Sayfa Yükleniyor...
Kimyasal silahları kim yapıyor? Kim Bağdatın ölüm makinelerine verdi! Nerde kullanılacaktı tonlarca kimyasal silahlar Toprağın verimini arttırmak için miydi? Hava kirliliğini yok edip kaliteli bir yaşam oluşturmak için miydi? Bol meyve, bol süt, bol yumurta ve güler yüzlü bir annenin bakışlarına gül dikmek için miydi? Halepçenin celladına tütün ve elma kokusunu veren kimdi?
Teknolojik gelişimler hayatımızın bütün algı boyutlarında müthiş değişiklikler yaparak ruhumuzu işgal etmeye devam ediyor. Siber-Bilişim çağda bütün kavramlar yeni ve farklı tanımlarla yerini almaya başladı bile. Eskiden turizm derken; salt deniz, kum, güneş algılanırken ve herkes denizi kumu, güneşi olan ülkeleri hayal ederken şimdi insanoğlunun gelişen olanaklarıyla bunları her yerde yapılabileceğini gördü. Artık, deniz olması gerekmiyor; yapay göletler, yapay derinlik ve simülasyon dalgalar, taşıma plaj kumu, solar cihazlar ve her mevsimde hem de bir yerlere taşınmadan deniz turizminin gerçekleştirilebileceği görüldü. Yapay-illüzyon görüntüler asla gerçeğin tadını sıcaklığını, keyfini vermiyorsa da artık bunların farkına varan da yok
.Krikoların altında, aşağılanmaların altında
Lamar 5 yaşında. Lamar, Macaristanda bir ormanda saklanan ailesi ile çalı çırpının üzerinde uyuyor. Lamarın ev deyince, bir zamanlar yaşadığı Bağdattaki evi, bebeği, oyuncakları ve bahçedeki tavukları ve civcivlerin olduğu yer olarak biliyor. Amerikan demokrasi ve insan haklarının gönderdiği bomba ile annesi, babası ve kardeşleri ölüyor. Önce bir anlam veremiyor bunca çığlığa, uçakların tavukları ürkütecek kadar alçaktan uçuşlarına ve neden bomba yağdırdıklarına. İnsanları toplu öldüren o sesin bomba olduğunu bile sonradan öğreniyor. Bütün ailesinden yaşlı bir babaannesi sağ kalıyor bu kıyım savaşından. Parasız, pulsuz ve kimsesiz yola çıkıyorlar. Hayatın bütün çıkmaz sokaklarından direnerek, sürünerek geçiyorlar. Aç ve susuz ve soğukların ve aç köpeklerin havlamaları arasında güç bela Avrupaya ayak basıyorlar. Aşağılanan hayatın kıyısında nerden geldikleri ve nereye gidecekleri belli olmadan yürüyorlar. Ot yiyorlar, kafiledeki diğer insanlardan artan kırıntılarla karnını doyuruyor Lamar. Bugünleri yok, yarınları yok ve daha sonraları da yok Lamarın. Farklı bir iklimin, farklı bir dilin ve dinin insafına ve gecelerine sığınarak geceleri dağlardan, patikalardan ve sınırlardan geçerek yeni bir hayat, tok ve güzel günlerin iklimine, hayallerine, umutlarına kanat açıp yaralarını sarıyorlar. Lamar bir çocuk Lamarın suçu ne? Lamarın gününü ve yarınını çalanlar kimler? Ailesini kim ve niçin öldürdü? Kim annesiz, babasız, evsiz, kedisiz, tavuksuz, oyuncaksız bıraktı? Ne oldu yaşadığı coğrafyaya, ülkesine, dağlarına. Bağlarındaki üzümü kim topladı. Deredeki balıkları kim besleyecek, arkadaşlarıyla sarıldığı rüyalarını kim geri getirecek. Kim? Katil, katiller kim? Kim örecek saçlarını Lamarın. Kim ısıtacak üşüyen ellerini, yüreğini, kim düzeltecek rüyalarını hayatın
Güne başlayan sığırcıkların çığlıkları arasında bembeyaz karların üzerinde uzanıp, kollarını sisli bir gökyüzüne açarak kar tanelerini yakalamaya çalışan küçük bir çocuğun sevince dönüşen hüznünü sakladığı gözlerinde, ılık bir nem vardı. Yakalayamadığı ve yüzüne düşerken eriyen kar tanelerinin anlattığı öyküyü küçücük yüreğinde saklarken, tepesinde halkalar çizerek saklambaç oynayan kuşlarla hiç bilmediği mevsimlere, kıyılara uçuyordu. Onu saran gökyüzünün derinliği içinde kar kadar hafif ve kar kadar sıcak umutlarıyla açlığın, yoksulluğun ve babasızlığın bıraktığı burukluk, binlerce tüyden oluşan kanatlara dönüşmesini diledi... Birden uçtuğunu hissetti. Yattığı yerden gökyüzünün konfetisine dönüşen kar taneleri arasında tıpkı günlerce izlediği ve özendiği kırlangıçlar, serçeler, sığırcıklar gibi uçuyordu. Bakımsız ve düzensiz kesilmiş saçlarına yapışan kar tanelerine aldırmadan Perisuyu'nu, köyünü, tek odadan oluşan evlerini, kargaların tünediği ve beyazlar içinde kapkara bir dal gibi gözüken ağaçları ilk defa seyretmenin heyecanıyla sislere karışarak uzaklaştı.
"Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor."
Bu açıdan baktığımızda dünya savaşlarının veya lokalbölgesel savaşların birbirinden farkı yoktur. İkisinde de insanlar, hayvanlar ve doğa ölüyor. Ancak birisinde daha az, diğerinde daha fazla kayıplar vardır. Böyle anlarda bireyin veya insanın hele hele doğanın hiç önemi yoktur. Özellikle bu noktalara yaslanıp yapıtını savaşın yarattığı travmanın içinden, kanlı sayfalar ve çığlıklar içinden kurtarmaya çalışan bir görüntünün dondurulmuş bir sahnesinde ise görünen ve hissedilen yalnızca odur. Bu nedenle savaşın bütün yıkımlarını, acılarını, dramlarını, ayrılıklarını, kan ve gözyaşını bir yapıtta betimlemek, tarihe ve hayata tanık olarak bırakmak mümkün değildir. Yazar veya ressam veya diğer sanat algısı olan bireylerin yapıtlarında anlattıkları ancak o an ve orda yaşanılan, hissedilen, görülenler ile ilgili tanıklık ve sanatçı duyarlılığı ile yapılan betimlemelerdir Sanatçının kısa bir an girip bir köşesinden yorumlamaya çalıştığı savaşın yıkımları ve acılarını bir bütün olarak anlatmak mümkün olmadığı için bize yazıldığı kadar, çizilip boyandığı kadar veya son yüzyılın naklen sahnelerinde gördüğümüz kadar etkilenip, yorumlamaya çalışıyoruz. Elbette görsel anlamda belgesel sinemanın gelişmiş olması bizi o cehenneme götürüyorsa da yine gerçek savaşın dilsiz acılarını hapsetmenin dışına çıkarmamaktadır. Parçalanan bir bedeni izlerken, birbirinden ayrılmak istemeyen kas liflerinin yarattığı tanımsız acının içsel çığlığını yaşamamız veya tanımlamamız mümkün değildir. Organı kopan bir insanın yüzündeki ifade çekilen ağrının-acının salt biçimsel yönüdür. İçsel kopukluğun dayanılmaz acının ifadesini veren hiçbir roman, film veya resim bulunmamaktadır. O zaman savaş sanatı veya edebiyatı derken elbette o kanlı döneme tanıklığın kısa bir zaman diliminden ve özellikle görsel-duyusal sessiz algısı içinde kalan sessiz çığlıkları bize anlatmaya, göstermeye çalışan yapıtlar diyebiliriz. Savaşın anlatıldığı yapıtlar, ölümün sessiz tanıkları olarak yazarın ruhsal, duygusal ve düşünsel anaforundan taşan yorumlarla yaşanılan acıları sessizce çoğaltmaktadır. O an, yazarın penceresinden görülen ve asla aynısı olmayacak acıların duyumsanması okuyucuyu ancak şöyle birazcık burkarak, tiksindirerek ama aynı acının ilk çığlığına bile kapılmadan yaptığı gezinin gözlemcileri konumundadırlar Her savaş sonrasında mutlak bu savaşın acısını, yenilgisini veya kazanmanın sevincini, coşumunu veren yapıtlar oluşmakta veya özellikle yönetici erkin talebi ile abartılı bir şekilde kayda alınması sağlanmaktadır. Taşı yontuyla, yazıyı tabletle aktarmayı başaran insanların savaş tarihi ile ilgili en önemli sanatsal yapıtları olarak müzelerde veya ören yerlerimizde korunmaktadır. İhtişamlı Roma zaferlerini savaşlardan sonra bir öykü dizgesinde anlatan taş oymacılarının bıraktığı düz veya silindirik rölyeflerde hep tanrıların, kralların, komutanların insanları paramparça eden, kesik başlar, kollar, bacaklar veya diri diri aslanlara atarak parçalatılan insanlarla doludur. Bütün tanrı kralların savaşlarında yazmanların, yontucuların ayrı ve imtiyazlı bir sınıf olarak gözlemci ve aktarıcı veya belki de daha fazla asker-dövüşçü sağlanması için savaşları kutsadıkları, ölümü bir kahramanlık olarak anlatmaları, yazmaları, işlemeleri için görevlendirildiklerini de görmekteyiz. Benim kısa bir süre yaşadığım ünlü Babil kentini, (M..450-500) işgal eden Pers kralı Darius; Anadoluyu fethettikten sonra Güneye Mezopotamyaya indiğinde ordusunda salt yazman ve nakkaş olarak bin sanatçıyı, eğlenceler için bin beş yüz hadım edilmiş erkek ve üç bin fahişe ile iki bin av köpeği ile işgal etmesi, kralların sanatçıyı tarihsel zaferlerine bir tanık olarak götürdüğünü göstermektedir. Taşlara işlenen zaferler, tabletlere dökülen günlük veya tarihsel talep ve duygular gücü eline geçiren yetkenin sanatı veya sanatçıyı nasıl kullandığının da göstergesidir.
Dünyanın okunabilir en küçük şiir yapıtı özelliği ile ulusal ve uluslararası medyada beklediğimin ötesinde yankı bulan yapıtımın tekrar basımını gelen talepler üzerine gerçekleştirmeye karar verdiğimde, kadim dostum Etki Yayınları sahibi Adem Kargı ve Hasan Kargı ile uzunca bir süre düşündük gerçekleştirebilir miyiz diye
Genel seçimlerin topladığı kara bulutların bir resmini Kordona asıp giden hayat, sessizce kaldırımda yürüyen insanların yüzünde, kente dağılıyordu. Yağmur yağmasa da olur.
Şiir, doğanın içinde saklı aslında... Onu görebilmek, dokunabilmek ve süreç içinde hayatın atar damarına dönüştürerek paylaşmak önemli... Burada şairin algı gücü ve ifade yeteneği şiirle buluşma çizgilerini oluşturuyor. Diyalektik olarak dönüşüm sürecinde yakalayabildiklerimizin duygu ve düşünce anaforumuzdaki sonucun yansımasıdır, yaptığımız. Aslında bütün sanatsal ve düşünsel yaratımlarımız, var olanın yeniden ve farklı alternanslarla kişiselleştirilmesidir. Senin yazdığın şiir senin değildir... İfade ettiğin duygu bin yıllardır var... Simgesel sözcükler de bizim değildir Biz yalnızca bu çağın kültürel mirasından payımıza düşen kadar, kendimizi; duygu ve düşüncelerimizi yeni değil, farklı ifade ederek iz bırakmaya veya sürmeye devam ediyoruz. İnsanoğlu, var olduğu günden beri aynı gülmekte ve aynı ağlamaktadır. Hüzün hep aynı mimikleri yaratmıştır. Mutlulukta aynı şekilde, açlık da öyle, özlem ve ölüm acısı da. Yazıyı biz bulmadık. Sesin sözcüğe dönüşmesi sürecini de biz başlatmadık. Ve bunca birikimin hep yaşanmış duyguların ifade şekli bizden önce de aynıydı, bizden sonrada aynı olacaktır. İşte şiirin ana damarını barındıran, hayatın kendisidir aslında.
Tanrı her yerdedir ama ibadet yerleri her yerde değil... İçi boş duvarlar bu kenti ve insanları aldatmaktadır. Camilerin çoğu, Yıkılmış havraların sesi de öyle. Kiliselerin renkli koroları dışında tuzakları da kalmadı. Kitap, film, hayaller ve uyuşturucu dağıtan misyonerler çoğalıyor Eski Bornova da. İncilden uçurtmalar yapan çocuklar, sonbaharın peşinden gidiyorlar.
Sonbaharın hüzünlü yüzünü bulutlara serpen rüzgârın serin ellerini hisseden yalı çapkını kuşların zamanındayım. Sarı bir sayfanın ürpertisiyle sokaklara uykulu gözlerle bakan çocukların, penceresinden düşmek üzere olan öksüz çocukların resimlerini kendime sakladım. Ben ve kediler ve hayat kendine yeni bir sayfa açarken kıyısından tutunarak kente dağılıyoruz.
Sabahın alaca karanlığından bir hayalet gibi geçen kuşların kanatlarını, ancak o gecenin uzun saatlerinde derin bir yolculuktan geçenler görür. Ve kendilerine söyledikleri şarkıların, yine kendileri gibi kendilerini bilen ermişlerin duyduğunu bilerek süzülüp düşerler, aydınlığın çizgilerine... Hayat dediğimiz bu çizgi toplamlarını kucaklayarak güneşin sofrasına dizen ve yalnızca kendilerinin bildiği sırrı yine kendilerine saklamayan dervişlerin sakin bakışları yorulmadan sesi arar
Çocuklar, gençler, yaşlılar Anneler, babalar, kardeşler İşçiler, memurlar, işsizler Öğrenciler, sendikalılar, partililer ve hayatın bilcümle ırmaklarından kanatlanan güvercinler Sabahın sahibi, akşamların sahibi ve hayatın tamircisi bütün yurtseverlerin aynı sloganda dalga dalga büyüyen şarkıların yollara aktığı saatler. Sabah. Uykusuz ve esneyen bakışları birbirine sunarken dirilen hayallerin ateşiyle ellerini yumruğa dönüştüren havariler akıyordu. Geliyordu, toplanıyordu Ankara Garından Sıhhiyeye doğru.
Trenden daha hızlı koşuyordum. Vagonun içinde otururken bile pencereden geçen dağların, tepelerin, ovaların hepsi arkamda bir fotoğrafta kalıyordu. Koşuyordum, uçuyordum, Ankaraya doğru yola çıkan diğer kuşların gözlerinde umudu dirençli tutmanın ve aynı şarkılarda çoğalmanın bulutlarındaydım. Gençtim, yaşlıydım, kızdım, delikanlı ve yaşlı bir insanın öfkesi ve sevinciydim.
Televizyon kanallarının çoğalması, okuma alışkanlığı olmayan toplumlar için tam bir uyuşturucu etkisiyle yönetici kapitalist erkin zaferiydi. Sınıfsal değil, düşünsel konumları itibariyle hep emekçiden yana, mazlumdan yana tavır koyan sanatçılar teknolojik gelişimin ürünü olan görsel medya karşısında debelenirken, internetin yayılması, gerçek sanat için tam anlamıyla bir yıkım ve toplumdan izole edilme sürecini başlatırken, sanatçı için de gettolaşmayı ve küçük ama idealist, kırılmış ama dirençli bir devrimcitoplumcu sanat anlayışını daha sıkı bağlarla hayata sarılmayı gündeme getirdi.
İnsan-toplum ilişkileri içinde sanatın işlevi ve sorunları açısından irdelenmesi gereken ama açılımı yaparken öncelikle tarafsızlığı da gerektiren bir konu olması nedeniyle çok önemli.
Bayramları toplumsal bir harç olarak görüyorum. Kimin ve hangi bayram olursa olsun, toplumun birlikte kutladığı, paylaştığı bütün ritüelleri önemsiyorum. Kaldı ki, bütün dinlerde inançla pekişen böyle özel günlerin insanları birbirine yaklaştırması, sosyal paylaşıma rehberlik etmesi, birbirine sarılması, barışması, toplumsal yaşam adına da çok önemlidir.
Kimsenin kimseye dönüp bakmadığı, herkesin yaşamında özgür olduğu, köşeyi dönmenin bütün yollarını mubah saydığı, büyük kentte İzmir de bu kargaşada mutlu muyduk?
Çocuktum, güvercinler yurdumdan geliyordu
Mezopotamya ovasının başladığı büyülü bir sayfanın tepesine konmuş bir kartal bakışıyla ufukları süzer, gün batımına yakın güneşin renklerinden oluşan figürleri meleklerin kanatlarına benzeterek hayallere dalardık.
Mardin Zamanın tarihe soyunduğu sahnenin en gizemli sayfasında yer alırken kuşlar susar. Bu kutsal sözün veya Mardin için yapılan tanımların içindeki büyüsel rüzgârı her an hissederek yaşamanın artılarını yüklenmiş olarak İzmire geldim. Bireyin hayat formatını; alt bilinç-üst bilinç oluşumu ilk altı yaşına kadar şekillenir söylemi doğruysa benim bakış açımı, duygu ve düşüncelerimin naif yelpazesi Mardinde şekillendi diyebilirim. Mardinde doğmanın o büyülü ortaçağ mimari ruhunun insanda bıraktığı kanat izlerini taşıyarak başka kentlere gitmeniz o kentle olan ilişkinizi veya rüyalarınızı değiştirmez.