1
Veysi Aygün
İlkses Gazetesi Yazarımız

Yazar Veysi Aygün

Yazarın Köşe Yazıları

Ey Sevgili Irak -2

İnsanlığın bağrından koparak insan ögesini dünyaya yayan sen, Mezopotamya’sın. İlk yerleşik düzene geçerek yazılımı, kural ve nizamı, insan yaşamıyla ilgili ne varsa bütün gerekli ihtiyati tedbirleri dünyada ilk kez alan sen Sümer uygarlığısın. Tarihte üstlendiğin misyonla uygarlığın bu seviyeye gelmesinde payın büyüktür. Bu doğruluğunu yanlış hesap Bağdat’tan döner deyimiyle kanıtlamışsın zaten. Bundan olmalı ki tarih boyunca hep çapulcu, yağmacıların istilasına uğradın. Kültür zenginliğin zedelenerek malın yağmalanıp, insanların katledildi. Hep hak etmediğin haksızlık ve saldırılara maruz kaldın. Tıpkı Hulagu’nun istilasına uğrayıp binlerce insanı kılıçtan geçirip, Dicle ve Fırat’ın insan kanıyla kırmızıya boyandığı gibi. Ey sevgili Irak neydi senin bu başına gelenler. Sence bu senin yazgın mı? Yoksa bunu sana yazgı diye belletip sana musallat olan sözde insan olacakların, insanlıktan nasibini almayanların işimi. Sana yapılan bu insanlık dışı muamele insan müsveddelerinin işi olsa gerek. Orta Doğu’nun önemli güzergâhında oluşundan dolayı, emperyalistler kendi çıkarlarına uygun düşecek şekilde coğrafyanın kaderiyle oynadılar. Devamı bir dahaki köşeye. Sağlıcakla kalın.


Ey Sevgili Irak-1

Amerika’nın Irak işgaliyle başlattığı savaşın, 20 Mart 2003’ün ardından üç yıl geçmişti. Olup bitenler karşısında canım yanıyordu. Amerika ve uşaklarının Irak halkına yaşattıkları vahşeti 16 Nisan 2006 yılında kaleme alarak, Irak halkının acılarını kendileriyle paylaşmak istiyordum. Irak’ın her tarafında kaotik bir ortam, korku ve endişe hakimdi. Irak halkı her an için bir patlamanın telâşı ve endişesi içinde yaşıyordu. Zira ölümün nereden nasıl ve ne zaman geleceği kestirilemiyordu. Savaşın üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bombalar patlıyor, istikrarsız ve belirsizlik devam ediyor. Bu girdaptan daha ne zaman çıkılacağı da bir muamma. 24 Şubat 1991 Birinci Körfez Savaşı’nda ABD Başkanı H. W. Bush işlediği haltları -keşke doğmayaydı gereksiz oğul- W.W. Bush, 20 Mart 2003 ikinci Irak körfez savaşında acımasız bir şekilde savaşı bastırarak tamamladı. Küçük bir kitapçık boyutunda derlediğim bu sizlere sunacağım beyiti, 12 yıl sonra tozlu raflardan alarak her kesime hitap eden İLKSES yayın organı sayesinde siz değerli okurlara ulaştırma fırsatı buldum.
Ekim 2018 yılında İLKSES gazetesinde bana köşe yazısı imkânı sunan gazetemizin imtiyaz sahibi değerli kardeşimiz Halil Arslan’a, yazılarımın yayımlanmasında bir hayli emeği geçen Yazı İşleri Müdürümüz sevgili Erdal Erek Bey’e ve İLKSES gazetesinde emeği geçen bütün gazete


Kurtla Tilki 

10 Aralık 2018 okurlarla “aç gözlülük” başlıklı makale ile buluştum. Bu köşe yazısı fıkra içerikli nasihatla, düşündürücü, aynı zamanda insanın karşılaşacağı olası zorluklara  uyarıcı bir önem arz ediyordu. Kaleme almış olduğum onca makaleden  “aç gözlülük” başlıklı köşe yazısını en fazla  okuyucu kitlesinin ilgi duyduğu makaleyi liste başı yapmakla taçlandırdı. Bundan dolayı zaman, zaman köşemde sizinle fıkra içerikli paylaşımlarda bulunacağım. Nitekim önemli olan yazılanın okuyucuyla bütünleşebilmesidir. Yazanın kalemine, okuyanın gözlerine sağlık dileğiyle... Kurtla tilki arkadaşlık kurar. Ancak sadece arkadaşlığın karın doyurmayacağını gezdikçe daha iyi anlarlar. Kurtla tilki bir hayli acıkmıştır. Gezindikçe açlıkları dayanılmaz bir hal alır. Bu esnada hörgüçlü yabani bir atla karşılaşırlar. Bunu fırsata çevirmek isteyen kurt, tilkinin kulağına fısıldayarak tilki kardeş sen atı koyu bir muhabbetle oyalayadur, bende bir yolunu bulup onu devireyim. Tilkinin kurta yanıtı; biz bu atla baş edemeyiz, gel kendimize gücümüzün yettiği oranda, başka bir av arayalım olur. Ne var ki kurt isteğinde ısrar eder. Olup bitenler karşısında istifini bozmayan at; alttan alttan yan gözlerle bakınarak otlanmaya devam eder. Kurtun iştahı bayağı kabarmıştır. At, kurtla tilkinin asıl niyetini fark etmiş, ancak harekete geçmek istemeleri halinde, kaslı ayaklarımla işlerini bitiririm düşüncesiyle endişelenmez. Tilki kurtun ısrarlı isteğini yerine getirmek için usulca ata yaklaşır. Tilki, ata “merhaba koca at”


Eksen Kayması

Ortaçağ; feodalizmin hüküm sürdüğü, alt-üst oluşumların yaşandığı acımasız ve muğlak bir süreçti. Hastalıkların kol gezdiği, kıtlıkların yaşandığı, insanların veba, kolera ve değişik tür hastalıklardan toplu ölümlerin yaşandığı karanlık bir çağdı. İnsanların ötekileştirildiği, satıldıkları, savaşlarla birbirlerine kırdırtılarak sayılarını telaffuz bile edemeyeceğimiz hunharca ölümlerin gerçekleştiği bir dönemdi. Dünya nüfusunun büyük bir kısmı 17. yüzyılın sonuna kadar toprağa bağımlı, hayvancılık ile tarıma dayalı üretim tarzıyla yaşam sürmekteydi. Buharlı makinanın buluşu, akabinde yakıtla çalışan makinaların geliştirilmesi insanlık tarihinde yeni bir dönüm noktası oldu. Tarımın makinayla bileşimi, tarıma dayalı olan üretim; geliştirilen üretim araçları, insan ögesine çok kolaylıklar getirerek kolektifleşmeyi sağladı. Makinalaşma, sanayi ve endüstrileşmede belirleyici rol oynadı. Buna paralel fabrikaların kurulmasını beraberinde getirdi. Sanayi ve endüstrileşmenin hızla yayılması üretim araçlarını geliştirdi. Gelişen üretim araçlarıyla değişen üretim ilişkileri boyut kazanarak yeni bir dönemin sürecini başlattı. 18 ile 19 yüzyılları sanayi ve endüstrileşmede atak yapan Avrupa’yı cazibe merkezi haline getirmişti artık. Bu dönem kıtada toplu göçlerin yaşandığı, kitlelerin bir merkezde yığılması kentleşmeyle birlikte gettolaşmayı beraberinde getiriyordu. Avrupalıların kolonilerinden yağmaladığı zenginlik kaynakları sayesinde ürettikleri kapitalist üretim araçlarına yeni pazarlar bularak sömürü çarklarını hızlandırdı. Avrupa’da tekelci kapitalizm yeni burjuva sınıfını yarattı. Özellikle çoluk, çocuk kadın yaşlı bakmaksızın ağır koşullar altında çalıştırılan insanların


Aç Gözlülük

Küçüklüğümüzde babamız bize farklı farklı hikaye, masal ve fıkralar anlatırdı. Muhtemelen amacı, bizi hayatta karşılaşacağımız zorluklara karşın hazırlamaktı. Bize anlattığı onlarca fıkradan bir fıkrayı bu köşemde siz sevgili okurlarla paylaşmak istedim. Takatten düşmüş bir akbaba çınar ağacının tepesinde dalların kavuğundaki kurtçuklarla beslenir. Akbabanın iri cüssesi ulu çınarın tepesinde uçuşan şahin kuşunun dikkatini çeker. Şahin akbabanın yanına konarak, ey heybetli büyük kuş, burada tek başına ne yaparsın öyle der. Akbaba, görmez misin küçük kuş, bu kovuklarda biriken küçük kurtçuklarla beslenirim. Şahin, akbabaya bu senin şanına yakışmaz büyük kuş. Gel bana takıl sana taze et sunayım; derken şahin, çınar ağacının tepesinde bir iki turlayarak, akbabanın iri cüssesini hareketlendirir. Şahin alçaklarda av kovalarken akbaba yükseklerde süzülerek şahini gözetir. Şahin avladığı avın, az bir miktarını yer, geri kalan kısmını akbabaya ikram eder. Şahin, âdeta akbabanın gücüne güç katar. Şahin, av gününün bir defasında bağın orta yerinde, gözüne bir tavşan kestirir. Şahin yaptığı süratli dalışla tavşanı kapmaya çalışır. Tavşan yem olmamak için zikzak çizerek asmanın içine girer. Avına odaklanan şahinin, olağanüstü inişiyle yeni budanmış asmanın sivri çubuğuna göğsünün saplanmasıyla avını pençelerinin arasına almadan kovalamaca son bulur. Şahin avazının çıktığı bütün can havliyle seslenerek beni buradan kurtar akbaba. Büyük kuş


Liderler Zirvesi

Arjantin G20 Zirvesi’nin ardından beş gün geçti. İçi boş kof geçen zirveye liderler damga vurdu. Bunu liderler zirvesi diye adlandırmamız daha doğru olur. Televizyon ekranlarında tanık olduğumuz G20 Arjantin Zirvesi figüran; devlet başkanları ise,  kurguladıkları oyunla birer başrol oyuncusuydu.  Arjantin G20 Zirvesi’nde bazı temsilcilerin yaptığı açıklamalar,  uzun bir süreye kadar hafızalardan silinmeyecek. Nitekim zirvede insan onuruna yakışmayan davranışlar sergilendi. Gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetini azmettiren Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ın zirvede muhatap bile alınması, başlı başına bir skandaldı. Muhammed Bin Selman beden dilinin, yüzünün mimik hareketleriyle basiretsiz biri olarak karşımıza çıktı. Bırakın bir ülkeyi temsil etmeyi bir aileyi dahi yönetemeyecek kadar kişilik ve olgunluktan yoksun bir Selman vardı karşımızda.  Siyasetle uğraşan biri olarak, Putin’i o somurtkan yüzünden dolayı beğenmezdim. Ufak, tefek boyu ile karizmatik bir lider profili çizemiyor olsa da, bunu hiçbir zaman bir liderlik vasfına sahip olamayacağını düşünmedim.  Ülkesi Rusya’nın kalkınması yönünde vermiş olduğu çabalardan dolayı takdir ederdim kendisini.  G20 Arjantin Zirvesi’nde, Putin’in Muhammed Bin Selman ile varoşlarda çakılan toka benzeri tokalaşması Putin’e olan şüpheli  güvenimi beraberinde getirdi. Oysa Putin ülkesi Rusya’nın öylesine duygu yüklü duayen değerleri vardı ki, hiç mi bu isimlere saygı duymadı Putin.  Meselâ, Lev Tolstoy, Fyodor Dostoyevski, Aleksandr Puşkin, Ivan Turgenyev, Nikolay Vasilyeviç, Maksim


G20 Arjantin Zirvesi

İnsanın içine düştüğü şu hale bakın sevgili okurlarım. 2 Ekim 2018 tarihi; Cemal Kaşıkçı’nın hunharca katledilerek,  Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’nun mezbahaya çevrilmesi. 5 Kasım 2018 tarihinden itibaren İran’a uygulanan gerekçesiz ambargo. 2018 yılının aralıklarla, Meksika güzergahını kullanarak, Amerika’ya geçmek isteyen Honduras, Guatamala ve El Salvador vatandaşı on binlerce Güney Amerikalı göçmen. Atalarının yüzlerce yıl, kim bilir belki de binlerce yıldır yaşam sürdüğü bu topraklardan göçe zorlanan insanlar. Bu savunmasız insanları, eli silâhlı binlerce askeri sınırda bekleten, Donald Trump. 
Sözüm ona güya dünyada biriken nicel birikimlere,  bir çözüm bulmakla meşgul dünya liderleri. Ve dünya nüfusunun yüzde 66’sına tekabül eden ülkelerin 30 Kasım 2018 G20 zirvesi. İlişkiler kirlenmiş, kişilikler derseniz hakeza. Bizi bağrına basan gezegenimiz dahi kirletilmiş. Evrende yüzen gezegenimizin etrafı insan eliyle çevrelenen devasa çöp yığınına dönüştürülmüş. Yakın gelecekte başımıza metal parçaları yağarsa şaşmayalım. G20 Arjantin Zirvesi’ndeki karelerin, bu biriken sorunları daha da derinleştireceğinin kanıtıdır. Ciddiyetten tamamen uzak, somut gerçeklikten soyutlanmış bir zirve. Rusya Devlet Başkanı Putin’in, veliaht prens Muhammed Bin Selman’la böylesine ukalaca tokalaşması, hukuk anlayışının hiçe sayıldığının göstergesidir. Donald Trump kendi servetinin zafer sarhoşluğu zirvede göze çarpan özelliğiydi. Paranın adam olmayanı adam etmeyeceğini adam olanı da insanlıktan


Lev Nikolayeviç Tolstoy

Variyetli aristokrat bir ailenin oğlu olarak 9 Eylül 1828 tarihinde Rusya’nın Tula vilayetine bağlı Yasnaya Polyana'da dünyaya gelir. Henüz iki yaşındayken annesi prenses Maria’yı kaybeder. Dokuz yaşında babası Konton Tolstoyu kaybeder. Akrabaları, özellikle yakından ilgilendikleri halalarının ve çok sevdiği teyzesisin yanında büyür. Duyarlı kişiliği onu yazı yazmaya iter. Çocukluğunda yaşadığı dramatik yalın hayatı yazıya dökerek, çocukluğum adlı eseriyle büyük yankı uyandırır. Tolstoy artık gençtir. Kırım ve Sivastopol savaşında üsteğmen rütbesiyle görevlidir. Savaşın insanlar üzerinde yarattığı tahribat ve travmaları dikkate alarak savaşın nefretini kazanır. Burada savaşa karşı olan tepkisini şu şekilde dile getirir, “Amaçsız sanat olmaz. Sanatın başlıca amacı da insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine yardım etmektir. Bu ilişkilerin düzelmesine kesinlikle yardım etmeyen bir şey varsa oda savaştır. Sonucu rastlantıya dayandığı için, savaş insanlık dışı, insan yaradılışına aykırı bir şeydir.”



Askerlikten ayrılarak, Savaş ve barış adlı eseri kaleme alır. Bu eserin yazılmasında eşi Sofya’nın da büyük katkısı vardır. Savaş ve barış adlı eseriyle büyük ün kazanır. Çok sevdiği kızı ve kardeşinin ölümünden, bir hayli etkilenir. Bu dönem Tolstoy’un en çalkantılı zamanı olarak bilinir. Kafkasya’daki yoksul köylülerin


Mahalli İdareler Seçimi 1

Mahalli idareler seçimine dört ay 10 gün gibi bir süre kaldı. Aday adayları kabullenebilmeleri için yarış maratonunu önde tamamlama çabasında. Dileğimiz bu aday adaylarının hizmet aşikarı olarak bu işe gönül vermiş olmalarıdır. Ancak bazı seçilmişlerin görevlerini hizmetten ziyade bu makam-ı kendi kişisel çıkarları yönünde kullandıklarına tanık olmaktayız. Siyasi partilerin titiz bir araştırma ve itina ile seçkin adayları belirlemeleri halinde, seçilecek olanların daha verimli olacakları kanaatindeyim. Fakat ne yazık ki içinde bulunduğumuz siyasal zemin, toplumsal gerçeğimizi yansıtmıyor. Konjonktürel duruşumuzu ihtiva etmeyen kırılgan bir süreçten geçiyoruz. Devlet ve bünyesindeki hükümetlerin mahalli idareler konusunda daha kurumsallaşma gereksinimi duyan işleyişi tam anlamıyla hayata geçirmiş değil. Ülke ekonomisinin uzun yıllar dışa bağımlı bir yol izlemesi bunun başlıca nedenidir. Acısını vatandaş olarak da hep birlikte çekiyoruz. Bu olumsuzlukların günümüze kadar devam etmesi sistemdeki çarpıklığı gözler önüne seriyor. Türk ekonomisinin atar damarı,
deprem fay hattının geçtiği İstanbul’u örnek verebiliriz. Bu büyük ilimizde on binlerce imalathane, atölye, fabrika ve sanayi tesisi kurulmasının yüzbinlerce insana istihdam yarattığı olumlu bir şey. Ancak Allah muhafaza deprem riski taşıyan bu ilde, şiddetli bir depremin yaşanması durumunda, Türkiye ekonomisinin felç olacağı açıktır. Sanayileşmenin, deprem riski taşıyan bir ilde


Göç

Göç olgusu insanlık tarihi boyunca gündemden düşmeyip, günümüz dünyasında, gündemi meşgul eden sorunların başında gelmektedir. İşgal, çatışma, hegemonik ve barbar anlayış, toplumsal yıkıma zemin hazırlayan başlıca neden olarak gösterilebilir. Yaratılan kaosun ardından, güvenlikten yoksun kalan,  halk yığınları bu bağlamda yegâne çareyi göç etmekte bulmaktadır. Gelinen noktada, dünyanın en büyük göç dalgalanmalarının Orta Doğu bölgesinde yaşandığına tanık olmaktayız. Orta Doğu göç hareketinin en trajik insani tablosu, Filistin, Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşandığı görülmektedir. Filistin göç hareketinin geçmişi 1. Dünya Savaşı dönemine dayanıp, günümüze kadar devam etmektedir. Yaklaşık 10- milyon Filistinli, kendi ülkesinin değişik bölgeleri ile dünyanın çeşitli ülkelerinde mülteci bir hayat sürmek zorunda bırakılmıştır. Filistin en büyük göçü, İsrail devletinin kurulma aşaması 1948 ile 1967 yılları arası ve ondan sonrası dönemlerde yaşamıştır. Afganistan 1979 yılı göç hareketliliğin gözlendiği yıldır. 1980 yılında bu göç hızlanarak, İran’ın iki milyon Afgan mülteciye kapılarını açmasına neden olmuştur. Irak savaşının başlangıcı olan 20 Mart 2003 yılında büyük göç hareketliliğinin yaşanmasına tanık olmaktayız. Zira Irak’ın 4 milyon insanı komşu ülkelere, bir milyonu da, kendi ülkesinin değişik kesimleri ile Avrupa ve dünyanın çeşitli ülkelerine dağıldıkları gözlenmektedir. 15 Mart 2011 yılı Suriye savaşı, büyük yıkım ve kıyımın yaşandığı bu ülkelerin başında gelir. Irak’ta sükunetin nispeten sağlandığı


İran Ambargosu

Cemal Kaşıkçı cinayeti dünya gündemini meşgul etmişti oysa şimdi yerini İran’a alınan ambargo kararına bırakacağa benziyor. İran ambargosu, Orta Doğu’yu yeni bir ekonomik krizin eşiğine getirdi. ABD ambargoyu başlatarak,  büyümekte olan İran ekonomisini sekteye uğratmayı hedeflemektedir. Buna ilişkin olarak bölge ülkelerine gözdağı vermeyi gözetmektedir. Seçimle iktidara getirilmiş olan İran yönetimi ile milyonlarca insan iradesi hiçe sayılmıştır. Bu adı konulmamış bir nevi dikte ve hırsızlık anlayışıdır. Hırsızlık, adli suçluların, sadece araç, gereç çalmasından ibaret değil. Asıl hırsızlık birilerinin duygularını, düş ve hayallerini ve hatta bütün kutsal değerlerini çalmaktır. Burada İran’ın kutsal değerleri çalınmakta ve hizaya getirilmek istenmektedir. Buna benzer kirli ilişkileri, örnek olarak belirtmeye çalışayım.  İnsanın düşünce,  iradesine ipotek koymakta, bir ambargo biçimidir. Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’de örnek gösterilebilir. Mısır 2012’deki Cumhurbaşkanı seçimlerinde, Mursi oyların yüzde 52’sini alarak Cumhurbaşkanı seçilmiş olmasına rağmen, cumhurbaşkanlığından azledilip, cezaevine konuldu. Yerine Sisi’nin getirilmesi, dünya hukuk anlayışının nasıl ayaklar altına alındığını göstermeye yeter. Suudi Arabistan Kralı Selman Bin Abdülaziz’in oğlu, Muhammet Bin Selman’ın, babasının nüfuzundan faydalanarak, birçok yerde estirdiği terörle ve en son 2 Ekim 2018’de Cemal Kaşıkçı katlini azmettirmek bunun en belirgin örneğidir. Birleşik Arap Emirlikleri’de S. Arabistan’la dirsek temasına geçip, Amerika’ya yalakalığını kanıtlar vaziyette.  Burada asıl mesele, ipotek altına


Ekonomik Buhran

Günümüz dünyasında ekonomik buhranın en alasını yaşıyoruz. Bu buhranı dünya nüfusunun yüzde 95’i,hep birlikte birebir yaşamaktayız. Yaklaşık, diğer yüzde 5,lik bir oran bu olup bitenler karşısında, ellerini ovuşturarak seyirci kalmaktadır. İnsanoğlunun içine düştüğü bu denli sıkıntılı bir dönemden geçmiş olmasına rağmen, azınlıktaki bu kesim, insanların içine girdiği çıkmazdan nasıl nemalanacağının hesabını yapıyor. Bu yer küredeki yaşantımız sanılandan da daha büyük tehlikelerle karşı, karşıyadır. Genel anlamda dünya emin ellerde değil...1939, da başlayıp 1945 tarihinde son bulan ikinci dünya savaşından bu yana, dünya her ne kadar büyük çapta bir savaş geçirmediyse de, insanoğluna dünyanın değişik yerlerinde ağır bedeller ödetilmiştir. Yaratılan suni kargaşa, ekonomik kriz, çatışma, işgal ve göçler sonucu milyonlarca insanın canına mal olmuştur. Peki bu olumsuzluklara neden olan sebep neydi. Gelin bunu yüzeyselde olsa bir inceleyelim. Son iki yüz yıldır dünyanın başına musallat olmuş, Rotschild ile Rockefeller aile şirketleriyle karşılaşıyoruz. Bunlar ki dünya siyasetine yön verip, dünyayı dizayn eden aile şirketleridir. Ortaçağ Avrupa’sının iki yüzyıl sonrası savaşını başlatanlarda bu aile şirketleridir. Gerek Avrupa ülkelerini birbirine kırdırarak, gerekse kolonilerinden yağmaladığı kaynaklarla gücüne, güç kattı. Savaşa kapıştırdıkları Avrupa ülkelerine faizle para vererek, İngiltere’nin ödeyemediği faize karşılık para darphanesine, Almanya’nın da merkez bankasına kadar el koyduğu tarih kayıtlarında mevcuttur.


Sevgili Süleyman

Bugün siz değerli dostlarla, saygı ve sevgi değer Süleyman Algan’la ilgili olan serüvenimizin kısa bir kesintisini paylaşmak istedim. Süleyman Algan, düşüncelerimizin örtüştüğü, barış sever, paylaşımcı ve insanların sıkıntılarını birlikte paylaşmayı kendine ilke edinen bir şahsiyetti. Suçu sadece yayın yolu ile vesayetçi rejimin bölge halkını, ötekileştirmeye yönelik yaklaşımı eleştirmekti. Haksızlığa karşı dik durur, ancak yürüdüğü yeri incitmezdi. Bu yaklaşımından dolayı, 1979 yılında tutuklanarak cezaevine kondu. Bir kaç ay sonra serbest bırakıldı. 12 Eylül askeri darbesinde tekrar tutuklanarak, Diyarbakır Cezaevi’ne alındı. Diyarbakır Cezaevi’nin ağır koşulları altında yıllarca hapis yattı. İçerde kötü koşullar neticesinde sağlığının bozulması ardından, burada öleceğine gitsin dışarıda ölsün düşüncesiyle tahliye edildi. Kısa bir süre sonra, 1989 yılında henüz genç sayılacak 45 yaşında hayata veda etti. Yazılarımdaki satır dizelerinde, bir şey anlatabiliyorsam, bunu saygı değer Süleyman’a borçluyum. İnsanların sevgisini kazanarak, halkının sevgilisi konumuna gelişi ile ben de ona sevgili diye hitap etmek zorunda kaldım. Vefatı ile elime aldığım kalemle duygularımı, yazıdan ziyade beynime işledim... (SEVGİLİ SÜLEYMAN) ikimiz bir kırlangıçta iki kanat gibi... Kanatlarımızı çırpıştırır havalanırdık. Gökyüzünde yükseldikçe kanatlarımızı gerer, süzülerek yeryüzünün objesini gözler yere kılavuz olarak inerdik. Yerde adımlarımızı ileriye ölçülü atar, hedeflediğimiz mekanlara zamanında ulaşır, uzlaşılmaz gibi düşünülen çelişkileri uzlaşır hale dönüştürürdük. Bazen


Rönesans ( Yeniden Doğuş )

İtalya 15. yüzyılda Rönesans reformunu başlatarak, 18 yüzyılda Avrupa’da sanayileşmenin önünü açtı. Yüzyıllara tekabül eden bu reform süreci, Orta Çağ Avrupa’sını yeni bir dönemin eşiğine getirdi. Bunun sosyal ayağı aydınlanma, çağdaşlaşma, bilgi çağı olmak üzere üç yüzyılda tamamlandı. Diğer ayağı makineleşme, sanayileşme, bilgisayar ve teknolojik gelişmeler oldu. Sanayileşmede İngiltere başı çekiyordu. Kömür, petrol ve demir yataklarına sahip İngiltere, deniz aşırı kolonilerinden, yağmaladığı kaynaklar, sanayi ve endüstrisinin gelişmesinde kilit rol oynadı.1789, Fransız kanlı devriminin, monarşiyi alaşağı ederek, cumhuriyeti kurması ile sosyal anlamda yeni bir dönemin sürecini başlattı. Avrupa’da çatırdayan derebeyliği yerini tekelci kapitalizme terk ediyordu. 19 ile 20. yüzyıl, sıcak savaşların alt üst oluşumların sınıfsal saflaşmaların yaşandığı dönemlerdir. Emperyalizm, kapitalizm ve sömürgecilik. Fransız devrimini ilham alan uluslar bazında, milli demokratik devrimler gerçekleşti. 21. yüzyıl kapitalist üretim araçları üretim ilişkileri yeni boyut kazanarak sosyo-ekonomik alandaki yansımalar sosyal yaşantımızı etkiledi. Globalleşen günümüz dünyasında, gelir dağılımındaki adaletsizlik gün be gün arttı. Azınlık bir sınıfın, geniş zümre üzerindeki sömürüsü ön plana çıktı. Zenginlik ve yoksulluk, artık çıplak gözle gözükmektedir. Küreselleşen ekonomi, insanları siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan birbirine yakınlaştırmıştır. Bu gelişmeler ışığında sosyo - ekonomiye bağlı olarak dünya çalkantılı bir süreç geçirmektedir. Dünya gayri safi milli hasılanın dağılımındaki eşitsizlik, ülkeden,


Suriye'de Bitmeyen Savaş

17 Aralık 2010 yılında, Tunus’ta Muhammed Buzazi adında seyyar satıcı, üniversite mezunu 26 yaşında bir gencin arabasına el konulup, işi engellenince Arap Baharı denen sürecin, kendini yakarak başlamasına vesile oldu. Bu gencin kendini ateşleyen kıvılcımı, geniş halk kitlelerine yayılmasını sağlayarak, yeni bir sürecin başlangıcı oldu. Tunus’ta artan kitle gösterilerinin ardından, Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali kendi ülkesinden kaçarak Suudi Arabistan’a yerleşti. Arap Baharı 30 yıllık Hüsnü Mübarek’in devrilmesi akabinde, Bahreyn, Fas, Libya’yı da etkisi altına alarak, hatta Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin ölümünü beraberinde getirdi. Arap Baharı’nın kıvılcımı bir yıl sonra Suriye’ye sıçradı. Yüzyılın gördüğü iki dünya savaşından sonra, tarihin en büyük kaybı ile yıkımı Suriye’de yaşandı. Ülke halen bu acı ve dramı yaşamaya devam ediyor. Mart 2011’de Dera’da küçük bir hadiseyle başlayıp, olaylar Halep, Rakka, Guta ve değişik yerleşim birimlerine sıçrayarak yayıldı. Bu acımasız savaşın şu ana kadar Suriye’ye, faturası can ve mal kaybı ile beraber bir hayli ağır oldu. Yaklaşık bir milyon insanın ölümü, on binlercesinin yaralanarak sakat kalması, ülke nüfusunun yarısından fazlasının başka ülkelerde mülteci bir yaşam sürmeye mahkum edilmesine neden oldu. Az daha geriye gidecek olursak, birbiriyle ilintili olan, Orta Doğu’nun Irak gerçeğini göz ardı edemeyiz. 20 Mart 2003 tarihinde havadan sudan


Kutsal Ana

Çınar ağacı gibi yüce, dalları özgür, yaprakları şakırdayan, gölgesi neşe saçan, kökleri enginlere dalan bir varlık gibisin sen ana. Gök kubbe kadar yüksek, kubbende güneş gibi aydınlık saçan, bağrında sayılamayacak kadar yıldız barındıran gece ile gündüz arasında mekik dokuyan evren kadar yücesin sen ana. Ben iki ana bilirim! biri bütün varlıkların anası, tabiat ana, biride yaşayan varlıkların anası can ana. Biz can anadan 12 kardeş beşi kız, yedisi erkek. Her birimize ayırdığın 4 yılın, eder 48 yıl. Peki, sen kendin için hiç yaşamadın mı ana, sanki birileri yaşama hakkını elinden almışçasına. Anlaşıldı ki ne çocukluğunu yaşamışsın, nede gençliğini. Ne de yaşlanmak üzere iken, kendi olgun yaşını…
Demek ki ömrünü bizler için tüketircesine yaşamışsın. Anlaşılan sana yaşam koşullarında, biçilen hayatının standart rolünü oynamışsın. Peki, ana sence bu yaşantının sorumlusu, babamız mı? veya toplum mu? İnan ki bence hayır ana. Bu yaşananlar, çağındaki, üretim araçları ile üretim ilişkilerinin bizlere sunduğu yaşantının bileşkesidir. Toplum olarak içinde bulunduğumuz kısır döngülü yaşantının ta kendisidir. Tıpkı babamızın batman petrol sahası yüksek Garzan Dağı’nda petrol kuyusu sondaj işinde verdiği emekle eve getirdiği erzak gibi. Yüksek Garzan Dağı’na düşen kârın aylarca erimediğinden,


Faili Belli Cinayet

Dünyanın birçok yerinde farklı tarihlerde işlenen faili meçhul olaylar yaşanmıştır. Ancak bu işlenen cinayetlerin çoğu, sır perdesi aralanmadan halen muamma olarak aydınlanmayı beklemektedir. Teknolojik gelişmeler ışığında telekomünikasyon, kamera sistemleri, kitle iletişim araçları ağının yaygınlaşması, sosyal medyanın geldiği son nokta ile vuku bulan olay ve işlenen suçların büyük bir kısmı artık üstü örtülü olarak kalmıyor.
‘Minareyi çalan kılıfını uydurur’ deyimi işlevini yitirmişe benziyor. Fakat gözünü hırs bürümüşler zaman zaman insanlık suçu işlemekten geri kalmıyor. 02.10.2018 tarihinde Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda hunharca katledilen Gazeteci – Yazar Cemal Kaşıkçı olayı şayet kamera görüntülerine takılmayıp Türk güvenlik birimlerinin titiz çalışması sonucunda teşhir edilmemiş olsaydı kim bilir bu tür cinayetler ilk ve son olmayacaktı. Suudi Arabistan konsoloslukları belki bir insan mezbahasına dönüşürdü.
Gelin bir bakalım Cemal Kaşıkçı kimdir? Neden fiziki olarak ortadan kaldırılmak istendi? Bundan yaklaşık 300 yıl önce Kayseri’den, Hicaz’a gidip oraya yerleşen Türk kökenli bir ailenin ferdidir Cemal Kaşıkçı. 1958 yılında Medine’de doğdu, ilk ve orta öğrenimini Suudi Arabistan’da tamamladı. 1982’de İndiana State Üniversitesi İşletme Bölümünden mezun oldu. Al Sharg Al Awast, Al Majalla’da muhabirlik, Al Madina’da editörlük ve genel yayın yönetmenliği yaptı. Al Watan’ın yayın


Alçak Bir Cinayet

Belge almak için girdiği Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’ndan bir daha çıkamayan Sudi Arabistan Krallığı Ailesi’ne muhalifliği ile bilinen Suudi asıllı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın vahşice katledildiği kesinlik kazandı.
Bu hunhar ve gaddarca cinayeti işleyen insan müsveddelerinin arkasında birey olarak, kurum ve devlet fark etmiyor. Kim duruyor ise bu vahşi cinayete kendisi de ortak olur. Türkiye kendi ülkesini temsilen girdiği başkonsoloslukta işkenceyle hayatına son verilerek yedi dakikalık kısa bir dilim zarfında bedeninin parçalara ayrılarak emsali görülmemiş bir cinayet, bütün insanlığın şahsına işlenmiş kara bir lekedir.
Suudi Arabistan despot aile hanedanının insanlığı ayaklar altına aldığı, bu vahşet cinayetle dünyaya bir kez daha kanıtlamış oldu. İnsan yargılamanın, cezalandırmanın ve hatta en kötüsü bir canlının hayatına son vermenin bile bir adabı vardır. Temennim bu vahşi cinayeti işleyen insan müsveddelerinin bir an evvel tutuklanmasıdır.
Ayrıca bu olayı tertipleyen yüz karası güçlerin teşhir edilerek, aydınlığa kavuşturulması hayati önem taşımaktadır. Türkiye’de yaşanan bu elim olayda bütün devlet mekanizmasının ve hükümetin bu konu üzerinde hassasiyetle durması yönünde sorumluca hareket etmesi gerektiğini önemle talep ediyorum.