Teşbih Taneleri’nden Bakış Açısı’na giden yolda “Şiir ve Deneme”

Yazar-Şair Barış Erdoğan ile yazarlık ve edebiyat üzerine konuştuk. Erdoğan’ın deneme kitabı ‘Bakış Açısı’ kısa bir süre önce yayınlandı. Böylelikle yazar 2.deneme kitabını yayınlamış oldu

  • Oluşturulma Tarihi : 07.04.2020 11:01
  • Güncelleme Tarihi : 07.04.2020 11:01
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Teşbih Taneleri’nden Bakış Açısı’na giden yolda “Şiir ve Deneme” haberinin görseli

ONURHAN ALPAGUT-RÖPORTAJ
Sayın Barış Erdoğan, birkaç yıl önce şiiriniz üstüne konuşmuştuk. Bu kez okuru da yazının içine çekmek amacıyla röportajı bambaşka bir soruyla başlatmak istiyorum: Barış Erdoğan şiir yazıyor, deneme yazıyor, aforizmalar yazıyor. Bazen bir kıyı kasabasında bazen İstanbul’da, ama dur durak bilmiyor. Sanırım ikinci deneme kitabınız Bakış Acısı dört yıllık bir emeğin ürünü. Neden yazıyorsunuz? Dönüp baktığınızda, keşke hiç yazmasaydım ya da sadece şu türde yazsaydım dediğiniz oldu mu?
Neden sakin bir köşe seçtim? Önce ustamın (Montaigne) diliyle sesleneyim: “Demosthenes bir meyhaneye girmiş, kimse görmesin diye arkalarda bir yer arıyormuş. Diogenes görmüş ve demiş ki: Ne kadar arkalara gidersen meyhaneye o kadar girmiş olursun.” Sonra Schopenhauer’in, “Bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli az gereksinim duyacaktır” sözünü bal niyetiyle tattırayım. Belki Orhan Pamuk da okumuştur bu cümleyi, Schopenhauer’e hak vermiştir. Çünkü Pamuk’un kendisi de 16 yıl İstanbul’un bir köşesinde -bütün gözlerden ırak- romanlarını yazmaya çalışır. Yazmak kana karışmış tatlı bir virüstür. Kalbe geldiği zaman şiirleşen, beyne ulaştığında deneme kılığında efelenen, ayaklara indiğinde gezip gördüğü yerlerden dem vuran; doktor kılığında, fena polis rolünde. Kısacası yazmak içimizi dışımıza taşımaktır. Okuru korkutma(ma)k adına yazmak-yazmamak telinde gidip gelen bir cambaz olarak sözü Kierkegaard’a bırakayım: “Eğer evlenirsen, pişman olacaksın; eğer evlenmezsen, bundan da pişman olacaksın; evlen veya evlenme, ikisinden de pişman olacaksın.”

Umarım siz pişman olmamışsınızdır. Son birkaç yıl içinde şiirden denemeye doğru yol aldığınıza, denemeye ağırlık verdiğinize iki yapıtınız tanık: Teşbih Taneleri ve Bakış Acısı. İlginç kitap adları. Şiir nerede kaldı? Denemenin gölgesinde mi?
Denemeler “tespih taneleri” gibi ardı ardına dizilmişti, bir dil sürçmesiyle “Teşbih Taneleri” oldu. Altmış yıl yere göğe baktım, farklı açılardan da olsa ama hiçbir şeyi görememenin “acı”sını çektim. O da bir dil sürçmesiyle “Bakış Acısı” oldu. Şiirden denemeye… Çekilmiş dişin boşluğunu hiçbir şey doldurmaz. Şiiri gizli bahçemde örüyorum. Felsefeye, sosyolojiye, tarihe, resme açım. Bunları deneme değirmeninde öğütüyorum Tesellim şu: Şiir ve deneme ikiz kardeşler, ne zaman deneme yazsam yeni bir şiir yazdığıma inanıyorum.
“AZ SÖZ ERİN YÜKÜDÜR”
Deneme bir dil cümbüşü, bir yoğunlaştırma cengi olduğuna göre… Deneme yazınsal türlerin lordu, uzun nefes gerektireni, donanım isteyeni. Deneme Necatigil’in dizesini değiştirerek söylersek, belli yaşları mı bekler?
İki sözcükten hangisi daha kısaysa onu seç, der Valery. Gerçekten bu söz sadece sözcükler düzeyinde düşünülmemeli. Deneme bir mektup olarak düşünülmeli. Felsefeye, sosyolojiye, tarihe, resme göndermeler içeren bir mektup. “Az söz erin yüküdür”e şapka çıkaralım. Gövdeye göre kanat uzunluğu; ne uzun ne kısa.

Peki, yazdıklarınızla hayatı ne kadar sorguladınız?
Hayat, hayal kırıklıklarını toplata toplata yol alan, fırsat buldukça emrindekilere kin kusan bir amele çavuşu. Acıması yok, kırbaç üstüne kırbaç şaklatan zalim bir binici. Onun atı olmaktan kurtulmalı. Binici, yolunun uzunluğundan şikayetçi olmaz. Yeter ki atı rahvan gitsin. Atın iki yükü var: binici ve hayat kırıklıkları. Marquez’in, “Bu yaşamdan götüreceğim biricik hayal kırıklığı şu: Birçok cenazede şarkı söylediğim halde, kendi cenazemde söyleyemeyeceğim” sözünü değiştir değiştir söyle. Ben şarkı söylemekten yorulmadım, sesimi duyan olmadı. Artık iç dünyama dönüyorum. Bundan sonra çakıl taşı alıp hayatın bütün pencerelerine fırlatacağım; kırılan hayatın canı olsun.
Teşbih Taneleri’nde Barış Erdoğan’ı ele veren sözler, cümleler, paragraflar vardı. Şimdi Bakış Acısı’nda sizi yine bulabilecek miyiz?
Teşbih Taneleri’nde kim vardı? İçindeki bütün sözcüklerden bir dünya kurmaya çalışan bir adam... Hırs gömleğinden soyunmuş. Avucundaki suyun derya olduğunu sanan adam gideli çok olmuş… İki insan arasında derin bir uçurum. İçinde varlığı yokluğu kadar ses getirmeyen bir üçüncü kişi daha var. Kalabalıkların arasına karışmış, adımlarını kalabalıklara ayarlamış bir kişi daha... Yaşadığımız yer, ruh coğrafyamızı biçimlendiriyor mu? “Bir insanı son sırrını bilmedikçe tanımış olmayız” diyen Zweig’in sözünün derinliğine bu üçüncü kişi varıyor belki. Sonuç olarak yazanlar, bütün sırlarını yazılarında aça aça gider.

O zaman Bakış Acısı üç yüz altmış derecelik bir bakış açısı mı gerektiriyor?
Doymak bilmez bir yazar her zaman yazdıklarında öncekini aşan şeyler yazar. Yazmak sarhoşluktur deriz de bazen kendini kaybediştir de. Kierkegaard’ın Meseller’indeydi hikâye, hani adam yalınayak şehre gelir, kendisine ayakkabı ve çorap alır. Gelmişken kafayı da çekmeyi ihmal etmez, güzelce olur. Meyhaneden çıkınca yalpalar, yolun ortasında yığılıp kalır. Bir atlı, yoldan geçemeyeceğini anlayınca seslenir: “Ayaklarınızın üzerinden geçmemi istemiyorsanız çekilin lütfen!” Adam, güç bela kendine gelir, ayaklarına bakar, tanıdık gelmez, “Geçin efendim.” der. Bizim de elimizi ayağımızı tanıyamadığımız zamanlar olur, reddederiz. Benim böyle sarhoşluklarım olduğunda aklımı kovduğum çok oldu. Bir yere geç kalmışlığıma çare olmadığı için aklıma küsmüşlüğüm de... Dün bir masum gözken bugün şeytani bir organ... Bir gün uyandım, pişman oldum deme vakti.
Yazdıklarını “kendi kılabilmiş” midir?
Bu sadece yazanların derdi olmamıştır, resmedenlerin, ses verenlerin de derdi olmuştur. Itri mahlaslı Buhurizade Mustafa’dan Hammamizade İsmail Dede Efendi’ye, ressam Osman Hamdi’den İbrahim Çallı’ya kadar uzanan musiki ve resim dünyasında önemli kilometre taşları vardır. Her bir kilometre taşının o yolu izleyenlere verecekleri mesajlar başka şeyler olsa da ortak bir noktada buluşurlar: Duyduklarını ve gördüklerini “kendi kılabilme.” Itri’nin çiçekçilikle uğraştığını, adını çiçeklerin dünyasından, kokusundan aldığını, Mustabey armadunu yetiştiren kişi olduğunu; Hammamizade’nin hamamla iştigal eden bir babanın oğlu olduğunu, kendini müziğe verince babasıyla yollarını ayırıp kendi açtığı yolda yürüdüğünü kaçımız biliriz? Bir anlamı da yoktur bilmenin. Gökyüzünde kaç yıldız olduğunu bilmenin bir yararı olmadığı gibi... Onları musiki üstatları olarak bilmek yeter de artar bile. Sanatın tek altın kuralı bir şeyi “kendi kılmak”tır. Bir de “kendi olmak” vardır. Kendi olmadan kendi kılmak güç iştir. Ustalar, boyanmaktan korkmayın diyor, kendi renginizi buluncaya kadar. Varsın Baudelaire, “Şair istediği anda kendisi ve bir başkası olabilmek için müthiş bir ayrıcalığa sahip olan kişidir” desin. Benim için de yazmak, kendim ve başkaları olabilme ayrıcalığıdır. Büyük müzisyen duyduğunu, büyük ressam gördüğünü kendi kılar bir gün. Rendesini derinlere kaçıran -ona hükmedemediği için- pencere pervazını bozmuş, kırmızı ve mavinin ölçülerini bir pinçik kaçıran ressam kendi moru yerine deli morla yetinmek zorunda kalmıştır. Ölçü sanatın ilk basamağıysa onu ustalıkla icra etmek de sonrasıdır. Hayyam şarabı ruhunun imbiğinden geçiremeyip kendi kılamasaydı, “Ölünce badeyle yıkayın beni/ Saf şarapla telkin edin beni/ Bulmak isterseniz mahşer günü beni/ Meyhane kapısının toprağında arayın beni” der miydi?


Denemelerinizde bir şiir dili hakim. Hem yalın konuşma dili hem yabancı sözcüklerin cirit attığı bir lugat. Dilinizi belirleyen, ele aldığınız konu mu?
Dil sınırlandırılamayan bir ova, derinliği kestirilemeyen bir derya. Eğer evrenselliğin bayrağını taşıyorsanız dilde de evrenselliğe kapı açmak zorundasınız. Edebiyat meydanında Farsça sözcüklerin cirit attığı dönemde “zerrişte, kebuter, zerrin”ler ön saflarda yer alıyordu, zamanla tarihin karanlık sayfalarında can verdiler. Meraklısı mıydım Farsçanın, evet. Bir gün Salah Birsel’i okuyunca emeğimin boşa gitmediğini (!) anladım. Salah Birsel’in beni kışkırtan sözleri şuydu: “Efendim, Farisi’ye cehennem dilidir diyorlar, öyle mi? Eğer öyleyse hemen öğrenmeli. Nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Cehenneme gidersek, orada yaşayanların dilini bilmemek ayrı bir acı olur.”
Şunu çok merak etmişimdir: Deneme yazarları durmaksızın yazıyorlar. Peki okuduklarınız?
Yazdıklarımız, okuduklarımızın sadakası bile değil. Nasıl ki dört ton gülden bir kilo gül yağı elde ediliyorsa biz de…
İyi güzel de Montaigne ne okudu da deryalar yazdı?
Hisar’ın yalancısıyım, (Paris havası soluyan, Regnier ve Cocteeau’dan el alan Hisar), Hugo üstüne şunları sayıklar: Hugo diyesiymiş ki, sadece Paris Milli Kütüphanesi’ndeki tarih kitaplarını yutsam sekiz yüz altmış yıl gerek. Tanrım on ömür bahşet bana! Montaigne’le başlayan deneme türünde ustalığın sınırı genişledikçe genişledi. Peki asıl ustalık nedir? Asıl ustalık Tolstoy’un sakalını bir saatte, Dali’nin bıyığını bir yılda boyamaktır.
Deneme için bir “derinlik ölçen tür” diyebilir miyiz?
Dizimi aşmayan suya derya demem. Beni suyun balıkları korkutmaz, derinliği ürkütür. İnsan da derinleştikçe ürkütücü değil mi? Buscaqlia sözde derinliğin tehlikesinden söz ediyor: “Derin derin düşüncelere dalmayın. Yaşamaya ve sevmeye koyulun. Sonsuza dek yaşamayacaksınız.” Sanki Busqaclia çıkış kapısını gösteriyor, kolaya kaçma yollarını... Gerçek, derinlerde soluk alan balık oysa... Sonra... Gerçek, suyu yürüyerek geçmede değil, suyun derinliğini ölçecek adımlarla sudan geçmede... Irmaktan paçasını ıslatmadan geçenle ırmağa dalan aynı değil ki... biri vitrine konan taş, diğeri insanı süsleyen, insana derinlik katan mücevher. Alımlı olan aldatıcıdır. Al bu derinlikleri hayatın terazisine koy, Oğuz Atay ses versin: “Her insanın yaşadığı en az iki hayatı vardır; biri bildiğimiz vitrinlik, diğeri bilmediğimiz derinlik…”