkide rollerin karışmamasını sağlayabilir. Bu roller sarsıldığında bazen kendimizi bir ebeveyn, bir terapist ya da kurtarıcı rolünde buluruz. Partnerinizin her probleminde yanında olmayı istemek, onu korumak, ona yardım etmek “kurtarıcı’’ profiline bürünmenize sebebiyet verebilir. Bir süre sonra bu anne şefkatine hatta partnerin terapisti olmaya kadar uzanır. Kurtarıcı rolünü üstlenen kişi, her an güçlü olma yüküyle baskı altında hissederken diğer taraf bağımlı bir duruma düşer ve sürekli yardım beklentisiyle, sorunlara karşı duyarsızlaşır. Eminim ki bir çok kişi kendini böyle bir döngünün içinde bulmuştur. Peki bu döngünün sebebi ne olabilir hemen size açıklamak istiyorum. Çoğunlukla ilişkide üstlendiğimiz roller; geçmiş deneyimlerimiz, aile yapılarımız ve kişilik özelliklerimizle şekillenir. Örneğin, çocukluğunda büyük sorumluluklarla baş etmiş kişilerin, kurtarıcı rolünü üstlenmesi oldukça olağandır. Bu durum başlarda iki taraf içinde sorun değilmiş gibi gözükse de zamanla yıpratıcı ve tüketici bir hal alır. Çünkü ilişkinin alma verme dengesi bozulmuştur ve sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Masaldan uyanır ve aşkın karmaşık, çelişkili ve derin doğasıyla başbaşa kalırız.
Birbirimizi iyileştirmek, kurtarmak veya terapist gibi davranmak yerine, birbirimizi desteklemek, anlamak ve kabul etmek üzerine kurduğumuz sağlıklı bir ilişki, uzun vadede sürdürülebilir olacaktır. Bu yazının sonuna gelirken kendinize bu soruyu sormanızı ve düşünmenizi istiyorum: ‘‘Kendi kimliğimi koruyarak bu ilişkide var olabiliyor muyum?’’
Her oturduğumuz masada, sahip olduğu bir ilişkinin gidişatından rahatsız olup söylenen kişileri dinlemişliğimiz vardır mutlaka. Kimi arkadaşından, kimi ailesinden, kimi sevgilisinden… Sizce neden insan ilişkilerine bu kadar önem veriyoruz hiç düşündünüz mü? Ben neredeyse hep düşünüyorum. “İnsan biyo-psiko-sosyal bi varlıktır’’ cümlesini çokça kez duymuşsunuzdur. Şimdi bunun bileşenlerini birlikte konuşalım istiyorum. Evrimsel olarak ilişki kurmaya olan yatkınlığımız mağaralarda yaşadığımız dönemlerde hayatta kalma mücadelesi verirken başlamış olabilir. Tek bir insan; beslenme, barınma ya da kendini koruma ihtiyaçlarına karşı zayıf kalırdı. Bu yüzden iş birliği yapmak belki de zorunluluk haline gelerek insan ilişkilerinin yapı taşlarına öncülük etti.
O günlerin tozlu sayfalarından çıkıp bugünlere geldiğimizde ise ilişki kurma, güçlendirme, devamlılığını getirme dürtümüz bizim için yaşamın anlamlı noktalarından biri haline geldi diyebiliriz. Aşkın o karın ağrısı yaratan heyecan hissi, dostlukların dingin limanı ya da aile bağlarının hiç olmadığı bir yaşam düşünebilir miydiniz? Bunu düşünmek kafeinsiz bir kahve içmek gibi hissettirdi bana. Adı var ama tadı yok. Yeni doğan bir bebeğin anneyle kurduğu bağdan başlayan ve bir sevgiliyle ya da dostla kurduğun güven ve huzur veren o bağa kadar uzanan bu ilişkiler bizim kişisel aynalarımız olabilir mi acaba? Aşk, arkadaşlık, aile, iş arkadaşlıkları her biri içimizde insan olmanın anlamlılığına dair bir parça taşır aslında. Bu anlamlı parçalarda içinde birbirinden farklı sözlükleri barındırır çünkü hepsinin dili farklıdır. Bu yüzden anlaması, sürdürmesi ve iletişim kurması zaman zaman güç olabilir. Hepimiz bu ilişkilerde bir şeyler ararız; bazen kaosu, bazen dinginliği, bazen de sadece var olmayı…