1
Sıla Arsel
İlkses Gazetesi Yazarımız

Sıla Arsel

Yazarın Köşe Yazıları

Antarktika- 2

Antarktika’nın Bizden Sakladıkları
Neden ısrarcıyız sizce bu kara kutu lafında?
“Garip şeyler bulduk, bazıları daha önce hiç görmediğimiz şeyler!” demişti geçmişte NASA yetkilisi Richard Hoover. Ve ismini açıklamadan keşif yapan 4 bilim adamı da büyük keşiflere imza atmışlardı bu yolda. Antarktika’nın bizden sakladığı sırlar vardı hala çözemediğimiz. Bir rivayete göre yerin 1 km altından başlayan Antarktika piramidi, içindeki tüneller, yer altı şehirleri ve bulunan 2 UFO gemisiydi en ilginç olanı. Bu piramidin yüzde 80’ine ulaşılmıştı. Ancak yüzde 20’lik kısmı gizemini hep korudu. Bu araştırmanın devamı getirilemedi çünkü iç içe geçmiş ve sürekli yer altına inen birbirine bağlı bütün odaların gizemini çözmek için geçiş kapılarının şifrelerini çözmek gerekiyordu. Ve bu şifreler söz edildiğine göre seslerden oluşuyordu. Tam da burada Hazrat Inayat Khan’ın bir sözü düşüyor aklıma; sesin sırrını bilen, evrenin sırrını da bilir. Biz kendi dünyamızda sesin gizemine ulaşamadık henüz. Ama o devirlerde Antarktikalılar bu gizemi yer altının kapılarını açacak anahtar niyetine kullanmışlar. Piramide dönersek, bu piramidin 1900 metre genişliğinde tabanı olduğundan söz ediliyor yani dünyada bulunan başka eşi benzeri yok. Piramidin içinde 12 büyük şehir ve tüneller bulunmuş


Türkiye Beyaz Kıta Yolunda

Beyaz kıta; hepimizin gizemini merak ettiği Antarktika... 1959’da imzalanan Antarktika Antlaşması 1961’de devreye girdi. Türkiye de 1995 yılında antlaşmanın tarafı oldu ve kendi ülkemizdeki bilimsel gelişmeler adına 2017 yılında Antarktika projesinin temelini attı. Bu antlaşma 53 taraf ülke tarafından imzalanmış olup Antlaşmayı ilk imzalayan 12 ülke (ABD, Arjantin, Avustralya, Belçika, Fransa, Güney Afrika, İngiltere, Japonya, Norveç, Rusya, Şili ve Yeni Zelanda) ve sonradan katılan 29 ülke, “istişari taraf” (danışman) statüsündedir. Ülkemiz dahil olmak üzere 24 ülke de “istişari olmayan taraf” (gözlemci) statüsünde toplantılara katılmaktadır. 2023 için hedeflediğimiz başarı da bu kıtadaki kalıcılığımızı sağlamaktır. Yani istişari taraf statüsünü kazanmaktır.

2017 yılından bu yana her yıl Antarktika’ya düzenlediğimiz seferler doğrultusunda bu hedefimize bir adım daha yaklaşıyoruz. Bu yıl da şubat ayında 22’si Türk 2’si yabancı olmak üzere yola çıkan, içinde toplam 24 kişinin bulunduğu ekiple 30 günlük bir süreçte gerçekleştirilen 4. Ulusal Antarktika Bilim Seferi yolculuğu sorunsuz bir şekilde tamamlandı. Bu seferler sonucu geçtiğimiz 2019 yılında Horseshoe Adasında geçici olarak kurulan bilim üssüne ek bu yıl da Antarktika için Dismal Adasında, Türkiye’ye ait ilk küresel uydu konumlama istasyonu kuruldu. Kurulan bu geçici istasyonlar, planlar doğrultusunda, asıl hedefimiz olan ve Türkiye’nin 100.


10 Kasım'a Doğru

Sonbaharda kapattın gözlerini mevsimler bile matem ayındaydı gidişini biliyormuşçasına. Elemle doldu Türk halkının yüreği. Çünkü milyonlarca Türk, en büyük babasını, Atasını kaybetmişti. Ve gazete kağıdına sarılı bir haber düştü, 1938’in 10 Kasımında. Seni anlatan o yapraklar çığlık atıyordu yokluğunda. Bir acının tarifi ne kadar buruk olabilirdi? O satırlara işlenmiş cümleler şahitlik ediyordu bu acıya; “Gözlerimizden kıskandığımız öldü. Türklük ulu şefini, insanlık en büyük evladını kaybetti. Kemal Atatürk’ün Türk gençliğine emanet ettiği büyük eseri, artarak büyük bir hızla ebediyete kadar yaşayacaktır. Onun nur ve ilham kaynağı olan mukaddes ruhu, başımızda ve kalbimizde ilahi bir meşale olacaktır.” 17 milyon Türk yastaydı senin kurduğun Türkiye’mizde. Ve ardından Dünya… Dünya yastaydı. “Sezer, İskender, Napolyon ayağa kalkın. Büyüğünüz geliyor” dedi İtalya. “Dünya sahnesinden tarihin en dikkat çekici adamlarından biri geçti” dedi ABD. “Büyük düşüncelerin adamı... bir devlet mimarıydı” dedi Avusturya.

O kadar çok ses yankılandı ki senin yokluğunda, yıkılmakta olan geçmişini ayağa kaldıran, geleceğini yeniden sağlam temeller üzerinde inşa eden bir Türk vardı yurdumun güzel topraklarında. Bütün dünya; seni dinledi, örnek aldı, bütün evrene mal olmuş bir önder dedi. O gün 9’ u 5 geçe senin nabzın durdu sonrasında gelen her


Türkiye'de Eğitim

En son köşe yazımda sizlere milli ekonomimizden bahsetmiştim ve ne durumda olduğumuzu açık bir dille yazmaya çalıştım. Bugün bu konunun biraz daha derinine inip eğitimden bahsetmek istiyorum. Çünkü bütün sorunlarımızın başında “zihniyet meselesi” devreye giriyor. “Bir düşünce ekersin, bir eylem biçersin. Bir eylem ekersin, alışkanlık biçersin. Bir alışkanlık ekersin, karakter biçersin. Bir karakter ekersin, kaderini biçersin” demiş Robin Sharma. Bende bir düşüncenin, kaderimize nasıl yön vereceğini anlatmak istiyorum size. Türkiye’nin en büyük sorunlarının başını çeken bir konu da ne yazık ki eğitim çünkü. Bu arada eğitim deyince hemen okulla sınırlı kalmayın lütfen. Biz Türkiye’de kadınlarımıza 1934’te seçme seçilme hakkı verirken, 1935’te kadın milletvekili sayısıyla dünyada 2.sırada yer alıyorken Fransa, Belçika, İsviçre vs. daha bu zihniyette değildi. Şimdi ne oldu da bu zihniyetten kadınlarımızı aşağılayan, onları öldüren, değerlerini düşürmeye çalışan bir nesle dönüştük? İşte bunun sebebi de eğitim. Tekrar ediyorum eğitim her şeyden önce zihniyet meselesidir, bilinçtir. Şimdi z kuşağı (yeni nesil) yetişiyor. Nasıl yetiştiriyoruz onları? 2 yaşındaki bebek ağlamasın, ayak bağı olmasın diye eline telefon vererek mi? Hangi işimiz çocuğumuzdan daha değerli olabilir ki? Ya da hangi işimiz, ülkemizin genç geleceğinden daha değerli olabilir ki? Tabi sırf ailede mi sorun var, tabi ki hayır. Bütün sorunlar


Milli Ekonomi

“Önce Sağlık”..
Ama sağlığın başında bile günümüzde “ekonomi” geliyor maalesef. Ekonomi gelişmediği sürece gerekli alet edevat ya da malzeme konusunda bir adım geride kalıyoruz hep. Ülkemizde sağlık konusunda çok eksik değiliz içinde bulunduğumuz süreçte başta Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca’nın ve ardından değerli sağlık çalışanı mensuplarımızın nasıl canla başla mücadele ettiğini gördük. Ama örnek açısından ilk haftaları düşünürsek en basitinden fahiş fiyata maske sıkıntısı çektik. Tabi önlem alındı bu sıkıntı giderildi ancak bu durumun bile sebebi ekonomi. Günümüzde “yerli” aşı konusunda araştırmalar yapılıyor ama ekonomik destek bütün kapılarını açmazsa ülkede ARGE işlemezse ne olur? Eldeki imkanlar yetersiz kalır. Şimdi aslında konumuz sağlık değil sadece örnek vermek istedim. Asıl konumuz ve üstünde durmamız gereken problemimiz bildiğimiz üzere ekonomi. Bunu içte gidermemiz mümkün elbette ki, cennet bir ülkede yaşıyoruz. Atatürk’ün öngördüğü planlar hayatımızı kurtarmıştı geçmişte. 15 yılda kurulan 46 fabrika ile. Hem ülke yerli malına kavuşmuştu hem halk iş bulmuştu. Bunlar içte halletmemiz gereken büyük problem aslında. Ama bunların dışında bir de ülkeye döviz girme kısmı var, kısa vadede bu konu daha önemli gibi. Bu anlamda ülkemizi turist açısından daha çekici hala getirecek bazı konular var. En basitinden ülkemizin bu konuda koyduğu


Yaşasın Millet! Yaşasın Milli Ordu! Yaşasın Gazimiz!

5 gün 5 gece süren, sonunda Türk’ün utkusu ile sona eren bir taarruz olacaktı. Uyuyan Türk uyanmış ülke geleceği pahasına kendi canlarından vazgeçmişlerdi. Gerçek vatanseverlik buydu. Milli olma bilinci canlanmıştı. İşgalcilerin bizden beklemediği bir taarruzdu. Bu nedenle başlanan bu mücadele sonucunda dünya şaşkınlığını gizleyemeyecekti. Mustafa Kemal gizlilik politikası çerçevesinde özenle yürütmüştü taarruzu. Bütün planlar yapılmış olup zamansa adım atılması gereken en uygun zamandı. Haziran ayında planlanan taarruzun Ağustosun sonunda gerçekleştirilmesini karar verilmişti. Bu konu çok gizliydi ve sadece Milli Savunma Bakanı Kazım (Karabekir)Paşa, Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa’nın bilgisi vardı. Tarih 26 Ağustos 1922’yi, saatler 05.00’ı gösteriyorken Türk topçu ateşiyle taarruz başladı. Top atışıyla gökyüzüne ulaşan gürültü adeta gökyüzüne bakan bir kurdun zafer çığlığı ile ulumasını andırıyordu. Gökyüzü sisli ve karanlık gecenin koynunda Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlık güneşini saklıyordu. Bazen sis ve karanlık kötü olması gerek. Taarruzun ilk saatlerinde Tınaztepe’yi ele geçirdik. Ardından Belentepe, Türkmentepe, Sivritepe, Kırcaaalan, Kalecik Tepesi, Beytepe ve daha sonra da Çiğiltepe. Bozguna uğrayan Yunan ordusu hastanelerini Uşak’a çekme kararı aldı. Başarımız kısa sürede ülkede yayılınca Yunanlıların desteği ile topraklarımızda barınan yaklaşık 4 bin kişi Rum ve Ermeni halkı da Afyon’u terk etti. Ardından Mustafa


Sevr'in Kırıntıları

Karanlık bir gecenin ardından aydınlık bir günün sabahına uyandık. 
O karanlık gecenin bize yaşattıklarından geriye kalanları hatırlayacağız şimdi.
İdam sehpasına çıktığımız tarih: 10 Ağustos 1920.
Osmanlı devleti en sancılı dönemini yaşıyordu. Adeta ameliyat masasına yatmış bütün organları yere serilmiş küçük bir çocuk vardı yeniden toparlanmayı bekleyen. Ama işlevini kaybetmiş bir organ tekrar çalışabilir miydi aynı bedende? Sanmıyorum. Bunun için yeni nakle ihtiyaç vardı. Kurtarıcı nakil, Atatürk’ün önderliğinde halkla birlikte atılan bağımsızlık adımı olacaktı. 
Peki, bizi maddeyle buluşturan, görünür yapan bedenimizin hangi organlarını kesip almak istiyorlardı elimizden?
Adeta yıllardır beklenen andı düşmanlarımız tarafından. Sanki geçen bu zamanda hiç yemek yememiş şimdi ise daha çok yemek uğruna birbiri ile kavgaya tutuşan, aynı organı yemek isteyen, serveti paylaşamayan bir zümre vardı. Osmanlı için iblisin çocukları, pardon itilaf devletleri. 
-Komşumuz, baş tacımız Sevgili Yunanistan;
Bu tartışma sonucu varılan kararla

  • İçinde Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii’nin bulunduğu, 92


Atatürk ve Tarım 2

Yine Atatürk tesadüfen Küçükçekmece’ye doğru giderken tarlasında sabanla çift süren bir çiftçi görmüştür. Çiftçinin sabanında öküzün yanında koşulu merkeb görür. Çok şaşırır. Çiftçiye merkebin öküze denk olmadığını söyler. Çiftçi de diğer öküzünün vergi borcu karşılığı haczedildiğini söyler. Atatürk bu duruma çok sinirlenir. Heyeti Vekileyi (Günümüz Bakanlar Kurulu’nu) toplar. Durumu anlatır ve kanun çıkartır. İcra İflas Kanunu Madde 82/4’üne göre: “Borçlu çiftçi ise, kendisinin ve ailesinin geçimi için zaruri olan arazi ve çift hayvanları ve nakil vasıtaları ve diğer eklenti ve ziraat aletleri; değilse, sanat ve mesleki için lüzumlu olan alet ve edevat ve kitapları ve arabacı, kayıkçı, hamal gibi küçük nakliye erbabının geçimlerini temin eden nakil vasıtaları haczedilemez.”
Bu konuya ayrı bir parantez açmak istiyorum. Görüldüğü üzere ne kadar ince düşünceli bir insandır ki çiftçiyi hatırlarken sanatçıyı da hatırlamıştır. Her zaman değer vermiştir. Toplumun hiç bir kesmini ayırmamıştır. Parantezimizi noktalayalım ve tekrar dönelim ana konumuza. Bu konuyla ilgili atılan adımlar ileriki zamanlarda derinleştirilmiştir; 1935 - 1937 yıllarında İçişleri, Sağlık ve Tarım Bakanlıkları “Toprak Kanunları”nı hazırladılar. Ardından “Vakıflar Kanunu” çıkarıldı. Amaç vakıf topraklarının devlet mülkiyetine alınıp daha sonra özelleştirilmesiydi. Ancak toprakların çiftçinin değil de zengin ailelerin eline geçmesi durumu oldu.


Atatürk ve Tarım-1

Yavaş yavaş geçmişe duyulan özlem artacak kendi içimizde. Hep, bir arayış içinde olacağız bu uyanış çağında. Doğa ile bütünleşeceğiz kimi zaman. Dünyadaki yerimizi kavramaya çalışacağız bazen. Bulabilirsek aradığımızı, kavrayabilirsek değerimizi o zaman bir olacağız milyonlarca bedeni saran. Sonra tüketen toplumların yok olmaya mahkum olduğunu göreceğiz. Üreten toplumlarınsa geleceğini inşa ettiğini bileceğiz. Bir kağıt parçasına mahkum olup paranın verdiği esaretin içine mi gömüleceğiz? Yoksa gerçek değerin kendi içimizde olduğunu mu anlayacağız? Basit düşünmek gerekir bazen; gerçek olan şeyin temelinde her zaman tohum vardır. İnsanı var eden şey de budur; insana, yaşamını sürdürmesi için gerekli olan şey de.
Konuya apayrı cümlelerle giriş yapmış olsam da aslında tarımın öneminden bahsedeceğim bugün. Bir kağıt parçasına mahkum, boynuna tasma takılmış bir zombi gibi ölmemek için. Evet, başka ülkelere bağlı kalmadan gelişmenin tek yolu; kalkınmanın temelini oluşturan yapı taşını, tohumunu bulmak olmalıdır. “Milli ekonominin temeli tarımdır” demiştir, M. Kemal Atatürk. Bu görüşü benimsiyor ve destekliyorum. Milli sınırlar çerçevesinde düşünecek olursak eğer bir ırkı bir nesli yaşatan şey doğasıdır. Doğaya salınan meyveler ve sebzeler zehirli olursa ya da çeşitli tarım ilaçları ile zehirlersek hayatınızı, elle tutulur neyimiz kalır şu dünyada? Hele bir de ithalatçı konumdaysak


İlk Türk Amirali Çaka Bey

Topraklarında yürüdüğümüz, havasından nefesimizi aldığımız güzel şehrimiz İzmir’imiz. Bu güzel şehrimizin Türkleşmesine katkı sağlayan bir isimden bahsetmek istiyorum bugün sizlere. Bu ismi hiç şüphesiz birçoğumuz biliyoruz. Geçtiğimiz hafta Kabotaj ve Denizcilik Bayramı olmasına istinaden tahmin edersiniz ki bugün de sizlerle birlikte Çaka Bey’i anmak istiyorum.
***
Çaka bey Türk halkı için (özellikle de biz İzmir halkı için) şüphesiz çok önemli bir isim oldu. 1071 yılında Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan önderliğinde gerçekleşen Malazgirt Muharebesi büyük bir zaferle sonuçlanmıştır. Böylece Bizans İmparatoru Anadolu’dan sürülmüş oldu. Bu muharebede Türkmen beylerinden olan, Oğuzların Çavuldur boyundan olan Çaka Bey’de görevliydi. Artık tekrar Türk hakimiyeti altındaydı Atalarımızın asırlarca hüküm sürdüğü topraklarımız. Buraya küçük bir not düşmek istiyorum. Bize hep 1071 Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun kapıları ilk kez Türklere açıldı diye anlatırlardı ama biliyoruz ki bu tez gerçekliğini yitirdi. Türker’in Anadolu’ya, M.Ö 665 yılında Sakalar ile Kimmerler arasındaki savaş sonrası geldiği öğrenilmiştir. Öte yandan Saymalıtaş’daki 16 bin yıllık Türk kaya yazıtlarının varlığına göre köklü geçmişe sahip olan biz Türklerin toprak altında saklanan tarihi hala tam olarak gün yüzüne çıkmış değildir. Öte yandan Türklerin atası kabul edilen Sümerliler M.Ö. 4000-2000


22 Haziran Amasya Genelgesi

19 Mayıs 1919’un hepimizde ayrı bir yeri var şüphesiz. Milli mücadelenin idraka atılan ilk adımı olarak geçer tarih kitaplarımızda. Ardından planları doğrultusunda sağlam adımlarına Türk milletinin kalbi olarak iz bırakan Mustafa Kemal, Samsun’dan Havza’ya geçer. Ve tarih 28 Mayıs 1919’u gösteriyorken, yaşanılan durum ilk defa halka anlatılmış olup oluşturulan “Milli bilinç de” Havza’da uyandırılmıştır. Üstelik işgaller altında olduğumuzdan halkın hiç haberi olmayan kesim bile vardı. Çünkü günümüzde salisesinde iletişim sağladığımız imkanlar o zamanlarda yoktu. Bunun için Samsun’a ayak bastıktan sonra Havza’ya gitti ve burada milli bilinci aşılamak ve hatta idrakı sağlamak için mitingler düzenlenmesi gerektiğini belirten madde koydurttu bu genelgeye. İngiltere’nin arzusu onların manda devleti olmamızdı. İstanbul hükümeti de bu durumu destekliyordu. Çünkü ya işgal edileceklerdi ki Osmanlı bitap durumdaydı bu olasılıkların en yükseği idi. Ya da bu yolla bir süre de olsa korunacaklarını düşünüyorlardı. İki ihtimal vardı onlar için. Eğer halk ayaklanırsa İstanbul hükümeti onları koruyamaz durumdaydı. Çünkü Mondros ateşkes antlaşmasının 7. maddesine göre böyle bir durumda İtilaf devletlerinin bu bölgeleri işgal etme hakkı bulunmaktaydı. Ne hak ama. Kendi toprağımızın geleceği bizim ellerimizde olmayacak kadar aciz duruma düşmüştük. Oysa Türk milletinin ruhunda bağımsızlık vardı. Ancak İstanbul hükümeti böyle düşünmüyordu. Kaçış yolunu diriyken ölmek olarak


Yaşam Ağacı

Bir ağacı kestik ruhumuzdan, gökyüzüne varan duygularımız kırıldı.
Bir ağacı kestik gökyüzünden, hayallerimizi silip süpürdü bütün darbeler
Bir ağacı kestik hayallerimizden, yok oldu gelecek.
Göremediğimiz derinliklere kök salan koruyucuydu o oysa. Doğanın ölümsüzlüğüne can veren kandı o oysa. Bereketi simgeleyen taze baharın rengiydi o oysa. Sadece bedenimizin değil yüreğimizin de ilacıydı o oysa. Hepimiz, bedenlerimizin bizi gizlediği ruhlar değil miyiz aslında?
Bu düşüncelerin içine dalmışken size bir soru sormak istiyorum, iç benliğinize ulaşmasını istediğim. Hiç, bir ağacın dallarını sevdiniz mi? Ya da hiç, bir ağaca su verirken, bir canlının yaşamasına katkı sağladığınızı düşündünüz mü? Sert kabuklarının altında gizlenen bir canlı. Aslında baktığımızda, tıpkı biz insanlar gibi. Bizler de öyle değil miyiz? Önümüze koyduğumuz kalın duvarların arkasına gizlenmiyor muyuz kimi zaman? İşte tam bu sebeple hep insanla özdeşleştiririm bir ağacı. Farkında değiliz kendi benliğimizin ve körelmiş güçlerimizin. Fakat doğanın ruhu ve bizim ruhumuz hep “bir’in” parçaları, kendimizi parçalara ayırıp kaybolmazsak tabi. Bütüne ulaşmak için doğayla iç içe olduğumuzu kavrayabilirsek eğer, ne kadar da aynı


19 Mayıs ve Türk Genci

“Zafer, zafer benimdir diyebilenindir. Başarı ise başaracağım diye başlayarak sonunda başardım diyebilenindir” demiş Başbuğ Atatürk. İşte Türk Kurtuluş Savaşı’nın mücadelesine de ilk bu ruhla adım attık, Bandırma Vapuru’nun içinde barındırdığı azim ve inançla Samsun’a yola çıkmışken, tarih 1919 yılının 19 Mayıs’ına şahit oluyorken.
Mücadele yıllarında yaşadığımız ruh hala diri. Ecdatlarımızın kanı ile sulanan topraklarımızda hala aynı hava var. Her nefes alışımızda içimize çektiğimiz hürriyet, 1919’da temelleri atılan “o hürriyet”. Başbuğ Atatürk bu ruhu diri tutmak adına, Cumhuriyetin her daim yeşeren taze çiçeklerine emanet etti bu kutlu günü. Ecdatlarının ruhu ile şanlı tarihini bilen ve geliştirmek adına mücadele eden, geçmişten alacağımız tecrübeler ışığında fikirde yeniliklere adım atacak olan biz Türk gencineydi bütün güveni. O günleri hiç unutmayalım, bizim olana sahip çıkalım, zihnimizdeki doğa hep yeşil olsun diye çabaladı ömrü hayatı boyunca.
Elimizde her Türk gencinin öğrenmesi gereken “bilinen” bir tarih var ortada. Sonra bir de öğrenmemiz gereken ama “henüz bilinmeyen” bir tarih var ortada. İşte bu kısım, Atamızın emaneti vatanımızla ilgili. Bize düşen sorumlulukları üstümüze almamız ile başlayacak yeni bir dönem.
57 yıllık hayatına çok şey


Kendini Bul, Kendin Ol

İnsan sosyal bir varlıktır, iletişim kurma isteğiyle, kalbi çarpar kimi zaman çünkü sessizlik soğukluktur ona göre, muhabbet ise en sıcak gülümseyişlerdendir güzel hatıralar eşliğinde. Fakat kendini dinlediği zaman, arınma süreci başlar bünyesinde, aslında ruhen daha huzurludur o zaman. Ve bu gerçeği iç dünyasının derinliklerine gömmeyi tercih eder her şeye rağmen. Çünkü korkar insan, kimi zaman, iç sesini dinlemekten, ona sarılan hislerini idrak etmekten. İşte bu yüzden canı sıkılıyormuş gibi algılar yalnız kaldığında, iletişim kuracağı insanı somut olarak yanında göremediğinden, kendine de yönelemediğinden. Çünkü düşünce yetisini kapı dışarı itmiştir, kendiyle baş başa kaldığı o zaman. Aslında yaşamın mucizesi de o korktuğu düşüncelerde yatar. Düşünün. Cesaretli insanlar neden daha mutlu görünür ve kendimize dahi itiraf edemesek de istem dışı daha çok özeniriz onlara? Çünkü iç seslerini dinlerken ondan korkmazlar hiç bir zaman. Hata yapmaktan da korkmazlar. Gülmeyi öğrenmişlerdir arzuladıklarına ulaşamadıklarında bile, yenilmenin başarısızlık olmadığını öğrenmişlerdir. Bu yüzden de kolay kolay yenilmezler zaten. Çünkü başarısızlık diye bir şey yoktur onların hayatlarında, olumlu düşüncelerle yönetirler kendilerini ve yol göstericileri hep onların yanındadır, o melekleri, göremeseler de. Şimdi sıra bizde. Kendi sesimizle ilgilenme, kendi değerimizin farkına varma zamanı. Bu hayatta yalnız değiliz hiç birimiz, düşüncelerimizin değerini öğrendiğimizde. Geleceğimizi inşa eden


Doğa'ya Borcumuz

Cuma akşamı gelen yasakla birlikte içler acısı bir tabloya şahit olduk hep birlikte. İzmir gibi kültür, sanat şehrinde en coşkulu bayram kutlamalarında ya da açık hava konserlerinde bile bu kadar insanı bir arada görmedim açıkçası. Virüsün dinmeye başlamasını bekliyorduk oysa. İnsanların 2 günlük açlık korkusu sağlıklarından önde geldi. Sosyal mesafenin sıfırlandığı o kara gecenin sonuçlarını 14 gün sonra görmeye başlayacağız Sağlık Bakanımızın açıklayacağı tabloda. Umarım 2 günlük kıtlık psikolojisi korkusuyla dışarı çıkanlarımız 14 gün evlerinde kendilerini izole ederler de hastalığın ağına kapılıp daha büyük bir yıkım yaşamayız güzel şehrimizde.
Ne zaman anlayacağız sağlığımızın ve doğamızın değerini. Yok olunca mı? Yuvadan bir beyaz güvercin daha uçunca mı? Günümüzdeki bu durumda doğamızın değerini bilecek frekansta yapılarımız yok birçoğumuzun. Ama görüyoruz, dünya ayıklanma sürecine girmiş durumda. Gelecekte çok farklı bir çağa geçiş yapacağız. İstesek de istemesek de, bu ağ bizi içine alıyor yavaş yavaş, sinsi bir virüsün pençesinde savaş verirken. Ona uyum sağlayabilir adaptasyon sürecini verimli atlatırsak yükseleceğiz yani ruhen olmasa da en azından çağ olarak. Bu süreçten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yeni bir Türkiye, yeni bir dünya doğacak artılarını ve eksilerini bilmediğimiz. Ruhen yükselebilecek potansiyele geldiğimizde de biz çağa


Bireyin Mikroskobik Katkısı

Okuyanlarımız vardır mutlaka, geçtiğimiz haftalarda Korona virüsünün ve bu tür başka silahların, başka kişilerce bizim üstümüzde kullanılan bir koz olduğunu yazmıştım. Biz de bu deneyin birer denekleriydik. Hayatımızın üstünde yeri olan, yaşamımızı darmadağın eden bir kozdu bu. Ama nedense, halkımıza bilinç aşılamak için çalıştıysak da bu yeterli gelmedi günümüzde. Ölüm oranlarının durması gereken yerde devletimizin aldığı bu kadar önleme rağmen, sürekli artış gösterdiğini görüyoruz. Üstelik sağlık görevlilerimiz bizim için risk grubunda çalışarak evlerine gidip çocuklarına sarılamazken, anne babalarıyla aynı sofrada yemek yiyemezken. Düşündüm ki, öyleyse biz bu işin vahametini tam kavrayamamışız. Eğer sadece önümüzdeki bu 2 haftalık süreçte evde kalırsak tüm Türkiye olarak, kuluçka süresini geçirdiğimiz bu illetin izini de sileceğiz hep birlikte. Bunun için illa sokağa çıkma yasağı mı ilan edilmeli sizce? Biz, kendi bilincimizin derinliklerine inemez miyiz başka türlü? Elbette mecbur olanlarımız var, market alışverişlerimiz var, vs. Ama bu durum farklı, can sıkıntısına sokaklarda gezmek farklı.
Kimi zaman, dışarı çıkar gezerim sonrada ellerimi yıkarım düşüncesindeyiz biz geçler. Evet son zamanlarda ülkece hijyen kurallarına daha çok dikkat etmeye başladığımız kaçınılmaz bir gerçek. Şimdiye kadar öğrenemediğimiz bir gerçekti bunu da bize korona virüsü öğretti böylece. Lakin daha başka gerçekler de var; canlı hücrelerde yaşamını sürdüren bu virüs vücuda girdiği


Günümüzde Komplo Teorileri 3

Yazımızın ortalarında dedik, Sahte bir Uzaylı İstilası diye. Mesela bunu düşünelim. Onlara neden inanıyoruz? İnanıyoruz çünkü onlara ait bulgular var günümüzde. Görsel olarak birçok yapıta örnek vermek mümkün ama hadi onu bir tarafa bırakalım, bu konu ile ilgili günümüze ulaşan en dolu yapıtlar da Sümer tabletlerinde mevcut. Bildiğimiz üzere medeniyetin temeli denir Sümerliler için. Ve onların tabletlerine göre de galaktik varlıkların yani anunnakilerin varlığından söz edilir, detaylıca. Geri dönmek için söz verdikleri de bilinmektedir yazanlara göre. Bu nedenle de gerçek ile sahteyi ayırt etmemiz epey zor olacaktır bizim için. Derin araştırma yapmyanlarımız tablete hikaye döşenmiş zamanında da diyebilir tabii. Ama düşünelim; Biz bir galakside bulunan, bir gezegeni tanımlıyoruz. Bu da bizim Dünyamız, oysa evrende uzmanlara göre 100 milyar ile 200 milyar arasında Galaksi olduğu söylenmekte ve her galakside (örnek olarak bizim Samanyolu galaksimizi baz alıyorum çünkü diğer olasılıkları bilmiyoruz) Dünya ile aynı boylara yakın 17 milyar gezegen olduğu söylenmektedir. Samanyolu galaksisi dışında kalan bütün galaksileri bir tarafa bırakırsak bile 17 milyar gezegen kalıyor geriye (ki asıl olasılıklara göre bu sayı en küçük ihtimalle 100 milyar ile çarpmamız lazım). 17 milyar gezegen içinde sadece dünyada mı akıllı yaşam formu var sahiden? Bu olasılığa göre ya çok


Günümüzde Komplo Teorileri-2

Biraz da savaşlardan bahsedelim, biyolojik olanlarından. Son zamanlarda pek de popüler olmadı belki ama bu savaşın bir parçası zombi virüsü. İlk olarak rakunlarda ve geyiklerde görüldü ya da deneylendi mi desek acaba? Umarım insanlarda böyle bir olayla karşılaşmayız. Daha sonra Etiyopya’da virüs x adıyla gündeme gelen hastalığı tanıdık. İnsanlar gözü kanayarak ölüyorlardı. Ama yine de en bilineni ve yayılanı ve de maalesef ki ülkemizde de görüleni koronavirüsü oldu. Ardından çekirge istilası ile karşı karşıya geldik ki çok şükür iki gün önce aldığımız haber doğrultusunda diyebiliriz ki sınırda çekirgeler yön değiştirdi. Türkiye bu risk grubundan çıktı. Eğer çekirgeler yön değiştirmeseydi ülkemize kıtlık gelecekti. Sonucunda ise kontrolsüz bir kaos. Asla unutmamamız gereken bir gerçek var ki Tanrı bizi seviyor ve koruyor.
Doğamızda çekirgeler, hastalıklar boy gösterirken bunca virüsün sebebi ne diye düşünüyor insan. İşte bunun sebebinde de dünyanın insan nüfusunun 500 milyona indirme projeleri yatıyor. Küresel çaptaki hastalık salgınları bir projenin eseri yani. Bir de buna ek, yakın zamanda sahte Uzaylı İstilası bekleniyor. Bunu da bir parantez de belirtmek istedim. Bu olay nasıl gerçekleşecek derseniz eğer, öncelikle buna inanmamız sağlanacak. Mesela bu konuda atılan ilk adım neydi? Geçtiğimiz aylarda dünyada ilk


Günümüzde Komplo Teorileri-1

Hayatımızın ufak bir parçasında kendimize yaptığımız iyiliği değil de insanlığa ve doğaya yaptığımız iyiliği düşünelim. Bizden ne bekledi doğa ve biz ne verebildik ona? Bizden güç almak istedi belki de yaşam. Bizim fark edemediğimiz en büyük güç ise sevgiydi aslında; doğayı sevmek, kendini sevmek, “insanlığı” sevmek. Düşüncelerin masumiyetinde saklıydı çünkü geleceğimiz. İçinde sevgi barındırmayan ruhlar yarattık oysa bunca sene, bunca kötülük içinde. Yaşamak adına verdiğimiz savaş içinde görmedik sahip olduğumuz dünyaya olan sorumluluğumuzu. Sevmedik çünkü onu hiç. Kendimizi sevdiğimiz anda bile çok yanıldık. Yaşamı için, yaşamlar için mücadele etmeyen bir ruh, nasıl iyilik yapabilirdi ki kendine? Kendimize yaptığımız bir iyilik de doğaya gidecekti çünkü. Bilemedik aynı güç çerçevesinde “bir”e vardığımızı. Bilemedik doğayı oluşturan parçaların bir bütüne ulaştığını. Sevdik mi kendimizi sahiden? Yaşamı sevdik mi? Cevapsız kalan bu sorulardı tinimizi aydınlatan, Tanrı’ya ulaşmamızı sağlayan. Bir melek dokunuşuyla korunduk kimi zaman, bir hisle var olduk bazı zaman. Varabildik mi o hissin anlamına, tutunabildik mi bize uzatılan o görünmez elin varlığına? Hiç sanmıyorum. Adeta kıyamet koparcasına yazılmış bir senaryonun içinde bulduk kendimizi bir anda. Paralel evren dedikleri belki de bu olsa gerek. Savaşlarla, depremlerle, virüslerle boğuştuğumuz bir yılda ne yaşadığımızı anlayamadığımız anda(yız). Bugün biraz kendi düşüncelerimden biraz


Bilmeden Düşünen Değil, Bilerek Düşünen Bireyler!

Büyüdükçe insan, içindeki çocuk tinini kaybetmemelidir. Çünkü ancak, o zaman gerçekten faydalı ve vicdanlı bir birey olabilir. Günümüzdeki bütün sıkıntıların yapı taşı da aslında budur; Masumiyeti kaybetmek. İlk önce bunun farkına varmalıyız aslında. Hani derler ya, tedavi sürecine girebilmek için önce hasta bir bireyin hastalığını kabul etmesi lazım diye. İşte bütün mesele de bu aslında. Bizde eksik olan şeyin farkına varmalıyız önce, sonrası ise tedavi süreci. Durumumuz ameliyatlık değil elbette, o kadar vahim değiliz henüz. Ama bir önlem almanın da zamanı geldi. Bugünkü konumuz masumiyetten de öte, geleceği yaratan, bilinç aslında.


Geçmişteki Gelecek

Kimdi Nikola Tesla? Onu kablosuz elektriğin mucidi olarak tanıdık. Gününün şartlarında kullanılan doğru akıma karşı alternatif akımı geliştirmişti. Yine günümüzü baz alarak gelen elektrik faturalarını düşünürsek, onun ücretsiz elektrik projesi vardı. Ancak bunu gerçekleştirtmediler, kim isterdi ki para kaynağı kesilsin. Üstelik bununla da sınırlı değildi onun yarım kalan bilimi. Tamamladıkları da bize ilim ve fende çağ atlattı tabi o ayrı konu. Detayına girersek eğer, dehanın 700’ün üzerinde patenti vardı. Kablosuz elektrikten söz ettik zaten bunun yanında röntgen ışınları, robotik sistem, uzaktan kumandalı aletler hatta Guglielmo Marconi’nin icadı olarak bildiğimiz radyonun bile temelini Nikola Tesla atmıştır. Dahası da var. Hani fantastik filmlerde gördüğümüz ışın silahları vardır küçükken özendiğimiz. Matrikse inananlar gelecekte o tür silahların kullanabileceğini düşünmektedir hatta. Ne enteresandır ki Nicola Tesla’nın böyle bir buluşu da vardır aslında. Tıpkı filmlerde gördüğümüz ışın silahı gibi “telefors” adını verdiği elektrik silahı icat etmiştir. Bununla ilgili olarak dönemin gazete manşetlerinde “Elektriğin ustası radyonun öncüsü Nikola Tesla ürettiği güçlü ölüm ışını sayesinde orduları yıldırım hızıyla süpürebilen, dev gemi ve uçak filolarını yok edebilen bir makina icat etti.” şeklinde yerini almıştır bu haber. Günümüzde bu icadı ve Tesla’nın kendine ait bir çok notları koruma altına alındığı söylenmektedir. Başka bir değişle gizli


Hiç Olan

Evrende canlı ya da cansız her şeyin belli bir titreşimi, kendilerine özgü frekansları vardır. Bu titreşim de her şeyin, birbiriyle olan bağlantısının resmidir. Daha açık konuşacak olursak eğer, dünyada sizinle alakalı olmayan tek bir şey bile yoktur. Her şey BİR’de toplanır. İnsan ise hiçtir! İşte bunu anlamaya başladığı an, içinde sadece Tanrı’nın parçaları olduğunu, doğrudan BİR’e bağlandığını kavrar. Tıpkı, Hallac’ı Mansur’un ölümüne sebep olan “En El Hak” düşüncesinde anlatmaya çalıştığı gibi, Mevlana’nın desteklediği gibi; hiç olduğunda geriye sadece Tanrı kalır. Devam edelim titreşim diyorduk. Titreşim, enerjidir. İnsan vücudunun hücrelerden oluştuğunu ve her hücrenin bir enerjisi olduğunu bilmekteyiz. Maddenin Sakımı Kanunu’na göre “enerji vardan yok, yoktan var edilemez.” Yani insanı, e haliyle yani sizi oluşturan hücreler asla yok olmayacaktır. Onlar sonsuzluğa eren, ölümsüz olandır. Bedenlerimiz birçok hücrenin yani enerjinin birleştiği, birleşmesiyle şekil alması sonucu oluşan bir görsel, dersek eğer, biz öldüğümüzde bizi var eden enerjiler neye dönüşecek? Diye düşünmeden edemiyor insan.. Tek Tanrı’ya inandığımıza göre, ruhani olarak ölümsüz olduğumuz düşüncesindeyiz. Peki, bizi oluşturan bu enerji toplumunun dönüşümü nasıl olacak? Bitki olarak mı dünyaya (Ya da herhangi bir gezegene) geleceğiz, hayvan olarak mı, yoksa tekrar insan olarak mı? Bitki ve hayvan olarak dünyaya gelmek genel anlamda bizim


Kadın Hükümdar Tomris Hatun

Tarihin kan kokan sayfalarında aradık mı geçmişimizi? Evet, savaş yanlısı olmak kötüdür, derler. Öyledir çünkü. Ama bizim karıştırdığımız bu kavram, farklı bir algıyla bize verilirken daha ne kadar kukla olacağız başka ellerin elinde? Kesin bir yargı vardır bu döngüde; geleceğimizi inşa etmek için geçmişimizi bilmemiz gerekir önce. Boşuna kadın - erkek fark etmeksizin her Türk asker doğar, dememişiz geçmişten günümüze. Kadınlarımız da erkeklerimizden farklı değildi çünkü bu sahnelerde. Bunun en güzel kanıtıysa günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce, varlığıyla dünyayı titreten Tomris Hatun’du, demek istiyorum. Avrupa’nın doğusu, Karadeniz’in üst kısmı ve Orta Asya’nın bir kısmını içine alan topraklarla varlığı buluşmuştu onun. Dünyanın ve Türklerin ilk kadın hükümdarıydı o. Günümüz Türkçesiyle adının anlamı Demir’di. Adı gibi sertti intikamı, adı gibi güçlüydü içindeki vatan sevgisi. Atı da oku da onun kutsalıydı çünkü. O, Perslerin azılı rakibi Alp Er Tunga’nın torunuydu, onun kanı vardı damarlarında. O asil kan, Türk kanıydı. Aslında bünyesinde Amazon kadın savaşçıları da bulunduran Sakalar, genel olarak gelişmiş bir Türk toplumuydu. Tomris Hatun’dan önce de ordunun bünyesinde erkeklerle birlikte kadınlar da bulunuyordu. Tomris Hatun’un başa gelmesini hiç yadsımadılar. Çünkü toplumlarında cinsiyet ayrımı yoktu. Hatta törelerinde, kadınların evlenebilmesi için onların da önce düşmanlarının canını


Nardugan

Yeni yıla günler kala belki yine tartışmalar çıkacak güzel ülkemizi sisle kaplayan, insanları ikiye bölen. Yeni yılı mı kutluyoruz, Noel’i mi kutluyoruz ikilemine açacağız gözlerimizi yine. Konu bilim, sanat olmadığına göre tartışmamız için harika bir gündem çünkü(!). İki taraflı da değerlendirecek olursak kendi fikrimce, ne Noel’i kutlamanın ne de yeni yılı kutlamanın inancımızı zedelediği düşüncesinde hiç olmadım. Şimdiye kadar hep yeni yıla merhaba dedik çünkü sırf bu düşünceyi saptırmak isteyenlere inat. Ama kaldı ki Müslüman bir ülkede Noel’in de kutlanmasında bir zarar görmüyorum. Çünkü Noel Hz. İsa’nın doğumunu müjdeleyen bir kutlama. Tamam, biz Hristiyan değiliz ama ülkece çoğunluk olarak Müslüman olduğumuzu düşünürsek de biz de ne kadar Hz Muhammed’e inanıyorsak bir o kadar da Hz. İsa’ya ya da Hz Musa’ya da inanmıyor muyuz? Bu bizim dinimizde var, peygamberlere ve kutsal kitaplara inanmak.
Neyse dalmak istediğim konu bu değil aslında, bugün başka bir şey anlatmak istiyorum sizlere. Köklü geçmişi olan biz Türk’lerin özündeki yeni yıl inanışıdır benim asıl ilgimi çeken. Ve sizinle de paylaşmak istediğim. Günümüzde nasıl çam ağacı süsleniyorsa aslında bunun geçmişi de biz Türklerden, kutsal akçam ağacımızdan geliyor. Çünkü Noel’in kökeni Nardugan bayramı, Noel babanın ilham