Bana göre dile gelen, ifade edilebilen her şey acının hafifletilmiş halidir. Çünkü acının kaynağını bilirsin. Asıl acı dile gelmeyen, kelimelerin anlatmaya yetemeyeceği, ne kadar anlatılsa da tam olarak ifade edilemeyendir. Ve ne yapılsa da bir şeyin eksikliğinin yahut fazlalığının yok sayılamayışıdır. Acı, bastırılamayan mutsuzluğun dışa vurumudur. Ancak onun dilinden konuşanların tek yürek olup yıpranmış ruhlarını birbirine yaslamasıyla gün yüzüne çıkar. Acı hüsran, özlem, serzenişin şuuru etkisiz hale getirmesinden doğar. Başta herkes acıya karşı çıkar, onu kabul etmez. Ta ki ayakları gerisingeri gidene dek. Acı bir bakıma bekleyiştir. Belki bir insanı, belki de bir duyguyu. Acı ruhun alemine vurgun yaparken gözler daha derin bakar hayata. Her şeyden anlam çıkarmaya başlar. Ağzını açıp yummaz gözünü mesela. Gözlerini açar ve daha az konuşup daha çok dinlemeye başlar. Net yapar insanı acı. Benliğini eritirken de olgunlaştırma lüksünü gösterir.
Örneğin şiirler. Şiirler ya! Şiirlerin anlam haznesini acılar belirler. Ruh halindir o an pusulan. O an ne hissediyorsan sanki onu okursun şiirde. Bu yüzdendir ki kaç asırdır varoluşu. Bitmek bilmeyen duyguların tercümanı oluşu. Ne güzel söylüyor Cenap ŞAHABETTİN,
Gittiniz, gittiniz siz ey kuşlar
Şimdi boş kaldı baştan başa yuvalar,
Yuvalarda feryatsız yetim
Son kalan mavi tüyleri kovarlar
karlar
Ki havada uçar uçar ağlar.
(Elhan-ı Şita)
Bu dizelerden herkes bir pay bulup koydu bile yüreğinin içine, derinine. Ben yorum yapacak olursam, “kuş” sözcüğünün mutluluğa atıfta bulunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mutluluğun benlikten uzaklaşmasının yaralayıcı tasviri. Acının bir yetime benzetilişi. Havadaki kuşların ağlaması ise yağmurun gökten dökülüp acıyı deşmesi...