1
Sıla Arsel
İlkses Gazetesi Yazarımız

Sıla Arsel

Yazarın Köşe Yazıları

Vatan Feda İster 2

Tarih yazan o önder, Sofya’da bir ateşemiliterdi. Çanakkale kana bürünürken Sofya’da daha fazla kalamazdı. Cepheye tayinini istedi.  “Sizi Sofya Ateşemiliterliğinizi daha önemli bir görev olarak görüyoruz” cevabını aldı. Yüreğini çıkardı masaya koydu. “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam!” dedi. Gerekirse bir er gibi çarpışır ama bir cepheye katılırdı. Kararı kesindi. Azim ve kararlılığıyla 3. Kolordu’ya bağlı 19. Tümen’i kurdu.
Evet biz Türkler 18 Mart’ta düşmanı denizden yenmiştik ama devasa Queen Elizabeth düşman gemisi hala hayattaydı. Her yıl 18 Mart’ı Çanakkale utkusu olarak kutluyoruz ama bu savaş burada bitmemişti. 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı’nın kazanıldığı gündü. Asıl savaş ise bundan sonra başlayacaktı. Düşmanın gemilerine zarar vermiştik. Ama düşman, kara çıkartması planladı. Ve 25 Nisan’da Seddülbahir, Kumkale ve Arıburnu’na kara çıkartmasını gerçekleştirdi. Bu durum üzerine Mustafa Kemal 57. Alay ile harekete geçti. Conk Bayırı’na geldi. Doğa, bayırın tepesindeki yiğide bakıyordu hayranlıkla.
Tam bu anda cephaneliği bittiği için geri çekilen bir bölüğe rastladı. Bu kısmı Önderimizin ağzından dinleyelim;
“- Nerede düşman?


Vatan Feda İster

Osmanlı Devleti gözünü açtığında kötü bir rüyanın içinde bulmuştu kendini. Bir tarafta Almanlar bir tarafta İngilizler. Arada kalan Osmanlı’ya 1. Dünya Savaşı cereyan etmişti.  Çanakkale Boğazı da bu savaşın stratejik açıdan en kritik bölgesiydi. Çanakkale ele geçirilecek ardından da İtilaf Devletleri’nin kanayan yarası 1453 fatihinin fethi İstanbul geri alınacaktı. Onların uzun menzilli modern aletleri vardı, bizimse yoktu. Onların içinde her türlü şeyin bulunduğu gösterişli donanmaları vardı, bizimse yoktu. Ama bizim Bigalı Mehmet Çavuşumuz vardı, Nezahat Onbaşımız, Seyit Onbaşımız, Yahya Çavuşumuz ve Mustafa Kemal Atatürk’ümüz vardı, onlarınsa yoktu.

Yıl 1915. Hep kanla yazılmış bir destandan söz eder büyüklerimiz. 250 bin tinin kanıyla kapladığı kızıl toprak. İngiltere’nin bir taşla iki kuş projesine göre hem boğazlar hem İstanbul alınacaktı hem de güvenliği tehdit eden Osmanlı savaştan saf dışı bırakılacaktı.

Gökyüzünden yağan hırçın yağmur gibi delicesine bomba yağıyordu Türk hattının üstüne. Düşman elinin değdiği kirli gemiler yaklaşıyordu kızıl toprağımıza, kanlı vatanımıza. Osmanlı’nın istihkam alanlarında ancak yüz kadar top vardı. İngilizler ise dünyanın en güçlü donanmasına sahipti. İtilaf Devletleri yaklaşık elli savaş gemisi ve beş yüz top ile üstümüze


Yürüdüğümüz Toprak

Yemyeşil ve körpe çimlerin üstüne konan palmiyeler.. Sahi onlar, onlar neyi temsil ediyor bağımsızlık kokan bu şehirde? Yeşilliğinin ardına sığınmış derin siyah sessizliğinde. Gözlemlediniz mi hiç? İzmir’in birçok sokağında palmiye sıcaklığı görmeniz mümkün. Adeta şehrin sessiz bir simgesi gibi, toprağa konmuş kırılgan bir heykel gibi, her yere dikilmiş. Tek tek, özenle. Gökyüzünün maviliğinden yeryüzüne inen martıların siyah gölgesine sığındığı, bir set gibi. Yani Tıpkı şehitlerimiz gibi. Dimdik ayakta. Dili olsa konuşurdu belki; yemyeşil bünyemde karanlık bir yanım var benim, tıpkı İzmir gibi.. 9 Eylül için az kan dökmedik şehrimizde. Bugün bu yeşillik varsa İzmir’de, derinine sakladığı o siyah gölgesi sayesinde.
Geçenlerde Fahrettin Altay Meydanı’nda yürüyordum. Tatlı bir hüzün çöktü önce. Yeşil palmiyelerle buluştu gözlerim. Acı bir hüzün çöktü sonra. Siyah gölgesine ilişti yüreğim. Ve sonra bir daha düşündüm, neredeyim ben, nerede tinim; Fahrettin Altay, oysa her gün yürüdüğüm sokaklar. Ama bugün biraz daha farklı geldi gözüme, Fahrettin Altay. Evet Fahrettin Altay! Anadolu’nun Türk yurdu olduğunun bir kez daha kanıtlandığı Türk Kurtuluş Savaşı kahramanı, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde İzmir’e giren ilk komutan. Bir Türk genci olarak ecdatlarımızı tanımamız gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak Kurtuluş Savaşı’nın ve haliyle İzmir’in kilit ismi Fahrettin


Ölümsüzlüğe Yolculuk

*(A)nıtkabirde aslanlı yol, aslanlı yolda 24 Oğuz boyu
*(N)erede benim halkım? dedirtme, Atama
*(I)şık gibi aydınlık emri, baksana Turan ülküsü!
*(T)aa ezelden beri sağında Mehmetçik (Kulesi), solunda Müdafaa-i Hukuk (Kulesi)
*(K)urtuluş Savaşı’nın, oysa kahramanlık öyküsü
*(A)tanın orduya son mesajı; Türk vatanının, Türklük camiasının şan ve şerefi
*(B)arış Parkı’na hayat veren ulu Atanın tini
*(İ)stiklal uğruna ölmeyi emreden tek önderin tek arzusu
*(R)esmedilemez farklı türlü, tarihe kazınan Atatürk’ün izi. Büyük Türk izi.

Türkiye Cumhuriyetimizin kurucusu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümsüz tinini sembolize eden ülkemizin başkentine bedenimizin kalbine yerleştirdiğimiz bir anıt mezardır Anıtkabir. İçimizde barındırdığımız özlem, minnet, sevgi, saygı gibi hislerimizin, altmış yedi ilden (o zaman Türkiye Cumhuriyeti’nde var olan bütün iller) ve Kıbrıs’tan getirilen vatan topraklarıyla donatılarak, somutlaştırılmış bir şeklidir adeta.
Mevsimlerden sonbahar...


İzmir'i Yaşamak

Ölmeden önce ne yapmak isterdiniz? diye sorulur hep. Bugün farklı olarak; ölmeden önce ne yaşamak istiyorsunuz? diye sormak istiyorum sizlere. Mesela Antik Çağ’da yaşamak ister misiniz? Ya da hayal ettiğiniz her şeyi bulabileceğiniz bir çarşısı olan yerde? Tabi elle tutulur gözle görülür somut hayaller kurun ama :) Ya da başka başka yaşamlar. Bunları yaşamanın tam şu an mümkün olduğunu söyleyebilirim sizlere. Bugün 4 Şubat Dünya Kanser günüymüş. Bazen kendimize ya da sevdiklerimize ne kadar kaliteli bir yaşam sunabileceğimizi bilemiyoruz maalesef. Ama farklı bir önemi olan bugünde, güçlü duruşumuzla güzel şeylerde bahsedelim. Mesela İzmir’den... İzmirli okuyucularım ne kadar şanslı olduğunuzun farkına varın lütfen ve bulunduğunuz şehre farklı bir bakış açısıyla bakın bugün. İzmir’de yaşamıyorsanız da hayatınızda en az bir kere İzmir’i yaşayın. Bir daha unutamayacaksınız zaten.
Derin sessizliğiyle zamanı, akarken durdurduğuna şahit olduğumuz, birbirini seven tinlerin buluşma noktası, İzmir Saat Kulesi. Sabah kahvaltınıza körfez manzarasının eşlik ettiği, iki caddeyi birbirine bağlayan Tarihi Asansör. Düşman işgalinden kurtulan güzel şehrimiz İzmir’imize ilk Türk bayrağının asıldığı asil Hükümet Konağı. Ulu Önderimizin İzmir’deki evi, sıcak yuvası, Atatürk Müzesi. İzmirli olmayanlara bile sorsak bilmeyen yoktur Kemeraltı Çarşısı’nı. İçinde 15 bin dükkanıyla bizi selamlıyor bu tarih sanat yuvası. Camisiyle, Kızlarağası


Tufan mı, Turan mı? – 3

Şimdi gelelim işin bilimsel kısmına. Buzullaşma döneminde CO gazı artışı görülüyor. Atmosfere yayılamayan sıcaklık nedeniyle buzlar eriyor. Jeologların kanıtladığı bilgilere göre Orta Asya’da 20 bin yıllarından 12 bin yıllarına kadarki süreçte buzullar eriyor. Oluşan buz göllerinden taşan su Amuderya ve Siriderya nehirlerinden geçerek Aral ve Hazar göllerine oradan da Aras ve Kura nehirlerinin açtığı vadilerden Karadeniz’e ve Anadolu’nun Güney Doğu’suna ulaşıyor. Yani jeolojik bulgularla Orta Asya taşkınlıklarının Doğu Anadolu’ya kadar geldiği kanıtlanıyor. Sümerlilerin Orta Asya’dan gelmesi ve yazıyı bulmalarıyla M.Ö 10-12 bin yılında yaşanan Orta Asya’daki su taşkınlıklarından kalan (bu süreçten onlara ulaşan) anıları tabletlere yazmış olmaları öngörülüyor. Tartışmaya açık bir konu.
İnanan kesim tarafından baktığımızda Necm suresinin 49. ayetiyle Sümer medeniyetinde gördüğümüz Siriusluların varlığı kanıtlanıyor. Bu da apayrı bir gizem. Konumuzdaki gemi olayı da apayrı bir gizem. Geminin kutu şeklinde tasvir edilmesiyle geminin aslında bir zaman makinası olduğunu, tufanın gelecekte yaşanacağını, gemidekilerin tufandan kurtulup geçmişe geldiklerini, kıyamete kadar sürekli tufan olacağını, (bu nedenle) zamanımıza göre aslında henüz tufanın olmadığını, (gelecekte olduğunu ve) gelecekte olacağını, çünkü henüz o boyuta ya da zamana ulaşmadığımızı savunan kesim de var. Ya da gemi kavramını uzay gemisi


Tufan mı, Turan mı? – 2

Tufan olayı daha detaylı olduğu için özellikle Hud Suresi’ni örneklendirmek istiyorum.
25. Andolsun, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” 26. “Allah’tan başkasına ibadet ve kulluk etmeyin. Doğrusu ben sizin adınıza elem dolu bir günün azabından korkuyorum.” 36. Nûh’a vahyolundu ki: “Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse iman etmeyecek. O halde, onların yapmakta oldukları şeylerden dolayı üzülme.” 37. “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” 38. (Nûh) gemiyi yapıyordu. Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: “Bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.” 40. Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca) Nûh’a dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle.” Ama, onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti. 43. O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, onun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.


Tufan mı, Turan mı?

Bu yazıya nasıl bir cümleyle başlamalıyım bilemedim ama bu sefer okumanız için değil düşünmeniz için yazıyorum. Müngke Tengriyin Küçüdür. Biliyoruz ki Nuh tufanını kabul eden bir yaratıcıya inanan kesimimiz bir de kabul etmeyen tufanın sadece bir destan olduğuna inanan, bir yaratıcıya inanmayan kesimimiz var. (Tabi bir de deist, agnostik... vs. kesimimiz. Bu böyle dallanır budaklanır o yüzden fazla uzatmayacağım.) Her iki düşünceye de saygı duyarak bugün iki kesimden bağımsız, tarafsız ve nesnel sonuçlarla değerlendirmeye çalışacağım bu konuyu.
Bu konuda en eski bulgumuz Kiengi kaynakları. Peki kim bu Kiengiler? Aslında adını hepimizin çok iyi bildiği Sümerliler. Onlar kendilerine bu ismi verdikleri için konuya böyle başlamayı uygun gördüm. Biz onlara Sümerliler yani “sudan gelenler” demişiz. Düşününce, bu da çok manidar doğrusu. Uygarlıkların temelini oluşturan Sümerlileri, yazıyı bulan ve bu yazıyı öğretmek adına okullar açan bir medeniyet olarak tanıyoruz. Geçmişte unutulan, bu toplumun varlığına 19. yy’ın ikinci yarısında bulunan tabletlerle ulaştık. Yaklaşık 2 bin yıllık tarihi geçmişi olan Sümerliler o kadar ileri bir medeniyete ulaşmışlar ki 1 yılın 12 ay, 1 ayın 30 gün, 1 günün 24 saat olduğunu tespit etmişlerdir. Böyle bir toplumun tabletlerine işledikleri krallık


Sağlıkla 2019'a

2018’in acılı tatlılı son günündeyiz...Belki elinizde sıcak çayınız ve gazetenizin sayfalarını çevirirken denk geldiniz bu yazıma. Belki de malum çağımızın gereği internetten. Korkmayın, açılış cümlelerimi daha fazla uzatmayacağım. Yeni yıla nasıl girersen bütün yıl öyle geçermiş inanışından yola çıktım bugün. Sağlık olsun, sağlıkla girelim. O zaman önce ruh ve beden sağlığı dileyelim 2019’dan. Ve yeni yılımızın ilk gününde, bunun en büyük etkeni olan sigarayı hayatımızdan çıkaralım.
Ben devletimizin yerinde olsam hiç düşünmem kesinlikle yasaklarım sigarayı. Çünkü içinde ne tür zehirlerin olduğu belli olmayan üstünde çok dikkat çekici bir şekilde SİGARA ÖLDÜRÜR ibaresi olan ve bu ibareye rağmen halkımızın kendi ölümüne kadeh kaldırdığı bir zehir... Üstelik ithalatının %60’lara ulaştığı bir zehir... Neden benim kıymetli halkım kendini zehirlesin ki? Hele ki her 10 saniyede 1 kişi bu zehirden ölüyorken. Bir sonraki 10 saniyelik zaman dilimindeki bir kişi, ya sizseniz?
Sigaranın hammaddesi olan tütünün içerisinde bulunan alkolitlerden zirai mücadele için böcek ilacı olarak üretilmesi söz konusuyken bu zehri, neden onlardan alıyoruz ki? Bir; dur böcek kardeş acına ortak olayım ben de acı çekerek yavaş yavaş kendimi öldürmek istiyorum, demediğimiz kalmıştı. Ne


Kayıp 11 Bin Yıllık Türk Tarihi

16 bin yıllık geçmişi olan asil bir soyun evlatlarıyız.  Fakat ne yazık ki, yıllarca kendi Türk tarihimizi başkalarının istediği şekilde öğrendik. Şunu bilmeliyiz ki gerçekler bazen can sıkıcıdır ama bizim için değil. Biz Türkler için değil. Tek can yakıcı kısmı bu kadar derin bir tarihin üstüne örtü örtülüp basit bir tarih minyatürü yaratmak ve bu tarihi bize empoze etmekti. Rusların M.Ö.14 bin yıla ait dediği 96 bin 600 resme dikkat çekiyor bir konuşmasında Servet Somuncuoğlu. 4 bin rakımlı tepeye, Saymalıtaş’a yapılan yaklaşık 100 bin resim... 16 bin yıllık bir Türk tarihi. Sorarım size, bu 100 bin resmi, 16 bin yıllık devasa Türk tarihini, bunca yıl nasıl yok saydık, yok saydırdılar?
Biliyoruz ki Atatürk’e göre Anadolu, en aşağı 7 bin yıllık bir Türk beşiğiydi.
İşte bu sebeplerden ötürü de üç kıtada varlığını sürdürmüş Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türk devleti Türkiye; Anadolu’da, kendi topraklarında, binlerce yıldır atalarımızın tininin dolaştığı topraklarda kuruldu. Bu hiç tesadüf değildi. Bunca yıl birçok milletin yaşadığı bir imparatorluktan da milli kültür bilinci yaratmak kolay değildi. Başbuğ Atatürk gibi bir önder ile silah ve düşünce arkadaşları sayesinde kuyudaki taşı


Her Alanda 'Tam Bağımsız Türkiye'

Belki de sıkça duyduğumuz bir kelime değil vurgun. Fakat dalgıç ya da dağcı çevreniz varsa onların anılarını dinlerken mutlaka duymuş olduğunuz bir kelime bu. Kısaca tanımlayacak olursak ortam basıncının değişmesine bağlı olarak beyne giden oksijen miktarının ani değişmesi sonucu dalgıcın ya da dağcının kendini kaybetmesi olayıdır diyebiliriz. İşte bu nedenle adapte süreci önemlidir onlar için. Dalgıçlar belli bir yükseklikle denizin dibine doğru inerler. Oradaki atmosfer basıncına alışana kadar belli bir süre geçirirler. Sonra biraz daha inerler ve o yükseklikte de gerektiği kadar zaman geçirirler. Yani böyle böyle kademeli olarak iner ve aynı şekilde kademeli olarak deniz yüzeyine çıkarlar. Dağcılar için de aynı şey geçerlidir. Kademeli olarak çıkar kademeli olarak inerler ki ortamdaki atmosfer basıncı onlara tehlike yaratmasın. Bu anlattıklarımı küçük bir not olarak aklımızın bir köşesine yerleştirelim. Gelelim asıl konumuza. Yok vazgeçtim. Asıl konumun daha iyi anlaşılması için yine kısa bir konuya değineceğim. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in 21.12.2018 tarihinde kaleme aldığı “Ulu Bozkırın Yedi Karakteri” adlı yazısından bir kaç bir şeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Nazarbayev; Günümüz modern pantolonlarını, Kazak Türklerinin atın üstünde kendilerini rahat hissetmediklerinden dolayı ortaya çıkarttıkları, eşsiz ateşli silahlar icat ettiklerini, İpek Yolu haritasının ilk ve asıl olarak Türk imparatorlukları coğrafyasında oluştuğunu,


Gizemli Semboller ve Sırları

Her soyun kendine has fiziksel özellikleri olduğu gibi tinsel anlamda da incelediğimizde belli bir ortak karakteristik yapıya sahip olduklarını görmekteyiz. Slavlar incelendiğinde eğlenceyi seven- korkusuz, Almanlar disiplinli - çalışkan, Japonlar üretken - çalışkan, Türkler ise militarist ve cesurdurlar.
Peki bu karakteristik özellikleri simgeleyen ortak bir öğe mümkün müdür?
Bazı milletlerin kültürel özelliklerinin gelişmesinde sembollerinin etkili olduğunu düşündüm.
Peki ya siz, düşündünüz mü hiç, neredeyse her ülkenin milli hayvani bir sembolü var, bunun nedeni nedir, diye? Ülkeleri bu sembollerinden tanımak mümkün müdür ya da belli ırklara mensup insanlar karakteristik özelliklerinden dolayı bazı hayvanları kendileri ile özdeşleştirmiş olabilirler mi?
İlk Fransızları inceleyelim. Fransızlar için özellikle spor müsabakalarını düşünecek olursak “horoz”un yeri yadsınamaz ölçüde önemlidir. Çünkü horoz, sadece bir kümes hayvanı değildir onlar için. Gecenin bitişi güneşin doğuşu ile birlikte her sabah yeni bir günü müjdeler. Karanlığı örten güneş gibi erdemlidir, güçlüdür, istikrarlıdır. Bu yüzden Fransızlar için bir sembol haline gelmiştir, diyebiliriz.
Peki ya Amerika? Hiç Amerika bayraklarında ya da tişörtlerinde yer alan kel (beyaz) kartalın


Latin Abecesi Değil, Türk Abecesi -2

Akıllarda; harf devrimi oldu, Osmanlıca öldü gibi bir düşünce kesinlikle olmamalıdır. Çünkü baktığımızda Osmanlıca bir lisan değildir, bürokratik bir jargondur. Bütün imparatorlukların da böyle bir bürokratik jargonu elbette ki olmuştur. Şimdi düşündüğümüzde Osmanlı, zamanında 3 kıtada izi bulunan ve 72 millete hüküm süren bir imparatorluktu. Etkiledik ve etkilendik. Tabi ki en çok Arapça ve Farsça olmak üzere etkileşime geçtiğimiz her millettin lisanının parçalarından kattık dilimize. Osmanlıca hiç şüphesiz ki bizim kültürümüzün bir zenginliğidir. Uzmanlarının okuyup öğrenmesi gerekir. Ama bu değildir ki herkes bilmelidir, bilmek zorundadır. Çünkü baktığımızda, Cumhuriyet ilan edilmeden önce okuma yazma oranı yaklaşık olarak erkeklerde yüzde 7 kadınlarda ise bu oran yüzde 0.4’tü. Sırf bu oranı düşünecek olursak bile Gazi Paşanın yaptığı en büyük inkılaplardan biri kesinlikle harf inkılabıdır. Çünkü böyle bir inkılaba ihtiyaç vardı. Osmanlının son dönemlerini inceleyecek olursak zaten III. Selim’in de Türkçenin sadeleştirilmesi yolunda ilk adımı atan Osmanlı padişahı olduğunu göreceğiz. Tekrar ediyorum, böyle köklü ve hızlı bir değişime ihtiyaç vardı. Çünkü Osmanlı 72 millete hükmetmişti ama her ne olursa olsun Oğuzhan soyundan gelen Türk milletini temsil etmekteydi. Kendi milletinin diline ihtiyacı vardı. Türkçeye ihtiyacı vardı! Nitekim Atatürk bu ihtiyacın farkındaydı.
9 Ağustos akşamı


Latin Abecesi Değil, Türk Abecesi

1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen 1353 sayılı “Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”u biliyoruz. Bu nedendendir ki kasım ayının ilk haftası Türk Harf Devrimi Haftası olarak kutlanmaktadır. Ve ben de Türk Harf Devrimi olarak kutlanılan bu haftada yanlış bildiğimiz bir gerçeğe değinmek istedim. Bildiğimiz üzere din başka şeydir, dil başka şey. Önce devletimizi ileri medeni milletler seviyesine çıkarmalı ve ilerletmeliyiz. Bir devlet nasıl var olur? Düşündüğümüzde devlet kavramı, toprak bütünlüğü ve kültürel birliği olan bir ulusun oluşturduğu bütünlüktür değil mi? Peki devleti, devlet yapan ögeler nelerdir? Ebetteki ilk başta akla toprak, millet, kuvvet gelir. Bu doğrudur. Ancak bizim söz ettiğimiz kavram “Tam Bağımsız Devlet” ideolojisidir. Bir devletin tam bağımsızlığı neye bağlıdır? Tam bağımsız bir devletin kendine özel bir bayrağı, milli marşı, parası, anayasası, milli bayramları, başkenti ve dili vardır. 29 Ekim’de doğum gününü kutlamış olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’miz de bu ilkeler doğrultusunda kurulmuştur.
Bayrağımız, ay yıldızlı al bayrak.
Milli marşımız, İstiklal Marşı.
Paramız, Türk lirası.
Anayasamız, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası.
Milli bayramlarımız;


Daha İyi Bir Geleceğe

Bazen salıncakta sallanmak, bazen kumdan kale yapmak içimizde barındırdığımız tüm saf duygularla çocuk olmak.. Küçük hayaller, büyük umutlar.. Bir kağıda sımsıcacık bir ev çizip onu ısıtan güneşi de beraberinde resmetmek. Bir dağ ve dağdan uzanan bir dere. Keşke bu kadar basit olsa hayat. Bu kadar küçük olsa dertler. Aslında tam da bu kadar basit bir başlangıç yapmak, çocuk cesareti ve umudu gerek bazen. Onlar, en büyük mutluluk kaynağı, ilk... Ya sonra? Sonra ise geleceğimiz, Türkiye’mizin geleceği. Bu geleceğin, geleceğimizin çocuklarımızın gözlerindeki sevgi ışığı kadar parlak olmasını istemez miyiz? Ben isterim... Onların geleceğini kuran sizlersiniz. Sen ANNEsin, sen BABAsın! Bu geleceğin daha iyisi için elinden geleni yapmaya var mısın? Şimdi sizin için, bizim için basit görünen ama çok önemli bir konuya değineceğim. Birlikte düşleyelim, onların küçücük kalplerindeki derinden atan tınılarını...
Ebeveyn olarak çocuklarımızın alması gereken ilgi ve eğitimi gerçekten onlara sunabiliyor muyuz? Kimsenin anne ve babalığını sorgulayacak değilim elbette. Şüphesiz her birimiz, çocuklarımızı canımızdan çok seviyoruz. Onlar için çoğu zaman kendi haklarımızdan feragat edip elimizden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyoruz, öyle değil mi? Evet anne-baba olmak bunu gerektirir çünkü. Ama ya, olanaklarımız çerçevesinde sunduğumuzdan daha iyi bir alternatif varsa? Unutmayın ki bir bireyin zeka gelişimini sadece genler belirlemiyor. Sizlerin çocuklarımıza ilgisi,