- İzmir
- 10.10.2025 19:32
10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü kapsamında Türkiye Psikiyatri Derneği İzmir Şubesi tarafından düzenlenen basın açıklamasında, savaşlar, afetler ve toplumsal krizlerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerine dikkat çekildi. Dernek Başkanı Psikiyatrist Dr. Mevhibe Tümüklü, “Ruh sağlığına erişim bir insan hakkıdır” diyerek afet ve acil durumlarda hizmetlere erişimin önemini vurguladı
10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü nedeniyle Türkiye Psikiyatri Derneği İzmir Şubesi tarafından basın açıklaması düzenlendi. Bu yılın temasının ‘Hizmetlere Erişim – Afet ve Acil Durumlarda Ruh Sağlığı’ olarak belirlendiğini hatırlatan Türkiye Psikiyatri Derneği İzmir Şube Başkanı Psikiyatrist Dr. Mevhibe Tümüklü, savaşlar, doğal afetler, toplumsal krizler ve ekonomik zorlukların ruh sağlığı üzerindeki yıkıcı etkilerine dikkat çekti. Tümüklü, Gazze’de yaşanan insani felaketin sağlık sistemini çökme noktasına getirdiğini, Türkiye’de ise kadın cinayetleri, çocukların suça sürüklenmesi ve afetlere hazırlıksızlığın ruhsal iyilik halini derinden tehdit ettiğini vurguladı.
Bu yılın temasının, ‘Hizmetlere Erişim – Afet ve Acil Durumlarda Ruh Sağlığı’ olarak belirlendiğini ifade eden Tümüklü, “Bugün aynı zamanda Ankara Gar Katliamı’nın yıl dönümü. Bu acı tesadüf, bireysel ve toplumsal düzeyde yaşanan travmaların, afetlerin ve krizlerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini bir kez daha hatırlatıyor. Ne yazık ki bugün, dünyanın pek çok yerinde insanlar hâlâ savaşların, çatışmaların ve afetlerin gölgesinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Gazze’de başlayan ve tüm Orta Doğu’nun güvenliğini tehdit eden saldırılar, Ukrayna ile Rusya arasındaki savaş, yerküreyi ve insanlığı derinden etkileyen ekolojik krizler – iklim değişikliği, yangınlar, su baskınları ve depremler – insan davranışlarıyla daha da yıkıcı hale geliyor. Doğal afetlerin bu biçimde insan eliyle tetiklenmiş versiyonları, yeni afet ve acil durumların her geçen gün ortaya çıkmasına neden oluyor. Tüm bu afetler ve çatışmaların yanı sıra, insanların kadınlara, çocuklara, toplumun “öteki” kesimlerine, hayvanlara ve doğaya yönelttiği şiddet, çalışma ortamlarındaki güvensizlikler, yalnızca ruh sağlığı sorunlarını artırmakla kalmıyor, aynı zamanda ruh sağlığı hizmetlerine erişimi de zorlaştırıyor. Bu durum, özellikle en savunmasız grupları derinden etkiliyor ve afet ile acil durumlarda ruh sağlığı hizmetlerinin önemini bir kez daha ortaya koyuyor” diye aktardı.
“İnsan eliyle oluşturulan ve ruh sağlığını kimi zaman ölçülemez boyutlarda olumsuz etkileyen felaketlerin başında savaşlar ve silahlı çatışmalar gelmektedir” diyen Tümüklü, “Bugün dünyanın pek çok yerinde çatışmaların sivil halka yaşattığı zorlukları, kayıpları her defasında benzer acı duygularla izlemekteyiz. Yanı başımızda ikinci yılını dolduran soykırım sürecinde Gazze’nin sağlık sisteminin çöküşünün, hastanelerin yüzde 94’ünün işlevsiz hale gelişinin, eğitimin bütünüyle durduğu, barınmanın mümkün olmadığı koşullarda zorla yerlerinden edilen insanların açlık, hastalıklar ve hiç durmayan saldırılar altında hayatta kalma mücadelesi verdiklerinin tanığıyız. Çatışmaların başladığı dönemden bu yana yataklı psikiyatri hizmeti verilemez hale geldiğini bildiğimiz Gazze özelinde de diğer tüm çatışma bölgelerinde de ruh sağlığının desteklenmesine en çok ihtiyaç duyulan dönemler maalesef belki de ruh sağlığı hizmetinin en az verilebildiği ortamları içeriyor. Olumsuz etkilerinin pek çok açıdan nesiller boyunca süreceğini görebildiğimiz bu süreçte incinebilir grupların her zamanki gibi çok daha fazla etkilendiği ortadadır. Yıkım ortamlarında uluslararası örgütlerin, insan hakkı temelli kurumların bile yardım sağlamada yetersiz kaldıklarında, engellendiklerinde yapılabilecekler ve yapılması gerekenlerle ilgili tüm dünyada çok daha farklı çalışmalara ihtiyaç olduğunu görmekteyiz. Günümüzde ne yazık ki kadına şiddet neden olduğu kayıplarla acil bir halk sağlığı sorunu haline gelmiştir. Her yıl yüzlerce kadın tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor. Kadınların güvenlik algısını zedeleyen ve pek çok ruh sağlığı sorununa zemin hazırlayan bu ortamda çok yönlü bir mücadele ve iyileştirme sürecinin planlanması gerektiği açıktır. Erkek egemen kültürde temellenen toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınları ekonomi, politika, eğitim ve sağlık alanlarındaki haklarından mahrum bırakmakta ve çok etkenli bir şiddet sarmalını beslemektedir” ifadelerini kullandı.
Şiddetin hiçbir türünü bir diğerinden bağımsız düşünmenin mümkün olmadığını vurgulayan Tümüklü, “Ahmet Minguizzi’nin yaşıtı olan gençler tarafından öldürülmesi, çocukların çeteler tarafından kullanılmasının ve suça sürüklenmesinin arkasındaki derin toplumsal, ekonomik ve ruhsal nedenleri gözler önüne sermiştir. Yoksulluk, ihmal, aile içi şiddet, okuldan kopma ve sosyal dışlanma gibi faktörler, çocukların savunmasızlıklarını artırmakta; örgütlü suç yapılarının kolay hedefi hâline getirmektedir. Bu durum, yalnızca güvenlik önlemleriyle değil, ruh sağlığı odaklı, koruyucu ve rehabilite edici bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Çocukların şiddet ortamlarından uzaklaştırılması, psikososyal destek ve aidiyet duygusunu güçlendiren sosyal programlara erişimin artırılması yaşamsal önem taşımaktadır. Çocukların suçun değil, umudun parçası olabilmesi için devletin, yerel yönetimlerin ve sivil toplumun ortak bir sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda şiddetin acil bir sorun olduğunu, toplumun her katmanından bireylerin, eğitimcilerin, kanun yapıcı ve uygulayıcı mekanizmalarıyla ilgili tüm kurum ve kuruluşların çözümün parçası olması gerektiğini hatırlatıyoruz. Bolu Kartalkaya bölgesinde bir otelde meydana gelen yangın, ihmalkarlığın ve denetim eksikliklerinin yol açtığı önlenebilir bir felaket olarak hafızalarımıza yerleşmiştir. Yapıların güvenliğini sağlaması gereken sistemler, kâr etmek uğruna kamu yararını gözetmeden işletilmekte ve denetlenmektedir. Bu ihmaller, yapılaşma ve işletme politikalarının insan hayatı üzerindeki yıkıcı etkilerini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Yangın sonrası müdahale çalışmalarının yetersizliği ve yaşanılan kayıpların önlenebilir olduğu gerçeği, travmanın etkisini daha da artırmaktadır. Bu büyük acı ve kayıplar, yoğun kaygı, öfke, çaresizlik, yas ve belirsizlik duygularını beraberinde getirerek toplumun temel güven duygusunu ve adalete olan inancını derinden etkilemiştir. On binlerce insanını depremler ve doğal afetlerle yitirmiş bir ülke olan Türkiye, kurumları ile afetlere hazır olmadığı gerçeğini 6 Şubat Depremleri ile tekrar acı bir şekilde yaşadı. Deprem sonrası psikososyal destek sunumu ve yaşamın yeniden toparlanması süreci ise başta ruh sağlığı hizmetleri olmak üzere afet sonrasına yönelik planların ve uygulamaların da ne derece yetersiz olduğunu ve yanlış planlandığını gözler önüne serdi. Türkiye sadece yıkıcı depremlerin yaşandığı değil aynı zamanda çarpık yapılaşma ve yetersiz önlemler nedeniyle orman yangınları ve sel felaketlerinin yerleşim yerlerini tehdit ettiği, kontrolsüz madencilik faaliyetlerinin çevre felaketlerine yol açtığı bir coğrafya haline gelmiştir. Bu açıdan afetlerde ve acil durumlarda ruh sağlığı hizmetlerinin planlanması daha da önemli hale gelmektedir” dedi.
“GÜVENLİ ÇEVRE TEMEL BİR HAK”
Afetler ve ruh sağlığı ilişkisinin her şeyden önce afetlere hazırlık ve afetin yıkıcı etkilerini azaltacak önlemler ile başladığının altını çizen Tümüklü, “Güvenli bir çevrede yaşamak temel insan hakkıdır, koruyucu ruh sağlığı açısından vazgeçilmezdir. Bunun yanı sıra, iklim değişikliğinin etkileriyle birlikte artan orman yangınları, seller ve depremler, yalnızca çevresel yıkımlara değil, bireylerin ve toplumların ruh sağlığı üzerinde derin ve uzun süreli etkiler bırakan kitlesel travmalara yol açmaktadır. Bu afetlerin yeterli hazırlık, önlem ve kriz yönetimi olmadan yaşanması; yaşamsal kayıpların yanında güvenlik duygusunun zedelenmesine, geleceğe dair umutsuzluk ve çaresizlik hislerinin artmasına neden olmaktadır. Ruh sağlığını korumak, yalnızca bireysel dayanıklılığı güçlendirmekle değil, aynı zamanda doğa ile uyumlu, güvenli, denetlenebilir ve adil yaşam koşulları oluşturmakla mümkündür.
Afetler ve acil durumlarda insanların alacakları her türlü sağlık hizmeti ve sosyal destekler de bir yardım faaliyeti değil en temel yurttaşlık hakkıdır ve bunun sağlanması kamusal yükümlülüktür. Ruh sağlığı desteği tüm etkilenenler için ulaşılabilir ve nitelikli olmalıdır. Sadece ruh sağlığı profesyonellerince sunulan destekler değil afetler ardından yapılan tüm destek faaliyetleri de dolaylı bir ruh sağlığı hizmeti olup tüm bu hizmetlerin kesintisiz olması, insan haysiyeti ve otonomisi gözetilerek sürdürülmesi sağlanmalıdır. Ülkemiz bilimin ve yaşanılan onlarca acı deneyimin ışığında ve bu alanda çalışan meslek ve bilim kuruluşlarının katılımı ile gerçekçi bir ruh sağlığı eylem stratejisi oluşturmalıdır. Bu yıl Dünya Ruh Sağlığı Günü’nün teması, felaket ve acil durumlarda ruh sağlığı hizmetlerine erişimin önemine vurgu yapmaktadır. İnsan yaşamının büyük kısmı iş yerlerinde geçmekte ve bu alanlardaki psikososyal koşullar bireylerin ruhsal iyilik hâlini doğrudan etkilemektedir. Yoğun iş yükü, belirsizlikler, mobbing ve güvencesizlik gibi faktörler çalışanlarda anksiyete, depresyon ve tükenmişlik riskini arttırmakta, mobbinge bağlı intihar ve iş cinayetlerindeki artış her geçen gün önlenebilir kayıplarla karşımıza çıkmaktadır. Oysa destekleyici ve güvenli çalışma ortamları ile hem bireysel hem kurumsal verimliliği güçlendirmek mümkündür” diye belirtti.
“RUHSAL SAĞLIĞI KORUMAK TOPLUMSAL DAYANIKLILIĞIN TEMELİ”
İşyerlerinde psikososyal risklerin değerlendirilmesi, çalışanlara erişilebilir psikolojik destek sağlanması, farkındalık eğitimleriyle ruhsal iyiliğin güçlendirilmesi ve afet gibi kriz durumlarında psikososyal destek mekanizmalarının geliştirilmesinin öncelikli hedef olması gerektiğini dile getiren Tümüklü, “Ruh sağlığını korumak yalnızca bireysel bir gereklilik değil, toplumsal dayanıklılığın da temelidir.
Son dönemde toplumun fiziksel ve ruhsal sağlığını ciddi biçimde tehdit eden yaralama, cinayet, cinsel saldırı gibi suçlara verilen yetersiz cezalar; bu suçların bir kısmının faillerinin ‘hükmün açıklanmasının geri bırakılması’ uygulamasıyla kısa sürede toplum içine dönmesi, kamu güvenliği ve toplumun ruh sağlığı açısından önemli bir risk oluşturmaktadır. Buna karşın, toplum güvenliğini tehdit etmeyen, kaçma riski bulunmayan ya da doğrudan suç tanımına uymayan isnatlarla bazı kişilerin aylarca, hatta yıllarca cezaevlerinde tutulması, toplumda adalet duygusunu zedelemekte ve güvenlik hissini sarsmaktadır. Bu durum hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ruh sağlığını olumsuz etkilemekte, toplumsal gerilim ve kutuplaşmayı beslemektedir” dedi.
“RUH SAĞLIĞI HİZMETİ TUTUKLULARIN TEMEL HAKKI”
Sözlerinin devamında ise Tümüklü şu ifadelere yer verdi: “Öte yandan cezaevlerinde aşırı kalabalık, yetersiz altyapı, tecrit ve izolasyonun yoğun uygulanması, özel ihtiyaçların dikkate alınmaması, çıplak arama gibi hak ihlalleri cezaevi ortamını ve buradaki sağlık ihtiyacını acil ve özellikli hale getirmekte, muayenelerde mahremiyetin ihlali, uzman desteği ve sevk mekanizmalarındaki aksaklıklar, ağır hastaların sağlık hizmetine erişimindeki aksaklıklar, ağır hastalığı olan ve insana karşı suç işlememiş olanların ısrarla tutuklu yargılamaları mahpusların hem bedensel hem de ruhsal sağlıklarını ciddi biçimde riske atmaktadır. Bu koşullar, hayati durumlarda müdahalenin gecikmesine ve ölüm dahil geri dönüşsüz sonuçlara yol açabilmektedir. Unutulmamalıdır ki, sağlık ve ruh sağlığı hizmetlerine erişim tutuklu ve hükümlülerin de temel hakkıdır. Bu hak hem insan onurunun korunması hem de toplumsal adaletin sağlanması açısından vazgeçilmezdir. Bugün 10 Ekim, ‘Dünya Ruh Sağlığı Günü’ temamız ‘Hizmetlere Erişim – Afet ve Acil Durumlarda Ruh Sağlığı’! Dünyanın pek çok yerinden gelen savaş, ekolojik felaketler, toplumsal olaylar, toplumun belli kesimlerine yönelen çeşitli şiddet olayları gibi afet ve acil durum haberlerinin gölgesinde unutmamalı, unutturmamalıyız ki:
Ruh sağlığına erişim bir insan hakkıdır!”
Kaynak : MERVE AĞRIÇ