1
Sıla Arsel
İlkses Gazetesi Yazarımız

Sıla Arsel

Yazarın Köşe Yazıları

Kutsal Kudüs, Dinlerden Önce

Dünyada üç büyük dine inananları bünyesinde birleştiren Kutsal Toprak Kudüs’ten bahsedeceğiz bugün. İlerleyen dakikalarda farklı bir bakış açısıyla.. Öncelikle, üç büyük dini baz alarak bu toprakların önemine değinmek istiyorum. Bu kutsal topraklarda, Dağ Tapınağı’nda, Yahudilere ve Hristiyanlara yani Tevrat’a göre Hz İbrahim (Abram, Abraham) oğlu Hz İshak’ı kurban etmeye; Kur-an’a göre de Hz İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmeye hazırlanırken Rab, İbrahim’e bir Koç gönderir. Hz İsa burada çarmıha gerilir. Hz Muhammed buradan (Mescid-i Aksa’dan) Burak ismini verdiğimiz aracı ile göğe yükselir. Buranın ayrı bir enerjisi var. Çünkü burası bedenin ve tinin birbirinden ayrıldığı yer. Ve Müslümanların Kabe’den önceki, ilk kıblesi. Başka değişle burası, dünya canlılarının sınırlarını genişlettiği ve hatta dünyanın sınırlarının çok ötesinde bir yer. Buranın bir gizeminin de Hz Süleyman’ın tamamladığı tapınakta bulunan Ahit Sandığı’nın olduğunu belirtmek isterim, Tanrı’nın Musa’ya yaptırdığı meşhur, günümüzdeki o kayıp sandığın..
Tekrar dönelim tapınağa. Bu devasa tapınağı Hz Süleyman’ın, yüzüğü sayesinde yaptığı daha da doğrusu Dünya dışı varlıklara yaptırttığı söylenmektedir. Sihirli yüzüğü ile tapınak inşa ettiren, uçan halısı ile göklere yükselen bir insandı, aslında bunu günümüzde bilmeyenimiz yok. İlk başta kulağa saçma gelen bir düşünce belki. Ama ünlü fizikçilerin bile anlayamadığı


Köy Enstitüleri'ne Dönüş Vakti-2

Gelelim ders içeriklerine.
*Tarım ve ders çalışmaları vardı. Günümüzde yemeye hasret kaldığımız ya da çok fahiş fiyata market raflarında yerini alan organik sebze meyve üretimi öğretiliyordu. Biliyoruz ki yemek, önemli temel ihtiyaçlarımızdan biri. Şimdi ise verimli tarım arazisi üstünde olan güzel ülkemiz kendi yerli tohumlarını bile üretemiyor. İthal ediyoruz. İçinde ne olduğunu bilmediğimiz GDO’lu ürünleri yavaş yavaş hücrelerimize yerleştiriyoruz. Tüketim, üretime galip geldi. Hem ekonomi savaşını hem de geleceğimizin teminatı sağlık savaşını yavaş yavaş kaybediyoruz. Büyük baş, küçükbaş hayvanların yetiştiriciliği öğretiliyordu. Onlar sağlıklıysa biz de sağlıklıydık. Milletimiz için üretiyorduk. Şimdi ise ithal ediyoruz. Sonuç mu? Sonuç; tavukta arsenik ve antibiyotik, balıkta ağır metal, kırmızı ette şarbon.. Ne yemeli diye düşünüyor insan. Neyse devam ediyorum konumuza. Arıcılık eğitimi bile vardı bu enstitülerde. Hatta ipek böcekçiliği bile. Arı ve ipek böceğinin maddi getirisini eminim ki biliyorsunuz. Zira hiç kolay değil bal ve ipek üretmek.
*Elbette kültür dersleri de vardı.
Biraz önce dedim eğitim cümledeki özneyi bulduğumuz Türkçe değil, diye. Çünkü dilimiz, Türkçemiz çok derin. Her gün keşfedilmesi gereken bir bilim. Ama


Köy Enstitüleri'ne Dönüş Vakti

Kasım ayında devirdiğimiz bu haftalarda, bütünsel bir düşünceye büründüm. Sonra seslendi içimdeki ses; Mutluyken kuşlara şarkı söylettik hep, Ağaçları rüzgarda dans ettirdik ve deniz, kucakladı içimizdeki tini. Peki, soyut kavramlara ithaf ettiğimiz bu mecazlar bizim kalbimizde nerede? Aklımızda nerede, demedim özellikle. Duygu yüklü cümleler aklın işi değildir çünkü. Belki de anlamlandıramadığınız, bu cümleme dokunmak istiyorum şimdi. Evet güzeldir kuşları dinlemek ya da doğayla bütünleşmek. Ama bundan önemlisi, doğanın parçası olabilmek. Yani şarkı söyleyen olabilmek, dans eden olabilmek, hatta kendimize bile sarılabilen olabilmek bazen. Doğanın parçası olabilmek yani hayatın kendisi olabilmek. Bireysellikten çıkıp yaşadığımız toprak uğruna bir şeyler yapabilmek. Geçmişte böyle bir uygulama vardı anımsadığım. Belki denkleştiremeyeceksiniz ama, hayatın bir parçası köy enstitülerindeki gizde saklıydı. Ağaçların yeşili, denizin mavisi, demirin siyahı, kuzuların beyazı ve sanatın sonsuz deseni.. Kısaca evrenin bütün renkleri. Şimdi yaptığım yüzeysel incelemeyle köy enstitülerine değineceğim biraz. İlerde birlikte detaylandırmak dileğiyle.
Bu enstitüler hepimizin çok iyi bildiği gibi, bir kalkınma projesiydi. Köyde yaşayan bir nüfus söz konusuydu. Ve baktığımızda, ekonominin temeli de bu kısımdı aslında. Yetiştiren, bilgili bir nesil bir ülkenin geleceği olabilirdi ancak. O dönemlerde de teknoloji yönünden zayıftık, bilgiye ulaşmak hiç de kolay değildi yani. Ama


Sessizliğe 6 Kala

Hep senin amaçlarını öğretmek için çabaladım. Fakat bugün, seni anlayanlara seni anlatacağım sadece, bizim sessizliğimize senin sonsuzluğuna 6 kala...
Sirenler çalacak. Ve ölümsüz bir önderi karşılayacağız hep birlikte, Türkiye olarak. Şimdi bir önder düşünün. Tüm ülkeyi ayağa kaldırmış aynı anda ONU anan. Milletin kalbi ONUN kalbi olan. Milletin soluğu ONUN soluğu olan. Başka hangi lider var ki Atatürk’le aynı kefede olan? Başka hangi bedenin terazisi var ki Atatürk gibi, dengeleri sarsan?
Şanslıydık. Tanrı bizi yok olmaktan kurtarmak için bir Bozkurt daha gönderdi. Hani yazgıya inananlarımız var ya, işte Atatürk, Türk milletinin kaderini değiştiren seçilmiş nadir önderlerdendi. Irk cinsiyet ayrımı olmaksızın milyarların önünde eğildiği tek önder. İşte dünyanın önünde eğildiği önder, yine biz Türklere bahşedildi. Tanrı istedi o da, imkansız denilen savaşları yönetti ama Tanrı hep onunlaydı. Çünkü biz Türk milletinin yanındaydı. Onun için, imkansız yoktu. Onun için, ölüm de yoktu. O da bunu biliyordu. “İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve


Atatürk'ün Yolu Gökbörü

Cumhuriyetçilik ve milliyetçilik kavramlarını ayrı tutan günümüz insanı için bu yazım. Tanıdığım bütün milliyetçiler aynı zamanda cumhuriyetçiyken; tanıdığım bütün cumhuriyetçiler neden milliyetçi değil diye düşündüm kendi kendime. Sözüm; Türk olmanın bir önemi yok ben hümanistim diyenlerimize. Bizi farklı yapan kanımızı, bedenimizin hücrelerinde hissedememişiz meğerse. Gökbörü Atatürk’ün gözlerindeki sevdaya hiç dokunamamışız oysa. Türkçülük basit bir ideoloji ya da bir düşünce tarzı değildir, tercihe dayalı, insanların benimsemek istediği ya da istemediği. Türk olduğunun ayrımına varmak kanındaki manna cevherinin bilincinde olmaktır. Tinini bedenine bağlayan asil damarı keşfetmektir bu derya denizinde. Tanrı’nın bizdeki emaneti kut’u gözetmektir, korumaktır. Bunun için Atatürk’ün Türklüğe bakış açısını yazmak istedim ama ne benim bilgim yeter buna ne de kağıtların ruhu dayanır bu vatan sevdasına. Her sevdanın bir kalbi her kalbin de bir anahtarı vardır. Türklerin kapısını açan anahtar ise “Bozkurt”. Başbuğ Atatürk bunu biliyordu. Çünkü, o bozkurtu görmüştü. Onun izi, Tanrı’nın eliydi, iz’in ardından yürüdü. Şimdi gelelim bu izin Atatürk’ün ve Türk Milletinin hayatındaki önemine.
“Milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avı olacaklardır”
Henüz Türkiye Cumhuriyeti gözlerini açmamıştı doğaya ama Avrasya Türk adının yankılandığı yeni bir Türk devletine gebeydi.


1923'TEN 2023'E DOĞRU

Bugün Birinci Kuşak Türk bestecilerimizden Cemal Reşit Rey’in aramızdan ayrılışının, ölümsüzlüğe kavuşmasının tam, 34. yıl dönümü. Cumhuriyet büyüklerimizi saygı ve sevgiyle anıyorum. Bu önemli günde size Behçet Kemal Çağlar’ın ve öğretmeni Faruk Nafız Çamlıbel’in de desteğiyle kaleme aldığı marşa, mehter ritimleriyle ölümsüzlük katıp 7’den 70’e bu ezginin yüreğimize dolmasını sağlayan Cemal Reşit Rey’in ortak yapıtından bahsedeceğim.
Türkiye Cumhuriyetimizin bütünleştiği Onuncu yıl marşında yazılan her bir sözün anlamı vardır. Bağıra bağıra söylediğimiz bu marşın derinliklerini hissetmek için ufak anımsatmalar yapmak istiyorum siz değerli büyüklerim ve Türkiye Cumhuriyetimizin yılmaz bekçileri Türk gençlerine;
<<Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.>>
Bünyesinde on beş milyonu barındıran genç Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan ve tıpkı Göktürkler gibi Türk adını kullanan ender devletlerden biriydi. Ülkesi henüz 10 yaşındaydı belki ama milleti en aşağı 16 bin yaşındaydı. 16 binlik ruhun taze baharıydı yani.. Dinamikti, gençti


Belediyeler ve Sokak Hayvanları

Bugün, karanlıkla aydınlığın eşit olduğu gün. Sonbahara adım atılan ilk gün. İnsanlığın acı çığlığı kulaklarımda yankılanıyor sanki. İnsanların ellerinde, insanlık boğuluyor yavaş yavaş. Sonbaharını yaşayan gece ve gündüz mü sahiden? Yoksa iyi ve kötünün, insan tinindeki savaşı mı gerçekte? Hiçbir zaman böyle karamsar olmayı istemedim ben. Kim ister ki zaten? Sadece acı acı şahit olduğum bir olayı anlatmak istiyorum bugün size. Kaçımızın nefesi kesilecek okurken, kaçımız nefes olacağız minik dostlarımıza yeniden?
İzmir Büyükşehir Belediyesinin sayfasındaki “Sahipsiz Hayvanları Koruyor ve Tedavi Ediyoruz” başlıklı yazıda 2014 yılından bu yana bir çok sokak hayvanının belediye tarafından sağlığına kavuşturulduğu yazıyor. Okuyunca insan seviniyor. İşte tam da İzmir’e layık bir adım atmış Aziz Kocaoğlu diye düşünüyor. Yine Aziz Kocaoğlu zamanında 2016 yılında hayvan mezarlığının hizmete girdiği yazıyor. 2018 itibari ile iki barınakta da bin 300 küsür hayvanın koruma altına alındığı da. Bu atılan adımlar eksikte olsa (hayatta mükemmele ulaşmanın sınırı yoktur zaten) ülke çapında öncü adımlar olmuştur her zaman.
Peki, 31 Mart’tan bu yana Sayın Belediye Başkanımız Tunç Soyer, hayvanlar için ne yaptı? Daha önce Tunç Soyer Seferihisar Belediye Başkanıyken Seferihisar Hayvan Barınağından Dehşet Verici


İzmir Suikasti ve Saat Kulesi (2)

İstiklal Mahkemelerinde birçok paşa yargılanıyor. Bunlardan daha sonra beraat edecekler arasında; Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf bey, Faik bey.. gb önemli isimler de bulunmuştur. Rauf bey, planlanan suikastın Ankara’da olacağını biliyordu. Suikastı planlayan kişiler milletvekilleri ya da mecliste yer alan kişilerdi. Rauf bey bu nedenle kapı kapı dolaşarak suikastı gerçekleştirecek kişilere engel oldu. Suikastçılar da bu suikastın Ankara’da gerçekleşemeyeceğini anladılar. Bir takım olaylardan sonra TBMM’nin tatile girmesini ve Atatürk’ün il gezilerini fırsat bilen suikastçılar planı İzmir’e yöneltti. Bizim komutanlar da Ankara suikastı önlenince suikasta engel olduklarını zannettiklerini ve bu nedenle hükümete bildirmediklerini, savunmalarında söylemişlerdir.
Söz konusu paşalar suikast girişiminin içinde yer almamışlardır. Ama olaydan haberleri olduğu halde İçişleri Başkanlığına bu konuyla ilgili her hangi bir şey söylemediler, hükümeti uyarmadılar. Bu nedenle istiklal mahkemeleri tarafından tutuklandılar. Fakat sonrasında suikast girişiminin içinde yer almadıkları ve suçsuz olduklarını ispatladıkları için 2 ay yargılandıktan sonra beraat ettiler.  Bu da olması gereken bir süreçti. Yoksa suçsuz olduklarına dair halkın içinde hep bir kuşku olacaktı. Yargılandılar ve aklandılar.
Şimdi gelelim İzmir Saat Kulesi’nin gizemine. Bildiğimiz üzere kule 1901 yılında Sultan II. Abdülhamit döneminde Sadrazam Mehmet Said Paşa


İzmir Suikastı ve Saat Kulesi -1

1919 yılı Mayıs ayının 19’unda atamızın Samsun’a ayak basması ile başlayan milli mücadele, 1923 yılı Ekim ayının 29’unda Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile son buldu. Görüldü ki milli mücadelenin kahramanı Atatürk ve silah arkadaşlarının yanı sıra “halk”tı. Bozkurt önderliğinde Ergenekon’dan çıkan Türkler, yine bir Bozkurt’un (Atatürk’ün) önderliğinde yürüdüler, evrenin silinmez izlerini kazıdılar. Milli Mücadele kazanıldı. Sıra siyasete gelmişti artık. Vatan taşla tüfekle kazanılmıştı ama asıl olan bunun kalıcılığıydı. Yani gerisi, zihniyet meselesiydi. Daha açık bir tabirle, toplum zihniyetinin yeni sisteme yükseltgenmesiydi.
Bu süreçte atılan adımlar arasında 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması vardı. Devamında 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması ve destekleyici diğer inkılaplarla 1925 yılına geldik. Çok tartışılan bir konudur Halifeliğin kaldırılması ama tek başına saltanatın kaldırılmasının geleceğe dönük kalıcı bir anlamı olmayacaktı. Halife varlığını sürdürdükçe Türkiye gelişimini sağlayamayacaktı. Çünkü yapmayı düşündüğü toplumsal ve laik inkılaplar hep engellenecekti. Bir takım güçlerin etkisiyle, halifelikle eski düzene dönüş olağandı. Atatürk buna karşıydı. Yeniden ayağa kalkan milletin, tökez yürümesini hiç istemedi. Artık halkın sözü geçerliydi. Halk özgür iradesiyle kimi isterse başa o geçecekti. Dinle insana bağlılık olmazdı, din insanın içindeydi ve yaratıcıyla, arasında bir bağdı. Zaten biz Türklerin tininde ezelden beri hürriyet vardı.


Hititler ve Eflatunpınar - 2

Boğa figürü biz Türkler için de önemlidir, dedik. Oğuz Kağan başındaki boynuzlu başlığı ile ünlüdür. Arapçada Zülkarneyn çift boynuzlu anlamına gelmektedir. (Zülkarneyn Peygamber ile Oğuz Kağan’ın aynı kişi olduğu da kayda değer bir söylencedir.) Ya da “Dünya öküzün boynuzları üzerindedir” hadisi bize neyi anlatmaktadır? Tıpkı Sümerlilerde karşılaştığımız “Tanrılar” yani orijinal Türkçesi “Galaktik göksel varlıklar” olarak çevrilen uzaylılar, yoksa bir zamanlar dünyaya hükmetmiş midir?
Boğanın Kur-an’da ki yeri de ayrı bir paragraftır. Bakara; sığır-boğa anlamlarına gelmektedir. Bakara suresinin 67-73. ayetlerinde sığırın (boğanın) bir parçasının kesilerek ölüye vurulması emredilir. Emir yerine getirilir. Ölü dirilir. Yani bu sureden anlaşılacağı üzere Müslümanlar için de boğa kutsaldır. Gelelim tekrar Oğuz Kağan’a. Birlik, bütünlük anlamına da gelen Oğuz’un, Boğa yani güç anlamına geldiğini de bir kez daha vurgulayalım. Oğuz, tüm adamların birliğidir. Başbuğ Atatürk’ün yazdığı “Hakikat Nerede” adlı şiirinde olduğu gibi;
...
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz


Hititler ve Eflatunpınar - 1

Kökeninde medeniyet parçacıklarını bulduğumuz, geçmişimizi oluşturan toplumları ilkel toplumlar olarak adlandırıyoruz. Ama ne hikmetse günümüzde var olmayan devasa sanatı geçmişimizde buluyoruz. Altın Çağın geleceğe yürüyen çocukları biz miyiz? Yoksa gerçekte, onların arda kalanları mıyız? Bugüne kadar bir toplumun ilerlemesini geleceğe yürümek olarak adlandırdık hep. Bense bunun tersini savunarak geçmişe yürümenin bizi geliştireceğine inanıyorum. Gözlerimizi kapayıp geçmişte yaşadığımızı hayal etseydik şimdi hangi dönemde olurduk kim bilir. Her tinin hayali farklıdır neticede. Başta hayal dedim ama benim o dönemde yaşamam hayaldi sadece. Yoksa söz konusu geçmiş “bizim geçmişimiz.” O zaman gözlerini kapayıp bir geçmişin peşinden giden ben olayım bugün, siz de okuyun sessizce. Belki bir yerlerde karşılaşırız ezoterik bu yolda.
Evet, Akdeniz’imizin en büyük, Türkiye’mizinse 3. büyük gölü olarak nam salan Beyşehir Gölü’ne yabancı değiliz. Peki, Beyşehir’de iki doğal su kaynağının birleştiği nokta üzerine konumlanmış Eflatunpınar Hitit Su Anıtı’nı biliyor muyuz? M.Ö. 1300’ün son çeyreğinde Hitit kralı IV. Tuthaliya döneminde yeryüzüne konumlanan bu anıtı, arkeoloji dünyası 1837 yılında İngiliz W.J. Hamilton’un keşfiyle tanımlamaya başladı. İlk ciddi kazı çalışmaları da 1996 yılında Konya Arkeoloji Müzesi tarafından başlatıldı. Anıt ve anıta sarılı dikdörtgen şeklindeki yapay su göleti böylece gün yüzüne çıkmış


Göbeklitepe Yılı '2019' (3)

Şimdi birazcık geriye gidelim. Yazımın başlarında, kadın ve erkeği temsil eden T ya da ters L şeklindeki dikili taşlardan söz etmiştik. Bir anda bilgi yüklemesi yapınca her şey birbirine karışıyor diye bu ibadet yerini çok detaylı anlatmak istemedim o anda. Şimdi kalan eksiklikleri tamamlamak istiyorum. T veya L’nin olduğu bu taşların zemini sıvıyı geçirmeyecek bir şekilde tasarlanmıştır. Senin tek aletin taş-sopa olsun ama yaptığın yapıt sıvıyı geçirmesin… Burada da bir enteresanlık söz konusu değil mi? Neyse, benim bu devasa yapıtı uzaylılar yani namı diğer Anunnakiler yaptı demem etik olmaz. Bunun kararını siz kendi içinizde verin. Devam ediyorum. Sıvıyı geçirmeyen bu yapıtın zemininde su kanalları bulundu. Burada yapılan ritüellerde; su mu, kan mı, alkol mü kullanılıyordu bilinmez ama bu su kanalı ve sıvıyı geçirmeyen yapıt aynı zamanda kurban tarzı bir törenin de burada uygulandığını bize kanıtlar niteliktedir. Namaz benzeri uygulama+ kurban= hac = dini mabet. Buradan anladığım kadarıyla 12 bin yıl önceyle günümüzdeki ibadetler fazla değişime uğramamış ama tabi tek fark olabilir. O zamanlar gezegenlerin konumuna göre yapılan bir tapınak söz konusuydu. Belki o zaman yapılan ritüeller galaktik varlıklaraydı ama şimdi uygulama aynı da olsa yapılan ibadette niyet “her şeyin yaratıcısına.”


Göbeklitepe Yılı '2019' (2)

Biliyoruz ki 12 sayısının mitolojide ve dinlerde önemli bir yeri var. Daha önce bu tapınağın göksel olaylara göre konumlandığından bahsetmiştik. 12 sayısı astrolojide Zodyak takımyıldızlarının sayısıdır. Astronomide ise yılın aylarını belirtir. Türklerin 12 hayvanlı takvimi de 12 sayısının bizim için önemini belirtir. Saat 12 sayısı üzerine kuruludur. Alevilerin inanışında 12 imam vardır, Hititlerin 12 tanrısı. Tevrat’ta Musevilerin 12 kavmi vardır, Hz İsa’nın 12 havarisi. Öyleyse bu gözlemlerinize göre dinlerin çıkış yerinin Göbeklitepe olduğundan söz edebilir miyiz?
Bu mabetteki bir diğer akla takılan soru ise taşların üstündeki “ağızsız insan” figürleri. Ağızsız insan bize neyi anlatır? Bir tür “sır” mı? Geçmişte atalarımızın bize bıraktığı ve çözmemizi istedikleri bu sırrı ne? Tarihteki ilk tapınak bize neyi anlatıyor? Bu soruları şimdilik bir köşeye bırakalım. Ezoterik tarihi çözümlemek zaman alıyor ne yazık ki..
Gelelim Sümerliler ile Göbeklitepe arasındaki bağa. Bu konuyu araştırırken Sümerlilere ait fazla bilinmeyen bir metne rast geldim. Belki duyanlarımız vardır, SAG-BA metni, diye. Göbeklitepe’ de tapınaklar A, B, C,... vs diye adlandırılmıştır. D tapınağını da bu metinle özdeşleştirmişler.  Birlikte metni inceleyelim.


Göbeklitepe Yılı '2019' (1)

The Economist dergisinin 2019 kapağında gizlenmiş sırlar, bu yılın farklılığını, tüm dünyaya gözler önüne sermişti. Peki Türkiye’miz için 2019 yılının gizemi neydi? Cevap dünya mirası Göbeklitepe. 12 bin yıllık bir geçmiş. İlk insan tasvirinde “Adem ve Havva’nın” Aden bahçesinde yaşadığı, Kabil’in çiftçilik yaptığı Göbeklitepe. Fırat ve Dicle’nin etrafını kuşattığı, dini bir mabet.
Haritasal olarak belirtirsek günümüzde peygamberler şehri olarak anılan Şanlıurfa’nın Harran ovasının kuzeyinde yer alan Örencik Köyü yakınlarında konumlanmıştır. İlk keşfi 1963’te gerçekleşse de bu konuda herhangi bir adım atılmamıştır. Daha sonra tarlanın eski sahibi Mahmut Yıldız; babası İbrahim ve amcası Şavak Yıldız’ın tarlasını sürerken, oymalı bir taş bulduğunu ve kendisinin de bu taşı 1983’te müzeye götürdüğünü söylüyor. O zamanlar kireçtaşı zannedilen bu medeniyet parçası için yine hak ettiği değer gösterilmiyor ne yazık ki. Ta ki 1994 yılında Alman arkeolog Klaus Schmidt’in bu taşı keşfetmesine kadar. 1995’te Şanlıurfa Müzesi ile Alman Arkeoloji Enstitüsü ortak projeye başlıyor. 2007 yılında da bu proje, bakanlar kurulunun kararlı kazı statüsünde devam ediyor.
Buraya kadar vermem gereken genel bilgileri verdim sizlere. Şimdi ise Göbeklitepe’nin sırlarına dokunalım beraber. Medeniyetlerin başlangıcını Sümerliler olarak bile yeni


Dilde, Fikirde, İşte Birlik

“Dilde, fikirde, işte birlik” düşüncesini ilke edinen, Kırımlı fikir adamı İsmail Gaspıralı’yı anmak istedim bugün. Bu kutlu düşüncesinin, yaşamımızda yer edinme zamanı gelmiştir belki de... Gaspıralı’nın savunduğu bu duruş, özünde halklarımızın yani Türk boylarının ya da devletlerinin birleşmesi istediğidir.
“ÖNCE (yakın akrabalarımızla) TÜRK BİRLİĞİ SONRA (biraz daha uzak ama akrabalarımızla) ASYA BİRLİĞİ”
Peki. Şimdi Asya birliği düşüncesini biraz erteleyelim. Türk birliği konusuna giriş yapalım.
(GİRİŞ) 1. İlkemiz “Dilde Birlik”
Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’nin ortak abecesinin Latince olduğunu biliyoruz. Kırgızistan da 2017 yılında Latin abecesine geçiş için ilk tasarısını sunmuştu. Dileriz tasarıda atılan adımlar bir an önce hız kazanır. Kırgızistan da abecesinde değişikliğe gittiğinde 7 Türk devleti olarak yazı dilinde dil bilimcilerimizin de yardımıyla ortak Türkçe’ye geçiş yapmamız lazım. Örneğin; Atatürk’ün uzun çalışmalar sonucu geliştirilmesine katkı sağladığı, günümüzdeki her Türk devletinin rahatça anlayabildiği İstanbul Türkçesi.
(GELİŞME) 2. İlkemiz “Fikirde Birlik”
Geçtiğimiz 2018 yılında Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan


Türkiye'nin Toryum Rezervi

Yaklaşık 4 bin 400 maden yatağına sahip Türkiye’mizin bünyesinde, çeşitlilik ve rezerv açısından oldukça zengin maden kaynakları bulunmaktadır. Bunlardan hayati olarak önem taşıyanlar arasında; toryum, bor, mermer, manyezit, lityum, sodyum sülfat, zeolit, trona, feldispat vb. madenlerimiz bulunmaktadır. Neden hayati önem taşır dedik şimdi biraz daha açalım konumuzu. Bu konuda unutulan geçmişlerimizden biri Prof.Dr. Engin Arık hocamız ve ekibidir. Hafızamızı yoklayalım. Türkiye yakın geçmişte, sahip olduğu toryum zenginliğinden dolayı nükleer güç kullanımı için yeri dolmayacak altı değerli bilim insanımız ile birlikte harekete geçmişti. İçlerinden European Organization for Nuclear Research’de yani CERN’de de görevli olan Prof.Dr. Engin Arık ile birlikte Özgen Berkol Doğan, Engin Abat, Prof.Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç.Dr. İskender Hikmet ve Mustafa Fidan’ın da bulunduğu uçak, nedeni bilinmeyen sebeplerden ötürü Isparta’nın Keçiborlu İlçesi yakınlarına düşmüştü. 2007 yılında Prof.Dr Engin Arık verdiği bir demeçte; “Türkiye’nin toryum yatakları hemen hemen dünyanın en zengin yatakları. Yani Türkiye enerji ihtiyacını senede 50 ton toryumla karşılayabilir. Buna mukabil yani bir ton toryumu enerjiye dönüştürdüğümüzde elde ettiğimiz enerji ile bir milyon ton petrolün enerjisi eşdeğer. İnşallah bu kuracağımız Türk hızlandırıcı merkezinde de bir Proton hızlandırıcısı düşünülüyor. Bu da ileride belki bir prototip toryum Nükleer Santrali yapmamız için ön çalışmalara olanak


Atatürk ve Dilimiz

Yeryüzünün, toprağın derinine gömdüğü gizem ve gökyüzünün, bulutların arkasına gizlediği bir medeniyet var ortada. ϜϓſϞ (Türk) medeniyeti... Bir milletin silinmez izi, canlı kanlı kimliği “dili”.
Biliyoruz ki Atatürk, Türk dili kavramına çok önem vermiştir. Harf inkılabıysa bunun en açık örneğidir. Çünkü bu inkılapla Türk dili, öze dönmüştür. Geçtiğimiz abece bilinenin aksine Latin abecesi değil, Türk abecesidir. Bu konunun üstünde çok fazla durmayacağım. Dilerseniz daha önceden kaleme almış olduğum Latin Abecesi Değil, Türk Abecesi adlı köşe yazımı okuyabilirsiniz. Evet nerede kalmıştık..? Türk Dili kavramında.
Atatürk bir milletin benliğinin dilinde saklı olduğunu biliyordu. Bir milleti yok etmenin en kısa ve kesin yolu da dilini öldürmekten geçiyordu. Bu ölüm ilk başta basit bir kavram gibi gelse de kulağa, en az bir soykırım gibi büyük bir katliam barındırır bünyesinde. Günümüzde bizim bile fark edemediğimiz kadar köklü bir ulussa bir de, fark edenlerin yok etmek için kuyruk olduğu bir konudur bu. Geçmişte hacı-hocayla denediler olmadı. Tarihçi diye nitelendirdikleriyle denediler olmadı. Şimdi bunu kendini aydın kesim diye tanıtan sanatçılarla deniyorlar. Hepsi dış güçlerin uşağı Şeyh Saidçilerin devamıdır. Gözü açık olmalıyız, bizim için uçuruma kırmızı halı sermiş olabilirler ama bu


100. Yıla İthafen 19 Mayıs (2)

(A)nafartalar anlattı seni bana
(T)arihin şanlı sayfaları konuştu sonra
(A)ttığın her adım bize bir nefesti
(T)ürk’ün gökbörüsü uludu doğa dinledi sessiz
(Ü)mitsizdik, yorgunduk, yılgındık belki de
(R)üyaydı küçücük bir umut parçası bile
(K)aç cilt kahramanlık öyküsü çıkarttın oysa bu imkansızlıktan.

Dahili ve harici bedbahlarımız var işte, biliyorum. Kimi batıya çekmek istiyor ülkemizi, kimi doğuya.  Bir yerimizde kalamadık. Ama sen üzülme Atam! Geldikleri gibi gidecekler, Göktürk kahramanı Kürşad ve kırk çerisinin tini ortaya çıkmadı henüz. Bu yazdıklarım da gazete sayfasına yazılmış bir mektup değil sadece. Tinimi bıraktım kağıda. Uyuyan kurt elbet uyanacak. Kazakistan’dan Türkmenistan’a, Azerbaycan’dan Avrasya’ya bütün Türk milleti uyanacak. Yakındır. Sonra milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracak.
“Bana benim cümlelerimle gelme çocuk! Üret, geliştir” diyeceksin belki ama. Senin sözlerinle büyüdüm, senin sözlerinle öleceğim. İlkelerinin


100.Yıla İthafen 19 Mayıs

19 MAYIS 1919 ANISINA;
Bugün Türkiye oldu konuşuyor dilim.
Samsun’da bir yiğit gördü gözlerim.
Biz gençlere armağan ettiğin bugünde, iyi ki doğdun Atam!
(M)ayısın 19’uydu, Nutuk’ununsa ilk sayfası
(U)sulca Samsun’a süzülmüştü Bandırma
(S)okaklarda İngilizler boy gösteriyordu
(T)a ki, gece karanlıktan kurtulana kadar
(A)rdındaki Mustafa Kemal görünene kadar
(F)ilizlenmişti milli mücadelenin tohumları
(A)tılmıştı milli vatanımızın ilk adımları
(K)urtuluşa ermek haktı Türk milletine
(E)gemenlik ve bağımsızlık ise tinimizin yapı taşı
(M)ustafa Kemal tarih sahnesinde göründü
(A)sil kanından aldığı güçle aydınlığa yürüdü
(L)ayık olduğumuz utku bize çok yakındı


Ruhun Gıdası

Atatürk’ün emriyle kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ilk konservatuvarı Ankara Devlet Konservatuvarının kuruluş günü bugün. Bu konuya değinmem gerektiğini bana hatırlatan özel bir gün... İnsanlığın var oluşundan bu yana dünyanın dizilişi, doğanın hayatımıza renk saçan cıvıltılı şarkısı aslında hepsi var olan bir sanatın parçası. Öyle değil mi? Yeri geliyor kışımıza misafir olan yağmurun hırçın sesini dinliyoruz ve içimizi bir matem kaplıyor yeri geliyor ilkbaharın büyülü kuşları neşesiyle aklımızı başımızdan alıyor. İşte hepsi var olan bir sanatın parçası. Doğanın kalbinde atan müziğin dansı. Doğa bir sanat. Ve müzik, bu sanatın eşsiz bir hazinesi. Bir nevi doğayı ve doğanın parçası insanları, istemsizce ya da istemli kontrol edişimiz. Bu nedenle müziği, bir nevi insanın kanında doğrudan dolaşan bir organizma olarak tanımlıyorum. Hepimizin bildiği bir gerçek aslında, müziğin haletiruhiyemize bir nefes olması. Dinlediğimiz narin tınılarla mahmurlaşmamız ve sert seslerde dünyadan bağımsız bir ortamda kaybolmamız. Müzik insanın içine işleyen en güzel silah belki de. Nitekim Osmanlı Devleti de bu silahı en iyi işleyenlerden olup Darüşşifa Hastane içinde hastalar üstünde müzikle tedavi yöntemi kullanılmıştır. Yine daha eskiye gidersek şaman inanışında müziğin kötü tinleri kovduğu bu nedenle kişinin iyileştiği düşüncesi de yaygındı.
Konumuz müziğe genel ve yanlış bakış


Devletin Tini Milli Egemenlik (2)

Kuvvet diyince akla; askeri kuvvetler, polis kuvvetleri gelir. Yani Türk milleti olarak adlandırdığımız her bir birey. Aaa yok canım herkes asker, polis değil ki! Evet ülkemizde yaşayan, varlığını sürdüren, herkes asker-polis değil. Fakat ülkemizde yaşayan her “Türk” ve “Ne Mutlu Türk’üm, diyene” diyen kanında kurt tini dolaşan her birey militarist doğar. Tek başına bir ordudur.
Hükümet ve devlet kavramı birbirinden ayrı iki kavramdır. Hükümeti destekler ya da desteklemezsiniz bu sizin bileceğiniz iş. Fakat daimi vatanımızın bir parçası olarak, devletimizin çıkarlarını her zaman korumak zorundayız! Anayasamızın temellerini oluşturan Atamızın devletçilik ilkesi de aslında ülkemizdeki devlet kavramının temelini oluşturmuştur. Zamanın iyi ya da kötü bütün şartlarına rağmen, ülke pazarını haliyle ekonomisini canlı kılıp sürekli yükseltmeyi amaç edindiğimiz ilkemizdir. Bu konu önemli çünkü günümüzde gözlemlerime göre şehirleşme ne kadar gelişirse ülke o kadar gelişir diye bir algı var. Hayır! Kesinlikle hayır! Sanayi çok önemli bir kavram. İhracat yapabileceğimiz fabrikalara ihtiyacımız var. Tabi bundan da önce ülkemizi kendi imkanlarımızda mümkün olduğunca az ithalatla doyurabileceğimiz bir pazara ihtiyacımız var. Doyurabilmek derken mecazi anlamda kullanmıştım ama ne kadar yerinde bir kavrammış meğer. Yakın geçmişte sebze meyve fiyatları fırladı diye hepimiz ayağa kalktık ama hangi birimiz yerli tohum alıp evimizde


Devletin Tini Milli Egemenlik

Takvim, ulus ve devlet kavramının bütünleştiği Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olan 23 Nisan’a doğru ilerlerken devlet kavramına değinmek istedim. Nedir devlet? Şimdiye kadar birçok tarih hocasından ve tarih profesörlerinden duymuşsunuzdur mutlaka, devleti oluşturan öğeler, diye. İşte devlet diyince akla, ilk başta bu üç öğe gelir; toprak, millet, kuvvet. Elbette yabancı değiliz bu kelimelere. Toprak diyince akla kara parçası gelir. Ne kadar basit bir tabir oldu bu?!
Toprak diyince akla;
...Türk istiklalini Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa...
Çanakkale Savaşı’nda kaybettiğimiz kanlarla kazandığımız utku gelir.
Toprak diyince akla;
...İstiklal ve cumhuriyetine kast edecek düşmanlar...
Sırf o kara parçasını korumak için deniz seven Yunanlıları, balıkların yanına yolladığımız gelir.
Toprak diyince akla;
...Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş...
O çok sevdiğimiz Ermeniler tarafından ülkemizin işgal edilen kara parçasını, Kars kalesini, olağanüstü askeri başarıyla geri aldığımız gelir... Ve daha niceleri...
Uzağa gitmeye gerek yok. Daha dün toprak uğruna Türkiye-Irak sınırında teröristlerle çıkan çatışmada 4 askerimiz şehit


Ülkede Birlik ve Beraberlik Ruhu 2

Günümüzde çok popüler oldu, yok ben ateistim yok ben deistim yok ben Müslüman’ım diye bağırmalar. Yeter artık yeter sesiniz kısılacak. Bölünenler sustukça bölenler bağırıyor. Her iki dakikada bir bağırmayın artık ya başka işiniz gücünüz mü yok. Ne’sen o’sun bize ne arkadaş! Bu tür saçmalıklarla da bölücülük yapmayı bırakın yeter. Bize ne sizin deistliğinizden, agnostikliğinizden. O sizin kendi içinizde kalsın artık bir. Ah en önemlisini unutuyordum az kalsın. Dinci görünüp de gerçekte dinden zerre haberi olmayan şeriat savunucusu kesimi ya da dine bombalar yağdıran din düşmanları kesimini bir tarafa bırakalım şimdi. Asıl bomba “Atatürkçüyüm diyip” Atatürk’ün altı ilkesini sayamayan insanlarımız. Eline bir kere bile Nutuk’u alıp okumayan sözde “Atatürkçü” kesmimiz. Söyler misiniz kuzum siz neyin yılmaz bekçilerisiniz?
Sözümü uzatmayacağım kısaca anayasayla güvence altına alınmış ilkelerimize değinmek istiyorum. Başbuğumuz Türkiye Cumhuriyetimizin temelini Cumhuriyetçilik ilkesiyle teminat altına almıştır. Artık padişahın hakim olduğu bir devlet söz konusu değildir. Devletin yegane sahibi Türk halkıdır. Halkçılık ilkesiyle de Cumhuriyetçilik ilkesi desteklenmiş ve halkın çıkarları ön plana alınmıştır. Halk, arka planda çalan fon müziği algısından çıkmış sahnenin assolisti kıvamına gelmiştir. Milliyetçilik ilkesiyle coğrafyamızda bulunan bütün insanlarımızı Türk adı altında tek bir çatıda birleştirmiş, ülke bütünlüğü


Ülkede Birlik Beraberlik Ruhu – 1

Türkiye nasıl bir ülke olsa daha hızlı gelişir. Gelişmemizin önündeki olumsuzluklar nedir bu olumsuzluklar nasıl aza indirgenebilir diye düşünüyordum kendi kendime. Kim istemez ki vatanının, vatandaşının daha gelişmiş daha kültürlü olmasını, refah düzeyinin yükselmesini. “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” demiş Atatürk. Adeta kaleme dökemediğim duygularıma tercüman olmuş. Ülkemizde bölücülüğe mahal veren olayları düşündüm. Dini duygular, altı ilkenin çarpıtılmak istenmesi ve sağcılık solculuk kavramı bunların en başında geliyordu. Ve hepsi de aynı kapıya çıkıyordu. Özne Atatürk. Bu hafta siz değerli okuyucularıma bu konuyu açmak istedim. Gelelim günümüzün en büyük yanlışlarına. Öncelikle Atatürk’ü sadece tek bir kesme mal etmek doğru değildir, bu bir. Tek bir partiye mal etmek ise hiç doğru değildir, bu da iki. Çünkü Atatürk, sadece bir partinin kurucusu değil günümüzdeki bütün partilerin kurucusudur. O ki koskoca Türkiye Cumhuriyetimizin kurucusu Başbuğ Atatürk daha ötesi var mı? Üretilen yanlışları özde bizden olmayanlar bu biziz diye önümüze attılar sustuk, yazgımıza boyun eğdik.
Atatürk’ü solcu olarak nitelendirdiler yine sustuk. Atatürk ne solcudur ne de sağcıdır arkadaş! Kabullensek de kabullenmesek de düpedüz Türkçüdür. Hatırlayalım bu sol sağ kavramları da zaten Atatürk’ün ölümünden